“Kapitalizm, salgınla birlikte varlığını şiddetli bir şekilde hissettirdiği gibi, salgından sonra da daha şiddetli bir şekilde hissettirecektir.”
Covid-19 salgınını, “evrensel, olağanüstü bir durum, savaş olmayan savaş” olarak tanımlayan Ahmet İnsel, Slovaj Zizek, Giorgio Agamben gibi birçok filozofun krizin sonrasına ilişkin oldukça aceleci, ezberci, narsistik ve popülist bir arzuyla hareket ederek öngörülerde veya spekülasyonlarda bulunduklarını ileri sürdü. İnsel’in bu tespitlerinin bu filozoflara yapılmış küçük haksız bir yaftalama olduğunu ileri sürmek istiyoruz. Günümüzde yaşayan bu yaşlı filozofların, bu olağanüstü duruma ilişkin erken davranıp fikir ileri sürmeleri ve salgın sonrasına ilişkin birtakım spekülasyonlarda bulunmaları son derece doğaldır, değerlidir. Filozofların filozof olma sebeplerinden birisi zaten analizler yaparak gelecek adına belki doğru, belki yanlış, belki uçuk, belki ütopik, belki gerçekçi birtakım spekülatif bilgiler üretmektir. Bu filozofların da bugünlerde bir şeyleri erken söylemiş olması belki de filozof olmalarının gereğidir. Zaten bu filozoflar ilk defa bir şeyler söylemiyorlar. Onlar aslında neredeyse elli-altmış yıldır hiç durmadan modern dünyanın sıkıntıları üzerine kafa yormuş, bu konuda epey eser bırakarak hak ettikleri konumlarını çoktan elde etmişlerdir. Onun için bunların aceleciliğe, popülizme ve narsizme ihtiyaçlarının olduğunu düşünmek kanaatimce doğru değildir. Bunların ürettiği bilginin aceleci ve popülist bir arzudan kaynaklandığını söylemek, onların bütün ürettikleri bilgiyi, emeklerini görmezden gelmek, belki de küçümsemek anlamına gelir. Daha da önemlisi “tam zamanında söz söyleyen kişilikler olarak” bu kişilere hakkını teslim etmemek anlamına da gelir. İşin bu demogojik kısmını bir tarafa bırakarak böylesi zor zamanlarda fikir üretmek, bilgi üretmek, bir şeylere işaret etmek elbette önemlidir. Çünkü doğru ya da yanlış geleceğe dair ileri sürülen her spekülatif bilgi, ister aceleci olsun, ister yanlış olsun, ister uçuk olsun, ister başka bir şekilde olsun, sadece deneysel açıdan doğrulanmaya hazır bir hipotez olarak veya alternatif bir düşünce olarak bir kenarda durması bile değerlidir. Sırf bu nedenle bile olsa bu filozofların üstüne düşeni, kışkırtıcı bir şekilde gereği yerine getirdiklerini düşünüyorum.
Covid-19 salgınının küresel çaptaki etkilerine bakıldığında, bu salgının mevcut kapitalist toplumsal sisteme, konformizme, ülkelerin sağlık sistemlerine büyük bir darbe vurduğu gibi, gündelik hayatı da durma noktasına getirerek toplumsal alanları da zorlayan radikal, ölümcül bir felaket olduğu artık çoğu kimse tarafından kabul görüyor. Böylesine ölümcül bir felaketin bazı toplumsal boyutları olması sebebiyle toplumsal bir değişimi beraberinde getirdiği veya getireceği ileri sürülüyor. Hatta salgından önceki dünya ile salgından sonraki dünyanın asla aynı olamayacağına dair birçok olumlu/olumsuz öngörü veya spekülasyon (tahmin veya varsayım) ileri sürülüyor. Salgınla birlikte yaşanılan radikal durumlara bakıldığında, doğaya, topluma, insana, hayvana, bilime, dine, eğitime, ekonomiye, devlete, siyasete ve daha birçok alana ilişkin düşünme biçimimizde çok büyük olmasa da nispeten bazı değişikliklerin olduğu veya olacağını söylemek muhtemelen yanlış olmaz. Onun için olası değişimlerin yönünü kestirebilmek gelecek açısından önemli olacaktır. Bu nedenle bu yazıda covid-19 salgınının ne tür değişikliklere sebep olduğu veya olacağı sorusundan yola çıkarak kendi bireysel gözlemlerimden hareketle betimsel bazı çıkarımlara dayalı olarak, yazının başında sözünü ettiğimiz filozoflara da gönderme yaparak birtakım spekülasyonlar geliştirip ileri sürmeye çalışacağım.
Kapitalist toplumsal sisteme ilişkin spekülasyonlar
Grace Blakeley’in tanımladığı haliyle covid-19 salgını veya krizi tamamen politiktir ve kapitalist toplumsal sistemin asla yıkılamaz olduğu düşüncesini sarsan bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yeni bir toplumsal sistemin tahayyülüne ilişkin umutları tazelediğini ileri sürebiliriz. Nitekim bu konuda Zizek, bu virüsün küçük farklılıklarımızı manasızlaştırdığını, dayanışmacı ve kolektif bir bilinci ortaya çıkartma potansiyeli taşıdığını ileri sürerek bir iyimser yaklaşıma öncülük ettiğini söyleyebiliriz. Bu salgının mevcut kapitalist toplumsal sistemi bertaraf edecek bir potansiyel taşıdığını ileri sürmek mümkün olsa da, bu yaklaşımın oldukça ütopist ve iyimser bir yaklaşım olduğunu, gerçekliğe dönüşme olasılığının da oldukça düşük olduğunu ileri sürüyorum. Çünkü mevcut iktidarların daha da otoriterleşme olasılığının daha yüksek bir olgu olduğu ileri sürülebilir. Bu konuda Giorgio Agamben’in “istisna halinin normalleştirilmesi” yaklaşımı daha rasyonel görünüyor. Çünkü olağanüstü istisnai durumların iktidarlar açısından işlevselliği göz önüne alındığında bu anormal durumun salgından sonra da iktidarlarca devam ettirileceği veya istisna durumunu normalleştirecekleri bir militarizasyonla devam edeceği söylenebilir. Nitekim kitlelerin bedenlerinin ateşini ölçecek ve kontrol altına alacak kadar bir biyopolitikanın meşruluk kazanması, gözetimin, denetim daha da sıkılaştırılması karşısında liberal kuramın “özgürlükçü sınırlarının” daha da daraltılmasını beraberinde getirebilir. Dolayısıyla neoliberal kapitalist toplumsal sistem, “liberal” kısmını da dışarıda bırakarak, Çinvari bir neo-devlet kapitalizmine bir geçişi aralayabilir. Onun için devletlerin içe kapanması bir yana, salgından sonra daha vahşi bir küreselleşmenin, sınır-aşırı bir hareketin hem fiziksel bir alanda hem de sanal/dijital alanda olacağını söyleyebiliriz.
Dolayısıyla bu salgın, vahşi kapitalist sistemin hareketine sadece küçük bir ara, küçük bir nefes niteliğindedir. Bu küçük aradan sonra “büyüme hırsı”nın daha vahşi, daha arzulu, hatta daha yıkıcı bir şekilde tezahür etme olasılığı yüksektir. Özellikle bu aradan sonra ekonomik kaybı yeniden telafi etmek uğruna, dokunulmayan veya dokunulmaz gibi görünen bazı alanlara -mesela imara kapalı sit alanlarına veya maden aramaya kapalı ormanlara vesaire- saldırılacaktır. Küresel şiddet, baskı, borçlanma, silahlanma yeniden alevlenebilir. Bunun yanında ulus-devletlerin gerilmesi bir yana teknokratik, bürokratik, totaliter devlet sistemleri daha yaygın ve görünür olabilir. Özellikle olağanüstü zamanlarda işlevini, amacını ve önemini yitiren bazı uluslararası antlaşmalar, sözleşmeler (BM İnsan Hakları Beyannamesi gibi) ülkeler bağlamında bağlayıcılığını nispeten yitirebilir. Çünkü birey/halk karşısında güçlenen devlet bu sözleşmelerin bağlayıcılığını kapitalist vahşi arzular uğruna istemeyebilir.
Aydınlanmacılık ve bilimsel paradigmaya ilişkin spekülasyonlar
Covid-19 salgınıyla birlikte bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yetersizliğinin anlaşılmasıyla birlikte bilime olan aşırı güvenin zedelendiğini, hatta bir tür hayal kırıklığını beraberinde getirdiğini söylemek yanlış olmasa gerek. Gerçekten de biyoloji biliminin bize söylediği haliyle son derece basit yapılı bir yapının (virüsün), karmaşık yapılı bir organizma olan insanın biyolojik yapısını alt etmesi ve bilimin bunun karşısında çaresiz ve henüz bir çözüm geliştirememiş olması veya geç kalmış olması bilimsel paradigmaya olan güveni zedelemeye yetmiştir. Çünkü böylesi basit ama yıkıcı bir yapı karşısında bunca bilimsel gelişmenin insanlığı koruyabilecek, kollayabilecek bir düzeyde olmadığının anlaşılması kitleler nezdinde bilime olan inancı sarsmaya yetmiştir. Onun için bu hayal kırıklığını bertaraf edecek yine de bilimin ta kendisidir. Bu sebeple bilimsel paradigmaya olan inanç, virüsü ortadan kaldıracak çözümün erken bulunmasına bağlıdır. Aynı zamanda bilime olan inancın sarsılması demek, aslında Aydınlanmacı düşünceye olan inancın sarsılmasını anlamına da gelir.
Aydınlanmacı düşünce bilindiği üzere tanrısal, metafiziksel, ruhani, dinî, mistik, batıl, geleneksel inançları dışarıda bırakarak veya reddederek bunların yerine akla, bilime, sekülerizme, hümanizme, tekniğe, ilerlemeye vurgu yapar. Kimi bilim savunucuları bu salgının aslında bilimsel paradigmaya olan güveni zedelemesinden ziyade bu alanda yeni bir Rönesans’ın doğuşuna veya yeni bir Aydınlanma’nın gerçekleşmesine sebep olacağını da ileri sürerler. Bunlara göre ilerlemekten başka çaremiz yok. Çünkü insanoğlu hâlâ güvenli bir dünyada yaşamıyor ve hâlâ her türlü tehlikeye açık bir şekilde yaşıyor. Bu tehlikelerin üstesinden gelmek ancak yine aklı, bilimi, tekniği savunan bir yaklaşımın egemen olmasıyla mümkündür. Aksi durumda belirsiz, mistik, sezgisel, romantik, duygusal ve dinî yaklaşımların pençesine düşüp nihilizme, pesimize, primitivizme savrulacağımızı öne sürerler.
Gerçekten de bu salgının yarattığı belirsiz duruma baktığımızda hem bilime, hem dine inananların, hatta doğa-savunucularının (natüralistlerin) penceresinden baktığımızda bu belirsiz durumu kendi lehine olacak şekilde işlevsel bir hale getiriyorlar. Örneğin dinî yaklaşımları benimseyen kitlelerin önemli bir kısmı da mazlumların sesi ve intikamcısı olan Tanrı’nın, kendi kibrine boğulmuş insanlığı cezalandırmak için bu gazabı yolladığını ileri sürerler. Bunu, Tanrı’nın insanlara kendini yeniden hatırlattığı ve insanlara bir mesaj gönderdiği şeklinde ele alırlar. Kurtuluşu yine Tanrı’ya dua ederek, Tanrı’nın merhametine sığınarak yeniden elde edileceğine inanırlar. Dolayısıyla bu süreçte dinlere olan inancın daha da katmerleşeceğini veya kendine daha güçlü bir taban bulacağını söylemek yanlış olmasa gerek.
Öte yandan tıpkı tanrısal dinlere inananlar gibi natüralistler veya doğa-ekoloji savunucuları da doğanın insanlardan bir tür intikam aldığını ileri sürerler. Bu konuya Marksist düşünür David Harvey de katkı sunarak “Koronavirüsün neoliberal yağmacılığa karşı doğanın bir intikamı” olduğunu ileri sürdü. Bu yaklaşımın savunucuları genelde özellikle ormanların, biyo-çeşitliliğin, flura faunanın yok edilmesiyle birlikte virüslerin ortaya çıktığını ileri sürerler. Özellikle biyo-çeşitliliğin yok edilmesiyle, doğanın, insanlığa bir tür cevabıdır bu virüs diye kabul ederler. Çünkü bu salgının ortaya çıktığı Aralık 2019’dan itibaren küresel çapta bazı insani faaliyetlerin (üretim, ulaşım) durmasıyla, karbondioksit salınımın azalması sonucunda hava kirliliğinin azaldığı, ozon tabakasının iyileştiği -NASA’nın da yayımladığı fotoğrafla- kanıtlandı. Kısacası doğa savunucuları açısından bu virüs son derece anti-hümanist olduğu gibi, doğalcı ve ekolojisttir. Dünyanın atmosferinin kendisini iyileştirip toparlamasına yaramıştır. Zaten bu durum, doğanın kendini korumasına yönelik en temel refleksidir. Dolayısıyla bu salgının yarattığı belirsiz durum hem bilim açısından, hem din açısından hem de doğa-savunucuları açısından işlevsel görünüyor. Bu işlevselliğin salgından sonra da devam edeceğini ve uzun bir süreye yayılacağını söyleyebiliriz.
Yeni bir insan-merkezciliğe yönelik spekülasyonlar
Yukarıda covid-19 virüsünün ortaya çıkarttığı belirsiz durumdan hareketle hem bilim, hem din hem de doğa-savunucuları açısından nasıl işlevselleştirildiğini aktardık. Fakat özellikle doğa-korumacı anlayışın veya ekolojik düşüncenin yıllardan beri sürdürdüğü mücadele sonucunda doğaya yönelik oluşan bir bilincin veya ekolojik epistemik düşünüşün geldiği veya kendini sürekli gündemde tuttuğu bir dönemde bu salgınla birlikte bu düşüncede bir geriye dönüş de söz konusu olacağını ileri sürmek istiyorum. Bu salgın her ne kadar insanların doğaya yönelik tutum ve davranışlarında bir farkındalık yaratacağını varsaymak mümkün olsa da, nitekim felaket zamanlarında insanların varoluşsal kaygılarının öne çıkmasıyla sadece kendilerini koruma güdüsüyle hareket ettiklerini, bu sebeple geri kalan her şeyi görmezden geldiklerini veya hiçe saydıklarını gözlemliyoruz. Bu nedenle salgın zamanlarında ve sonrasına da sirayet edecek şekilde insan-korumacılığın, doğa-korumacılığın önüne rahatlıkla geçtiğini görmek mümkündür. Çünkü salgın zamanlarında kendini dış dünyadan izole eden insanlar, hayvanat bahçelerindeki hayvanları, sokaktaki hayvanları, hatta sınai çiftliklerindeki hayvanları bile kendi kaderleriyle baş başa bırakarak aç, sussuz ve bakımsız bıraktıklarına ilişkin haberler de medyaya yansıdı. Dolayısıyla insanın, kendinden sonra her şeyi tufan olarak görmesi, yeni bir insan-merkezciliğe kapı aralar. Zaten insanın varoluşunu tehdit eden virüsün vahşi doğadan kaynaklı olması karşısında, insanın doğayı bir tehlike olarak görmesine yol açıyor. Bu sebeple bu salgın, doğanın, tekrar eski düşmanımız, eski ötekimiz olarak yeniden konumlandırılmasına yol açacaktır. Dolayısıyla insan-doğa ilişkisi bağlamında bu salgının olumlu bir ilişkiyi yeniden doğurma potansiyeli taşıdığı gibi, insanın kendini doğada daha güçlü, daha tahakkümcü, daha merkezci bir şekilde yeniden konumlandırmasına da yol açacağını söylemek gerekir. Çünkü insanın varoluşu uğruna gösterilen her çaba meşru olarak daha büyük bir kabul görecektir.
Toplumsal yaşama yönelik spekülasyonlar
Gündelik sosyal ilişkilerden tüketim kültürüne, tekniğin kullanımından ekonomiye, eğitimden sağlığa, eğlenceden sanata kadar gündelik yaşamımıza yönelik ileri sürülebilecek varsayımlara bakıldığında ilk etapta söyleyeceğimiz şey gündelik rutin yaşamımızın radikal bir şekilde sarsıldığını görüyoruz. Bu müthiş sarsılmadan sonra her şeyin tekrar normale dönmesi -ki normalimiz de problemli sayılır- biraz zaman alsa da çok uzun sürmeyecektir. Nitekim zorlu karantina ve izolasyon sürecindeki bir bireyin aynı kişi olarak eski gündelik rutinine dönmesinin sancısını biraz çekse de, kitlelerin büyük bir kısmı daha büyük bir iştahla, hedonist bir tavırla, hatta çılgınca tüketemediği yeni şeyleri tüketmeye yönelecektir. Belki de hiç olmadığı kadar konformizmin tadını çıkarmaya çalışacaktır. Âdeta dış dünyaya hücum edecektir. Belki de bu yüzden kitlelerin izolasyon sürecinden sonraki hali kesinlikle rehabilite edilmesi gerekir. Çünkü gün ışığını gören kitleler müthiş bir vurdumduymazlıkla, yaşamı yeniden keşfetmiş bir edayla doğaya saldıracaklardır. Belki de deniz kenarları hiç olmadığı kadar kalabalıkla dolacaktır. Bu tahminler elbette çalışmak zorunda kalan işçi-emekçi kesim için geçerli olmayabilir.
Öte yandan bu süreçle birlikte dijital teknolojinin daha çok öne çıktığını zaten deneyimledik. Özellikle eğitim-öğretimin uzaktan dijital ekranlar aracılığıyla yürütülmesi sadece devletin üstlendiği bir görevin ötesinde neredeyse bütün özel eğitim kurumları uzaktan eğitime yatırımlar yaparak yeni bir alana merhaba dedi. Bu yatırımlarının karşılıksız kalmaması için gerekli bütün koşulları yeniden sağlayacaklardır. Bu süreçte belki de en kötü durum ev ile işyeri arasındaki ayrımın artık “home ofice” olarak ortadan kalkmasıdır. Bu ayrımın ortadan kalkmasıyla nispeten özerk ve özgür bir alan olan bireysel yaşam alanımızı daha da daraltarak işyerine dönüştürmekle özgürlüğümüzün daha da sınırlanmasına yol açacaktır. Artık evimiz, işyerimiz olduğuna göre müşterimiz, patronumuz evimizin içerisinde sesiyle, görüntüsüyle cirit atacaktır. Evimizde “freelance” değil, kabloyla bağlanmış prangalı kürek mahkûmlarına dönüşeceğiz. Çocuklarımız artık daha da arayüz programların ürünü olacaktır. Çünkü bu izolasyon sürecinin, bu durumun ortaya çıkmasının deneysel ortamını sağladığını söyleyebiliriz.
Öte yandan yeterince depresif bir zamanda yaşamamıza rağmen üstüne gelen böylesi bir felaket, ardından daha büyük şiddet patlamalarına, öfke nöbetlerine, tahammülsüzlüklere yol açacaktır. Çünkü sosyal mesafeyle ortaya çıkan dokunamama, sarılamama uzun vadede hepten bir kopuşa yol açabilir. Bu sebeple aile içi şiddet, boşanma, dağılma gibi mevzuları daha sık duyar olacağız. Onun için bu sürecin sonucunda daha önce dediğimiz gibi toplumsal bir rehabilitasyon kesinlikle şart olacaktır. Bu süreçte toplum yaşadığı kaybın yasını dahi tutamadığından, yas, hep kadük, hep yarım kalmış, eksik, tamamlanamamış bir gereklilik olarak bedenlerde, bilinçlerde, duygularda psikolojik bir acı olarak kalacaktır. Aynı zamanda bu virüs epey bir süre daha bireyler arasında bir sosyal mesafe, bir dokunmama, bir uzaklaşma, bir kirlilik sebebi olarak aramızda varlığını sürdürecektir. Onun için iktidarlar tüm bu sosyal, kültürel, politik, psikolojik süreçleri yine de görünmez kılmak için, hatta sorumluluklarından nispeten kaçmak için yeni müthiş algı operasyonlarına, araçlarına -tıpkı bu salgından kurtulmak için bütün mevzuyu basit hijyenik kurallara (kolonya ile el yıkama olayına) indirgedikleri gibi- başvuracaklardır.
Sonuç olarak tüm spekülasyonlarımızı toparlarsak, covid-19 salgını nispeten ulusların kendi geleceklerini yeniden sorgulamaya ve planlamaya açmış olsa da, yıkıcı kapitalist toplumsal sistem salgın esnasında varlığını şiddetli bir şekilde hissettirdiği gibi, salgından sonra da bütün ihtişamıyla, daha büyük bir iştah ve hırsla varlığını şiddetli bir şekilde hissettirecektir. Çünkü devlet aygıtı daha da güçlenecek, otoriterleşecek, teknokratlaşacak, her yere iyice yerleşecektir. Yine aynı şekilde doğa üzerindeki tahakküm daha da şiddetlenecek, kirlenme, talan, tahrip kaldığı yerden devam edecektir. Toplumsal çözülme, izolasyon, yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, çatışma, sömürü, göç, işsizlik, yoksulluk, kopuş daha da katlanarak yoluna devan edecek. Doğa karşısında yeni bir insan-merkezcilik inşa edilecek, bu insan-merkezciliğe, egoizm, hedonizm eşlik edecek. Etnisiteye dayalı milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı kaldığı yerden devam edecek. Tüketim çılgınlığı, konformizm daha iştah açısı bir şekilde sürdürülecek. Ev-işyeri ayrımı daha da ortadan kalkacak, artık evlerimiz işyerine dönüşecektir. Dijital iletişim, e-ticaret hiç olmadığı kadar yaygınlık kazanacak. Kısacası bu salgın sadece küçük bir ara, kapitalist toplumsal sistem için küçük bir nefesten öteye gidemeyecek. Bu sebeple kapitalizm salgınla birlikte daha yıkıcı bir şekilde varlığını sürdürecektir. Tıpkı Alain Badiou’nun kullandığı tabirle “devam eden salgın, kayda değer bir siyasi sonuç doğurmayacaktır”.
Bu çalışma karantina günlerinde Sebahattin Şen’le yaptığımız uzunca bir sohbetin bendeki izlenimlerdir.