Özellikle yerel seçim sonuçlarının İstanbul’da da netleşmesinden sonra AKP’de “dağılma” “gemiyi terketme”, “dava adamı olmama” tartışmaları hızlandı. Sadece gazetelerde değil, bizzat Erdoğan da bu konuyu gündemine taşıdı ve 13 Nisan’da ÖNDER İmam Hatipliler Derneği, 57. Genel Kurulu’nda konuşan Erdoğan “Şu anda bakıyoruz bazı yerlerde, işte seçimlerde filan falan, Allah selamet versin hemen ânında sendika değiştirmeler şunlar bunlar herkes bir yere savrulmaya başladı. Bu dava adamı olmak değil,” şeklinde konuştu.
AKP dağılıyor mu? Eğer böyle bir gidişat varsa bu, 31 Mart 2019 seçimleri ile birlikte mi başladı? İlk sorudan başlayayım. AKP dağılır mı sorusuna şu anda cevap vermek imkânsız. Çünkü partideki zayıflama, küçülme, daralma partinin “dağılma”sı değil, aksine AKP’nin “partileşmesi” ile de sona erebilir. Bir başka ifade ile AKP, tıpkı CHP’nin 1950 seçimleriyle birlikte iktidardan düşmesinden sonra adım adım toparlanmasına benzer bir süreç yaşayabileceği gibi, ANAP’a benzer şekilde, iktidardan düştükten sonraki her seçimde biraz daha küçülerek siyasal hayattan doğal yollarla tasfiye de olabilir? Dolayısıyla aslında partinin hacminin küçülmesi, hatta değil yerel yönetimlerden, genel yönetimden, iktidardan da ayrılması bile bir “dağılma”ya değil de “partileşmeye yol açabilir.
Bu konuda 31 Mart seçimlerinin ertesi günü Nokta Haber Yorum sitesinde şu noktaların altını çizmeye çalışmıştım: Bir siyasî parti iktidarda değil, muhalefette “örgüt” olur. İktidardayken yanında, yakınında olan yüz binler gittikten sonra, partinin genel merkez binasını, il, ilçe binalarını açmayı artık bir avuç insan sahiplenir de o siyasî parti bir örgüt oluverir. Yoksa adım adım kaybolur gider; üç beş araştırmacıdan başka adını bile kimseler hatırlamaz o partinin. Siyasal hayatımız, çoğu zaten bir tabela ve birkaç binadan ibaret siyasî partilerle doludur; kapandıklarını da pek kimse fark etmez. Bazıları ise sadece kazandıkları sürece vardır, kaybetmeye başladıklarında yok olurlar. Bazı siyasî partiler de vardır ki, onlar kazansalar da vardırlar, kaybetseler de; hatta (1980-1992 yılları arasında olduğu gibi) kapatılsalar bile ortadan kaybolmazlar. Tabir-i caizse, kazanmaya da kaybetmeye de şerbetlidirler. Bir siyasî partiden daha fazlasıdır onlar, birer siyasî marka, birer kimliktirler, birer örgüt.
Bir siyasî parti en zor günleriyle sınanır; bu sınavdan başarılı çıkamayanlar bir süre sonra ölür giderler. Başarılı çıkanlar ise toplumsal dokulara sirayet ederler. Sonuçta yenilenlerin sahiplenmesi ile parti, örgüt olur; toplumun dokusunda yaşamaya başlar. “Kazananların partisi” sadece kazandığında “kapısı çalınan” ANAP ile sağın markası Adalet Partisi arasındaki farktır bu fark; yirmi yedi yılın Tek Partisi CHP’nin 14 Nisan 1950’den sonraki kabuk değiştirişi ve on beş yıl sonra Paşa’nın yerine Karaoğlan’ı ikame etmeye başlayışındaki özgüvendir bu fark; 1920’de kurulan ve ilk defa 2002’de bir genel seçime girebilen Türkiye Komünist Partisi’nin bir yüzyıl boyu yaşadıklarıdır. Toplumsal dokulara sinen örgütler kaybettiklerinde toparlanırlar, kaybetseler de var olduklarının bilinciyle hareket ederler. Örgüt olamayanlar ise yenildiklerinde kırılmaya, parçalanmaya, dağılmaya başlarlar.
AKP’deki tıkanma, 24 Haziran 2018 seçimlerinde de çok açıkça fark edilebiliyordu; ancak bu henüz dışarıdan gözlemlenemiyordu. Hele ki, Muharrem İnce’nin gazeteci İsmail Küçükkaya’ya attığı “Adam kazandı!” mesajı ve Küçükkaya’nın da bu mesajı televizyonda paylaşmasıyla yaşanan derin travma AKP’deki bu tıkanmanın dışarıdan gözlemlenebilmesini zorlaştırıyordu. Oysa 24 Haziran 2018 seçimlerinden önceki bir pazar (17 Haziran 2018) yazısında da partinin bir güç kaybı yaşadığına dikkat çekmeye çalışmıştım. Yine hiçbir değişiklik yapmadan paylaşmak istiyorum:
“Varsayalım ki hem Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan kazandı hem de HDP barajı geçemedi ve Cumhur İttifakı TBMM’de çoğunluğu sağladı. Ben her hâlükârda Türkiye’de Erdoğan sonrasının tartışmaya açıldığı düşüncesindeyim. Bu açıdan, seçimleri kazanmak bile, Erdoğan-ardı dönemin, post-Erdoğan döneminin tartışılmasını engelleyemeyecektir. (…) Seçim yasasındaki değişiklikler, sandıkların taşınması, sandık kurullarının teşkili ile ilgili yeni düzenlemeler ve ittifak yasalarının tamamı, seçimleri kazanamayacağını baştan kabul eden AKP’nin, oyun oynanırken kuralları değiştirip, kazanamadığı maçı kazanmış gibi göstermeye kalkışmasından başka nedir? İşin ilginç yanı, kuralları değiştirmenin işe yaramadığı da aşikâr; AKP, MHP ile ittifak yapsa da Cumhur İttifakı’nın oyunun %50’yi geçtiğini söylemek, Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinin çantada keklik olduklarını iddia etmek neredeyse imkânsız. Handiyse tüm geleneksel medyayı, gazete, TV ve radyoları emrine amade ettirmek de sonucu değiştiremiyor; hâlâ, hâlâ ve hâlâ Erdoğan için tünelin ucunda net bir ışık yok.”
31 Mart seçimlerinden geriye doğru bakmaya devam edelim. Türkiye usulü başkanlık sisteminin oylandığı 16 Nisan 2017 Anayasa Değişikliği Referandumu’na ya da nam-ı diğer Mühürsüz Referandum’a baktığımızda da benzer şeyleri söylemek o kadar mümkün. Referandum sonrasında sokaklarda galibiyet çığlıkları atılıyor. Meşhur balkon konuşmaları yapılıyor, atı alanın Üsküdar’ı geçtiği üst perdeden ve alaycı dille dile getiriliyordu ama parti güçten düşüyordu. AKP güçten düşüşünü, yeni güç imkânlarına sarılarak örtmeye çalışıyordu ve MHP’nin desteği, CHP’nin örgütsüzlüğü ile bu stratejisinde başarılı olabiliyordu. Çünkü Partili Cumhurbaşkanlığı kavramının bizzat kendisi bile Erdoğan’ın AKP içerisinde gücünün azalmaya başladığı, otoritenin Erdoğan’ın elinden gitmesiyle yakından alakalıydı. Erdoğan, elinden kopup gitmekte olan AKP’yi, partili Cumhurbaşkanlığı hamlesiyle durdurmaya çalıştı ve başarılı oldu. Ama bu hem partinin, hem de kendisinin gücündeki azalmayı engelleyemedi. Engelleyemedi ama ta ki 31 Mart’a kadar geniş kitlelerin gözünde bunu gizleyebildi.
AKP’deki gerilemeyi, 2017 Referandumunun arifesinde Nokta Haber Yorum’daki (29 Ocak 2017) yazımda “Türk Sağının Entelektüel İntiharı” olarak değerlendirerek şu hususlara dikkat çekmeye çalışmıştım. Türk sağı yetmiş yıla yakındır savunduğu, yukarıda birkaç örnekle izah etmeye çalıştığım bu siyasal mevziden, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın “… bizim yaptığımız Atatürk Anayasalarına dönmektir. 1921-1924 anayasalarına, partili cumhurbaşkanlığına dönmektir. Siz Atatürk’ün anayasasına karşı çıkıyorsunuz,” mevziine çekilmek zorunda kaldı. Çekilinen mevzi, parti genel başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı yetkilerini elinin tersiyle iten Celal Bayar’ın mevziinden (ki bu Bayar için bir Tüzük değişikliğiyle halledilebilecek basit bir mevzuydu), tüm entelektüel birikimini çöpe atarak parti genel başkanlığını eline almaya çalışan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın mevzii oldu. Türk sağı bu mevziiye çekilirken safrasındaki tüm entelektüel iddialarından vazgeçmeye de razı olmak zorunda kaldı: O kadar ki, bu yeni entelektüel sağ mevzi, Mecliste tartışılan Anayasa değişikliğini Atatürk’ün anayasalarına dönüş olarak sunabilecek -böylece CHP muhalefetinin önünü kesebileceğini düşünecek- entelektüel bir “derinliği”(!) de içerisinde taşıyordu. CHP’yi sıkıştırabileceği düşünülen, Anayasa değişikliği tartışmalarının bir rejim değişikliği değil de bizzat Atatürk’ün anayasalarına dönüş olduğunu ima edecek bir siyasal söylem artık Türk sağı için yeter de artardı bile! Türk sağının içine düşerek debelendiği bu entelektüel zafiyete sevinmek mi, yoksa aynı çukura hepimizi çekerek zaten kör topal işleyen demokratik sistemi tahrip edeceklerine üzülmek mi gerekir bilemedim?
Referandum’un hemen ardından Birikim Güncel‘de yer alan (16 Nisan 2017) yazıda da Mühürsüz Referandum’daki başarılı gibi görünen başarısızlığın bir Pirus Zaferi olduğunu belirtmeye çalışarak %51’i alan Erdoğan-Bahçeli ittifakının istatistikî başarısı su götürmezse de siyasi başarısının oldukça tartışmalı olduğunu ifade etmeye çalışmıştım:
“Referandumda ise bir zafer değil, tevil edilemeyecek bir başarısızlık vardır. Dün ekranlara iki kere çıkan Erdoğan bile referandumun bu iki karakterini resmeder gibiydi… Erdoğan’ın Pirus Zaferi’nin Aşil Topuğu da buradadır. Muhalefet, Erdoğan’ın ölümlü/ölümcül noktasını keşfetmiştir: Siyaset kazanının kaynadığı, siyasetin merkezi büyükşehirler, ‘Tanrı Erdoğan’ın aşil noktasıdır. Erdoğan büyükşehirlerde artık ölümlü/fani bir muktedirdir. Gücü, kalabalığı taşradır. Aşil tendonları yaralanan, büyükşehirleri kaybeden Erdoğan’ın sinirli hali, Kürt oyların ağırlıklı olduğu bölgelerdeki nispi artışlara değinmesine rağmen, neredeyse tamamının yerel yönetimlerini de sahiplendiği büyükşehirlerdeki kayıplarını görmemek istemesinden de belliydi. Erdoğan bir kürdili hicazkâr besteyle taşrayı sahiplenmeye çalışsa da, bulduğu yeni sevgilinin eski aşkını unutturabilmesi mümkün görünmemektedir. ”
O dönemin “organik aydınları” Karar gazetesindeki yazılarında Birikim’deki bu yazıya atfen, AKP’nin başarısının bir pirus zaferi olarak okunmasının yanlış olduğunu, AKP’nin başarısının güçleri iyice azalan eski elitleri (o da ben ve benim gibiler oluyor) rahatsız ettiğini yazıyorlardı. Onlara göre “AK Parti istediğini almıştır, hükümet sistemi değişmiştir. Hele hele Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın resmen Genel Başkan olduğu bir AK Parti’nin kendini yenileyebilme potansiyelini küçümsememek gerekir[di]”.
Geriye doğru yolculuğa devam. 2015 Kasım seçimleri, AKP’nin zafer çığlıkları attığı, yorumcu, uzman hocalarımızın “Halk istikrarı seçti” türünden başlıkları attığı bir seçimdi. Oysa Haziran’dan Kasım’a değin yaşananlar bile başlı başına AKP’nin gücündeki azalmaya işaret ediyordu. 1 Kasım 2015 seçimlerinden hemen sonraki pazar yazımda (1 Kasım 2015) da bu durumu şu şekilde dile getirmeye çalışmıştım:
“Seçimlerden AKP başarıyla çıkmadı. Haziran seçimlerini de ele alarak bir düşünün: Artık siyasette, iktidarda kalabilmek için aylar süren (Haziran-Kasım) debelenmeden sonra eski seçimlerdeki oyunu konsolide edebilen bir AKP var. Artık siyasette, 2011’deki başarısını yakalayabilmek için, her türlü riski göze almak zorunda kalan bir AKP var. Artık siyasette, ne olur ne olmaz diyerek Oy ve Ötesi müşahitlerini ‘bile’ sandıklara yanaştırmamaktan medet uman bir AKP var.
Gerisi laf-ı güzaf demiş şair; adamın biri de görünen ile olan aynı şey olsaydı bilime gerek olmazdı demiş. Görülen/gösterilmeye çalışılan ‘Bir AKP zaferi, bir sandık devrimi, bir milli irade tecellisi’dir. Gösterilenin/görülenin cilasını kazıyıp da olana bakmaya çalışmayın!”
Toparlayayım, 2015’de AKP’nin iktidarı kaybetmesi, AKP’nin “parti”leşebilmesi için önemli bir şanstı. İktidardan ayrılacak AKP için değil dağılma, soluklanarak yeni ve eskisinden de uzun bir iktidar süreci imkânı bile düşünülebilirdi. Yıl 2019, bugün için de dağılmayı konuşmak için erken, ama parti o noktaya çok da uzak değil.