Tarih Yapıcı Fikirler

Tarihte büyük dönüşümlere sahne olan siyasal çalkantılarda düşüncelerin rolü ne ölçüde önemlidir? Bunlar, daha derin maddi ve toplumsal süreçlerin yalnızca zihinsel yansımaları mıdır, yoksa siyasal seferberlikte belirleyici, özerk bir güç olarak mı iş görürler?

Görünüşe aldanmamak gerekir: bu soruya verilen yanıtlar, sanıldığının aksine, solu ve sağı kesin çizgilerle birbirinden ayırmaz. Elbette, pek çok muhafazakâr ve liberal, tarihte soylu ideallerin ve ahlaki değerlerin aşkın önemini yüceltmiş, tarihsel değişimin asıl itici gücünün ekonomik çelişkiler olduğunu ileri süren radikalleri aşağılayarak onları kaba materyalistler diye damgalamıştır. Bu tür sağ idealizme örnek olarak Friedrich Meinecke, Benedetto Croce ya da Karl Popper gibi isimler anılabilir. Meinecke’nin ifadesiyle: “Düşünceler, onları taşıyan ve dönüştüren canlı şahsiyetler aracılığıyla, tarihsel yaşamın zeminini oluşturur.” Ama, yapay öğretilerin önemine dair rasyonalist yanılsamaları hedef alan, onların karşısına geleneksel göreneklerin ya da biyolojik içgüdülerin çok daha kalıcı anlamını koyan başka önemli sağcı figürler de vardır. Friedrich Nietzsche, Lewis Namier, Gary Becker –farklı bakış açılarından yola çıksalar da– etik ya da siyasal değerlerin iddialarını alaya alarak maddi çıkarların teorisini yapmışlardır. Anglo-Sakson sosyal biliminin geniş bir sahasında hâkim konumda olan rasyonel tercih teorisi de, bu yaklaşımın günümüzdeki en bilinen örneğidir.

1

Solda da benzer bir bölünme göze çarpar. Modern dönemin büyük solcu tarihçilerine baktığımızda, Fernand Braudel’in düşüncelere karşı kayıtsızlığını, R. H. Tawney’nin onlara duyduğu tutkulu bağlılıkla karşılaştırabiliriz. Britanyalı Marksistler arasında da Edward Thompson’ın tüm yaşamını, ekonomik indirgemecilik olarak gördüğü şeye karşı bir polemik olarak geçirdiğini, buna karşın Eric Hobsbawm’ın 20. yüzyıl tarihine dair çalışmasında düşüncelere ayrılmış tek bir bölüm bile olmadığını hatırlayabiliriz. Siyasal önderler söz konusu olduğunda bu karşıtlık çok daha belirgin biçimde ortaya çıkar. “Hareket her şeydir, amaç hiçbir şey,” diye ilan etmiştir Bernstein. Gerçek süreçler lehine ilkelerin ve düşüncelerin bu kadar radikal bir şekilde değersizleştirildiği başka bir örnek zor bulunur. Bernstein, bu sözüyle Marx’a sadık kaldığına inanıyordu. Aynı dönemde Lenin, tam tersi etki yaratacak kadar ünlü bir başka sözü Marksistlerin bilmesi gereken temel bir hakikat olarak dile getirmişti: “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz.” Burada karşı karşıya gelen yalnızca reformist ile devrimci değildir. Devrimci solun kendi içinde de aynı ikilik yer alır. Luxemburg’a göre, kendi sözleriyle, “başlangıçta eylem vardı” – büyük tarihsel değişimin çıkış noktası, önceden tasarlanmış bir düşünce değil, halk kitlelerinin kendiliğinden eylemiydi. Anarşistler bu konuda her zaman onunla hemfikirdi. Gramsci ise, işçi hareketinin kalıcı zaferler elde edebilmesi için toplumun bütünü –hatta düşmanları dâhil– üzerinde bir düşünsel üstünlük, onun ifadesiyle bir kültürel ve siyasal hegemonya kurması gerektiğini savunuyordu. Devlet adamı önderler arasında Stalin, sosyalizmin inşasını üretici güçlerin maddi gelişimine emanet ederken; Mao, bunu zihinleri ve toplumsal alışkanlıkları dönüştürebilecek bir kültür devrimine bağlamıştı.

2

Bu kadim karşıtlığı nasıl değerlendirmeliyiz? Düşünceler türlü biçimlerde, türlü ölçeklerde ortaya çıkar. Tarihsel değişimde etkili olanlar genellikle sistemli ideolojiler olmuştur. Göran Therborn bu konuda derinlikli ve zarif bir tasnif sunmuştur. Zaten kitabının adı –İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı (1980)– bile bize bir yol haritası sunar. Therborn ideolojileri varoluşsal ve tarihsel; kapsayıcı ve konumlandırıcı olarak kategorize eder. Bunlar arasında en geniş mekânsal ya da zamansal etki alanına sahip olanlar, belki de en iyi İngiliz muhafazakârı T. S. Eliot’ın Notes Towards the Definition of Culture (Kültürün Tanımı İçin Notlar) (1948) adlı eserinde işaret ettiği bir özelliği taşır. Eliot’ın “kültür” kavramı yerine burada “ideoloji” sözcüğünü rahatça koyabiliriz. Eliot’ın temel gözlemi şudur: Her büyük inanç sistemi, kavramsal karmaşıklık açısından farklı düzeylere sahip bir hiyerarşi içerir; en üstte yalnızca eğitimli bir seçkinin erişebileceği yüksek düzeyde entelektüel teoriler, ortalarda daha yaygın ama daha az incelikli versiyonlar, en altta ise halk arasında karşılık bulan son derece sadeleştirilmiş biçimler yer alır – ama bunların hepsi ortak bir dil içinde birleşir ve buna uygun simgesel pratiklerle desteklenir. Eliot’a göre, gerçek bir kültür ancak böyle bütünleşmiş bir sistem olabilir ve yalnızca böyle bir sistem büyük sanat üretmeye muktedirdir.

3

Eliot, bu sözleriyle elbette Hıristiyanlığı böylesi bir sistemin en açık örneği olarak düşünüyordu: en gizemli teolojik spekülasyonları, gündelik etik öğretileri ve sıradan halk inançlarını tek bir bütünsel inanç sistemi içinde birleştiren, kutsal anlatılarla ve ortak kutsal metinlerden beslenen imgelerle sürdürülen bir yapı. Sözde Kırılma Çağı’nda ortaya çıkan dünya dinleri, düşüncelerin büyük tarihsel değişimlerdeki rolüne dair her türden teori için oldukça çarpıcı bir başlangıç testi sunar. Bu inanç sistemlerinin dünyanın çok geniş bölgelerinde, binyıllara yayılan etkisini inkâr etmek pek mümkün değildir. Dahası, bu inanç sistemlerinin yarattığı dönüşümün ve yayılmanın büyüklüğüyle kıyaslanabilecek ölçekte bir maddi ya da toplumsal altüst oluşu, bu sistemlerin doğuşuyla açık biçimde ilişkilendirmek de kolay değildir. En fazla, Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz dünyasını birleştirmesinin, Hıristiyanlık gibi evrenselci bir tek tanrıcılığın yayılması açısından elverişli bir kurumsal zemin sağladığını, ya da çöl ortamında demografik baskı altındaki bir askerî göçebeliğin, eninde sonunda İslam benzeri özgün bir dinsel ifade biçimi ortaya çıkaracağını öne sürebiliriz. Nedenler ile sonuçlar arasındaki bu orantısızlık, bu çağ uygarlıklarında düşüncelere dikkate değer –hatta olağanüstü– bir özerk güç atfetmek lehine güçlü bir argüman sunar.

Bu dinlerin siyasî etkileri elbette birebir karşılaştırılabilir değildir. Hıristiyanlık, mevcut bir imparatorluk yapısını içeriden dönüştürerek, onun toplumsal yapısında belirgin bir değişiklik yaratmadan yavaş yavaş yayılmıştır. Ama kilise içinde, devlete paralel bir kurumsal yapı oluşturarak, imparatorluğun nihai çöküşünden sonra feodalizmin doğuşuna zemin hazırlayan kültürel ve siyasî süreklilikler yaratmıştır. Buna karşılık, İslam, Akdeniz ve Ortadoğu’nun siyasî haritasını bir anda yeniden çizmiştir – ani askerî fetihlerle. Yine de burada hâlâ Antikite’deyiz. Her iki durumda da bu bölgeyi fetheden inanç sistemleri, daha sonraları “düşünsel mücadele” diye adlandırılacak şey olmaksızın başarıya ulaşmıştır. Paganlar ile Hıristiyanlar ya da Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki düşünsel karşılaşmalar, Roma’da ya da Kahire’de inanç sistemleri altüst olurken etkili değildir. Dönüşüm, özünde, ya doğal bir sızma yoluyla ya da zorla gerçekleşmiş, açık bir ideolojik çarpışma yaşanmamıştır.

4

Modern döneme geçtiğimizde işler değişir. Protestan Reformu, ne İsa’nın ne de Muhammed’in öğretisi gibi sözlü bir gelenekti; daha en başından itibaren yazılı bir doktrinler bütünüydü – ya da daha doğrusu, birbirinden farklı ama birbiriyle ilişkili bir doktrinler dizisiydi. Luther, Zwingli ve Calvin’in polemik metinlerinde biçimlendi ve ancak ondan sonra büyük bir toplumsal güç ve kurumsal iktidara dönüştü. Daha yakın tarihli bir olgu olduğu için, ortaya çıkışındaki toplumsal ve maddi koşulları takip etmek daha kolaydır: Rönesans Katolikliğinin yozlaşması, ulusal duyguların yükselişi, Avrupa devletlerinin Vatikan’a farklı erişim düzeyleri, matbaanın icadı ve benzeri etkenler. Ama burada asıl dikkat çekici olan başka bir şeydir: Katolik Kilisesi içinde Karşı-Reform’un ortaya çıkması ve böylece iki mezhep arasında, metafizik ve entelektüel düzeyde yürütülen kapsamlı tartışmalardan halk propagandasının her tür aracına kadar uzanan tam ölçekli bir ideolojik savaşın başlaması – “propaganda” terimini de bu döneme borçluyuz. Bu ideolojik çatışma, Avrupa’yı sarsan devasa bir dizi ayaklanmayı, savaşı ve iç savaşı tetikledi. İşte burada, tarihte fikirlerin doğrudan tarihsel değişimi tetiklediği ve şekillendirdiği açık biçimde görülür. Gerçekten de, Avrupa’da modern ulus-devletlerin inşa zincirinde yaşanan ilk büyük sarsıntılardan hiçbiri, düşünsel inançların böylesine doğrudan bir etkisiyle ortaya çıkmamıştır: 16. yüzyılda İspanya’ya karşı Hollanda İsyanı, 17. yüzyılda İngiltere’deki Büyük İsyan ve Şanlı Devrim. Bu üç örnekte de, devrimin doğrudan tetikleyicisi teolojik tutkunun patlamasıydı: Flemenk Ülkeleri’nde kutsal imgelerin Kutsal Kitap’ın saflığı adına kırılması, İskoçya’da yeni bir dua kitabının dayatılması, İngiltere’de Katoliklere yönelik hoşgörünün yarattığı tehdit algısı.

5

Buna karşılık, 18. yüzyıldaki Amerikan ve Fransız devrimleri çok daha maddi nedenlere dayanıyordu. Her iki durumda da, eski –sömürgeci ya da kraliyetçi– düzene karşı ilk saldırıyı motive eden gelişmiş bir fikirler sistemi yoktu. Kuzey Amerika kolonilerinde, en dar anlamıyla ekonomik çıkar –Yerli halklara ve Fransızlara karşı savunmanın bedelini ödemek üzere konan vergilerden duyulan hoşnutsuzluk, bir de buna eklenen komplo teorileri– İngiliz monarşisine karşı isyanı tetikledi. Fransa’da ise, Amerikan isyancılarına yardım etmenin getirdiği mali yük, feodal dönemin son kurumsal kalıntılarından biri olan États-Généraux’nun toplanmasını zorunlu kıldı. Ama bu meclisin getirdiği reformlar, kötü hasat ve yüksek tahıl fiyatlarının taşra ve kentlerde yol açtığı kitlesel hoşnutsuzlukla beraber derhal hükümsüz kılındı. Her iki durumda da, eski düzenin çöküşü öngörülmüş bir süreç değildi; ideolojik değil, esasen maddi hoşnutsuzlukların belirleyici olduğu bir gelişmeydi. Ama bu sürecin arka planında, Aydınlanma’nın birikimsel eleştirel kültürü –potansiyel olarak patlayıcı fikirler ve söylemlerle dolu devasa bir hazne– adeta böyle olağanüstü koşullarda harekete geçirilmeyi bekliyordu. Mevcut düzenin dağılmasını devrimci bir biçimde yeni bir düzenin yaratılmasına dönüştüren şey, işte bu önceden var olan ikonoklastik fikirler cephaneliğiydi; aynı zamanda hâlâ içinde yaşadığımız ideolojik tahayyül dünyasının da temelini döşedi. Amerikan ve –daha da önemlisi – Fransız Devrimleri’nin idealleri, bu devrimlerin doğurduğu kurumlar fosilleşmiş ya da unutulmuş olsa bile, siyasal eylem için ilham kaynağı olmaya devam etti.

6

Eğer dünya dinlerinin en önemli mirası evrenselcilik fikrinin metafizik düzeyde ortaya konması, Reform’un mirası ise bireyciliğin yerleşmesi idiyse, Aydınlanma Çağı’ndaki devrimlerin ideolojik mirası da esasen halk egemenliği ve yurttaş hakları fikirlerinde yatıyordu. Ne var ki bunlar, bir toplumun nasıl bir biçim alacağına dair özgür kararların önünü açan yalnızca kurumsal/kavramsal araçlardı. Peki bu biçim, yani ortak iyilik halinin maddi içeriği, nasıl olmalıydı? 19. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin sorduğu esaslı soru buydu. Bu soruya üç farklı türde yanıt verildi. 1848’e gelindiğinde, çağın büyük muharebe meydanları şekillenmişti. Komünist Manifesto ile Avrupa, daha sonra tüm dünyaya yayılacak şu temel seçenekle karşı karşıya bırakılmıştı: kapitalizm mi, sosyalizm mi? İnsanlık tarihinde ilk kez toplumsal örgütlenmeye dair keskin ve kökten zıt iki ilke açıkça ortaya konmuştu. Ama bu formülasyonda bir asimetri vardı. Sosyalizm, siyasî bir hareket ve tarihsel bir hedef olarak çok yönlü, detaylı ve kendi ilan ettiği biçimiyle kuramsallaştırılmıştı. Oysa kapitalizm, Adam Smith’in “ticari toplum” gibi öncü fikirleri dışında, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın büyük kısmında kendi adını nadiren açıkça kullanmıştı. Bu terim büyük ölçüde karşıtları tarafından icat edilmiştir. Özel mülkiyeti savunanlar ve mevcut durumu korumaya çalışanlar, doğrudan kapitalist bir ideoloji öne sürmek yerine, daha çok muhafazakâr ya da liberal ilkelere başvurmuşlardı. Ama bunlar da güvenilir bir ikame değildi. Pek çok muhafazakâr düşünür –örneğin Carlyle ya da Maurras– kapitalizme karşı duydukları öfkeyi açıkça dile getirmişti; kimi liberal teorisyenler –Mill ya da Walras–sosyalizmin daha ılımlı biçimlerine sempatiyle yaklaşmıştı. 19. yüzyılda fikirlerin rolünü ele alırsak, özellikle Marksist ve bu nedenle en katı materyalist biçimiyle sosyalizmin, siyasal eylemde rakibine kıyasla çok daha büyük bir seferber edici güç taşıdığı açıktır. Nitekim kimse bir “kapitalist hareket”ten söz etmemiştir. Mevcut düzenin gücü hâlâ büyük ölçüde gelenek, örf ve zorbalığa dayanıyordu; teorik fikirler bütününe değil. Buna karşılık, 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde sosyalizm, bir fikir olarak, dünya üzerindeki herhangi bir dinin ulaştığından daha geniş bir coğrafi alanda benimsenmişti.

7

Yine de ideolojik evren bu karşıtlıklarla tükenmiş değildi. Bu dönemde, her ikisinden de farklı türde büyük bir itici güç daha vardı. Daha 1848’de bile, Avrupa’da sosyalizmden daha güçlü bir seferber edici hareket olarak milliyetçilik kendini göstermişti. Siyasal bir fikir olarak onu tanımlayan iki ayırt edici özellik, tüm dünyaya yayılmadan önce bile belirgindi. Bir yandan, dikkate değer ya da özgün düşünebilen çok az kişiyi çıkarmıştı; Fichte gibi istisnai örnekler hariç tutulursa. Düşünsel olarak yapılandırılmış bir doktrin olarak, çağdaşları olan sosyalizm ve liberalizmle kıyaslandığında çok daha zayıf ve sığdı. Öte yandan, tam da bu göreli düşünsel boşluğu sayesinde son derece esnek ve biçimlendirilebilir hale gelmişti; kapitalizmle ya da sosyalizmle pek çok farklı bileşim kurabiliyordu – bir yanda 1914’teki emperyalist savaşlara yakıt sağlayan şovenizm ve onun devamı olan 1939’daki faşizm, diğer yanda Üçüncü Dünya’daki ulusal kurtuluş devrimleri. Ulusal idealin dünya çapındaki zaferi, modern dünyada ideolojik sistemlerin içsel tutarlılığı ya da entelektüel derinliği ile kitleleri seferber etme gücü arasında zorunlu bir ilişki olmadığını açıkça ortaya koydu.

8

20. yüzyılın başları, emperyalist dünyanın çevresindeki bazı kilit ülkelerde bir dizi büyük devrime sahne oldu: sırasıyla Meksika, Çin, Rusya, Türkiye. Bu devrimler, önemli karşıtlıklar içeren bir küme oluşturur. Devrim sürecinin seyrini ve sonucunu biçimlendirmede fikirlerin rolü en çok Rusya ve Çin’de belirgindi; halkın seferberliği en güçlü biçimde Meksika ve Rusya’da yaşandı; milliyetçi söylem ise en çok Türkiye’de etkili oldu. Çin’deki 1911 Cumhuriyet Devrimi başarısızlıkla sonuçlandı, ama onun ardındaki yoğun düşünsel çalkantı varlığını sürdürdü ve sonunda 1949’daki komünist devrime akacak kanalları oluşturdu. Türkiye’deki Kemalist toparlanma, yeni rejim kurulduktan sonra benimsenen eklektik fikirler dışında, millî kurtuluş dışında pek az düşünceye dayanıyordu. Bu dönemin en büyük altüst oluşlarını ise Meksika ve Rusya devrimleri oluşturur ve bu ikisi en çarpıcı karşıtlığı sunar. Meksika’da büyük ölçekli bir toplumsal sarsıntı yaşanmış ve on yıl süren bir devrim gerçekleşmişti, ama bunu başlatan ya da içinden çıkan gelişmiş bir fikirler sistemi yoktu. Teorik düzlemde bakıldığında, bu dönemde gelişkin bir ideolojiye sahip olanlar devrimciler değil, onların devirdiği rejimdi: Geç Porfiriato döneminin científico pozitivizmi. Burada, eğer herhangi bir yerde olmuşsa, muazzam ölçekli siyasal eylemler, kurumsal ya da toplumsal adalete dair ilkel fikirlerin ötesine geçmeyen düşüncelerle gerçekleştirilmiştir: tarihsel değişime dair aşırı entelektüalist yaklaşımlar için büyük bir derstir bu. Devrimin çıplak gerçekliğinin bedelini nihayetinde ne ölçüde ödediklerini ise yalnızca Meksikalılar söyleyebilir; zira PRI devleti, Obregón döneminden itibaren o gerçekliğin üzerine kuruldu.

Rus Devrimi ise çok farklı bir örüntü izledi. Çarlık rejimi, halkın savaştan ve açlıktan kaynaklanan kendiliğinden hoşnutsuzluğu ile devrildi – başlangıçta fikirlerle hiç ilgisi olmayan, Meksika’daki Madero isyanından bile daha fikirsiz bir kalkışmaydı. Ama birkaç ay içinde Bolşevikler, Zapata ya da Villa’yı harekete geçirenlerle aynı derecede temel taleplerle –ekmek, toprak ve barış–halkı seferber ederek iktidara geldi. Ama iktidara geldiklerinde Lenin ve partisi, dönemin en sistemli ve kapsamlı siyasal ideolojisine sahipti. Bu durumda, devrimin nedenleri ile karakteri, yani maddi kökenleri ile düşünsel hedefleri arasındaki gerilim, Fransa’daki 1793 Jakoben rejimini andırır, ama çok daha uç noktadadır. Sovyet devletinin Bolşeviklerce yaratılan başarıları da suçları da PRI devletinin katbekat ötesine geçmiştir; yetmiş yıl sonra, daha da apokaliptik bir çöküşle sona ermiştir – bu da epik ölçekte bir ideolojik iradeciliğin bedelidir.

9

Ekim Devrimi’nin etkileri elbette yalnızca Rusya’yla sınırlı kalmadı. Yaşamının sonlarına doğru Marx, Rusya’nın tam anlamıyla kapitalist bir gelişme sürecinden geçmeden, halkçı bir ayaklanmayla Avrupa’da zincirleme bir devrim dalgasını tetikleyebileceğini öngörmüştü. Lenin’in stratejisinin temelinde de bu anlayış yatıyordu: Rusya gibi geri kalmış ve yalıtılmış bir ülkede sosyalizmin tek başına inşa edilebileceğine dair bir inanç değil; tam tersine, Sovyet deneyiminin, üretici güçlerin gelişkin olduğu ve üreticilerin özgürce örgütlenebileceği maddi koşulların bulunduğu Batı Avrupa’da proleter devrimleri tetikleyeceğine dair güçlü bir umut. Ama tarih bambaşka bir yönde gelişti: Gelişmiş Batı’da devrim olasılığı tıkandı, devrim, daha da geri kalmış Doğu toplumlarına yayıldı. Böylece Marksizmin siyasal düzlemdeki muazzam başarısı, bir bakıma onun teorik varsayımlarını en güçlü biçimde boşa çıkaran gelişme oldu. Ekonomik altyapının üstyapıyı belirlediği düşüncesi şöyle dursun, Marksist-Leninist ideoloji – az ya da çok Stalinistleştirilmiş haliyle– kapitalizmin bulunmadığı yerlerde bile onu aşan toplumlar yaratabiliyor gibi görünüyordu. Bu da Marksizm içinde, 1960’lar ve 70’lerde popülerleşen bir görüşü doğurdu: üretici güçlerden ziyade üretim ilişkilerinin öncelikli olduğu, hatta bu ilişkilerin üretici güçleri belirlediği fikri. Ama Marx’ın içgörüleri bu kadar kolay tersine çevrilemezdi. Nihayetinde, üretici güçler intikamlarını aldılar: devrimlerin asıl gerçekleşmesi gereken yerlerin daha yüksek ekonomik verimliliği, sonunda devrimlerin gerçekleştiği yerleri –yani Sovyetler Birliği’ni– bastırıp ezdi.

Peki, mücadelenin karşı cephesinde, yani kapitalist tarafta, düşünceler nasıl bir rol oynuyordu? Kapitalizm, kendisini açıkça tanımlayan bir ideolojik sistem olarak hiçbir zaman güçlü bir düşünsel çerçeve sunamadı. Komünizme karşı verdiği mücadelede bu eksiklik hiçbir zaman tam anlamıyla giderilemedi. Hatta “kapitalizm” sözcüğünün kendisi bile, sistemi savunmak için değil, onu eleştirmek amacıyla kullanılan bir terim olmayı sürdürdü; bu kavram esasen muhaliflerin diliyle şekillendi, sistemin kendi kendini tanımladığı bir ad olmaktan çok, karşıtlarının yönelttiği bir suçlama işlevi gördü. Ama yüzyılın ortasında başlayan Soğuk Savaş, bu iki düşman blok arasında her cephede bir mücadele anlamına geldiğinden, kapitalist cephenin ideolojik olarak yeni bir etkililik ve yoğunluk düzeyine erişmesini zorunlu kıldı. Bunun sonucunda Batı dünyasında çatışmanın anlamı yeniden tanımlandı: çatışma artık kapitalizm ile sosyalizm arasında değil; demokrasi ile totalitarizm, 1984’ün dünyasıyla Özgür Dünya arasındaydı. Bu inşanın daha geniş ölçekteki ikiyüzlülükleri bir yana –sözde Özgür Dünya, elbette çok sayıda askerî ve polis rejimini de içeriyordu– bu çerçevenin Stalinist Doğu karşısında Kuzey Atlantik Batı lehine bazı gerçek üstünlüklere denk düştüğü açıktır.  Bloklar arası rekabette “demokrasi” bayrağı, aslında bu kavramın en az ihtiyaç duyulduğu bir zeminde, yani gelişmiş kapitalist ülkelerin halkları arasında belirleyici bir avantaj sağladı; zira bu halkları, yaşadıkları koşulların tercih edilirliği konusunda ikna etmeye pek de gerek yoktu. Buna karşılık, Batılı demokrasilerin bir zamanlar egemenlik kurduğu eski ya da yarı sömürge dünyada bu fikirler çok daha az etkiliydi. Ama Doğu Avrupa’da ve –daha sınırlı biçimde de olsa– Sovyetler Birliği’nde Orwellvari imgeler daha büyük bir yankı buldu; Amerikan demokrasisinin erdemlerini vaaz eden Özgür Avrupa Radyosu ya da Radio Liberty gibi yayınlar, Soğuk Savaş’ın nihai zaferine kesinlikle katkıda bulundu. Yine de kapitalizmin komünizm karşısındaki zaferinin esas nedeni daha yakındaydı, çok daha yüksek düzeydeki maddi tüketimin cazibesindeydi; bu cazibe yalnızca yoksul kitleleri değil, Sovyet blokunun bürokratik seçkinlerini –belki de yoksullardan daha fazla– Batı’nın yörüngesine kaçınılmaz biçimde çekti. Basitçe söylemek gerekirse, bu çatışmanın sonucunu belirleyen Özgür Dünya’nın göreli üstünlüğü seçim değil, alışveriş yapma alanında yatıyordu.

10

Soğuk Savaş’ın sona ermesi, bütünüyle yeni bir yapı doğurdu. Tarihte ilk kez, kapitalizm –serbest piyasalar üzerine kurulu ideal bir düzenin inşa edildiğini ve toplumsal gelişmenin bir son noktasına ulaştığını, bundan öteye anlamlı bir ilerlemenin artık tahayyül edilemeyeceğini savunan bir ideolojiyle birlikte– kendini açıkça kapitalizm olarak tanımladı. Yaklaşık yarım asırdır dünya çapında hüküm süren egemen inanç sistemi olan neoliberalizmin asli mesajı budur. Kökenleri, savaş sonrası dönemin hemen sonrasına uzanır. O sıralarda, Batı’daki yerleşik düzen hâlâ Büyük Bunalım’ın şokuyla sarsılmış durumdaydı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlenerek çıkmış işçi hareketlerinin baskısıyla karşı karşıyaydı. İlkine dönüş riskini savuşturmak, ikincisini ise sistem içine çekmek amacıyla, hükümetler her yerde iktisadi çevrimleri kontrol altına almayı, istihdamı sürdürmeyi ve en az varlıklı kesimlere belli bir maddi güvenlik sağlamayı amaçlayan ekonomik ve sosyal politikalar benimsediler. Keynesyen talep yönetimi ve sosyal demokrat refah anlayışı dönemin alametifarikalarıydı; ikisi birlikte, kapitalist dünyada o zamana dek görülmemiş ölçüde devlet müdahalesi ve mali yeniden dağıtımı mümkün kıldı. O sırada bu egemen ortodoksiye karşı çıkan küçük bir radikal düşünürler azınlığı, devletin bu türden yönlendirici müdahalelerinin uzun vadede ekonomik canlılık ve siyasal özgürlük açısından yıkıcı sonuçlar doğuracağını savunuyordu. Neoliberal muhalefetin önde gelen aklı ve temel örgütleyicisi olan Friedrich von Hayek, dünyanın dört bir yanından fikirdaşlarını yarı-gizli bir etki ağı olan Mont Pèlerin Topluluğu’nda bir araya getirdi. Bu grup, çeyrek asır boyunca saygın kamuoyu nezdinde marjinal kaldı; görüşleri görmezden gelindi ya da alaya alındı.

Ne var ki 70’lerin başında yaşanan stagflasyon krizi ve ardından gelen yirmi yılda dünya kapitalist ekonomisinin uzun süreli durgunluğa sürüklenmesiyle bu katı ve ödünsüz doktrin giderek öne çıktı. 80’lere gelindiğinde, radikal sağ ABD ve Britanya’da iktidarı ele geçirmişti; diğer tüm hükümetler de krizi aşmak için neoliberal reçeteleri uygulamaya koydu: doğrudan vergilerin azaltılması, finans ve emek piyasalarının deregülasyonu, sendikaların zayıflatılması, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi. 50’ler ve 60’larda kendi ülkelerinde değeri bilinmeyen bir peygamber konumunda olan Hayek, artık Reagan, Thatcher ve diğer devlet başkanları tarafından çağın pratik vizyoneri olarak kutsanıyordu. 1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği komünizminin çöküşü, Hayek’in sosyalizmin sadece bir “ölümcül kuruntu” olduğuna dair uzun süredir taşıdığı inancın bir teyidi gibi görüldü.

Ama neoliberal yükselişin doruk noktası 90’lı yıllar oldu – çünkü artık ne Soğuk Savaş’ın dost–düşman kutuplaşması mevcuttu, ne de radikal sağın iktidarda olması gerekliydi. Gelişmiş kapitalist dünyada merkez-sol hükümetler, seleflerinin neoliberal politikalarını sarsılmaz bir şekilde sürdürdüler; retorikte bir yumuşama ve bazı tali ödünler verilmiş olsa da, Avrupa ve Amerika’da siyaset istikrarlı biçimde aynı yöne sürüklendi. Gerçek hegemonya –salt egemenlikten farklı olarak–yalnızca açık destekçilerinin değil, sözde muhaliflerinin de fikirlerini ve eylemlerini şekillendirme kapasitesiyle ölçülür. Görünüşte Clinton ve Blair, Schröder ve D’Alema’nın, (Cardoso ve de la Rúa’dan söz etmeye bile gerek yok) hepsi de 80’lerde hüküm süren birikim ve eşitsizlik doktrinlerini reddederek iktidara gelmişti. Fiiliyatta ise bu doktrinleri muhafaza ettiler, hatta genişlettiler.

11

Kuzey Atlantik kuşağında merkez-solun geçirdiği bu dönüşümün ötesinde, neoliberal hegemonya aynı dönemde gezegenin en uzak köşelerine kadar yayıldı. Hayek ya da Friedman hayranları artık La Paz’dan Pekin’e, Auckland’dan Yeni Delhi’ye, Moskova’dan Pretoria’ya, Helsinki’den Kingston’a kadar tüm maliye bakanlıklarında bulunabiliyordu. Daniel Yergin ve Joseph Stanislaw’ın The Commanding Heights (1998) adlı kitabı, çağın “büyük dönüşümünün” panoramik bir tasvirini sundu – bu dönüşüm, Karl Polanyi’nin Viktoryen çağdaki klasik liberalizmin ortaya çıkışı üzerine yazarken betimlediği dönüşüm kadar köklü, ama çok daha geniş çaplıydı. Elbette Polanyi’nin anlatısından farklı olarak Yergin ve Stanislaw, neoliberalizmin küresel zaferine duydukları coşkulu hayranlığı gizlemiyorlardı; serbest piyasaların getirdiği özgürleştirici değişimi kutluyorlardı. Bu sürecin yanında ikinci büyük gelişme ise ABD ve Avrupa Birliği öncülüğünde yürütülen insan hakları seferberliğiydi. Çünkü neoliberal düzende her tür müdahalecilik kınanmıyordu. Ekonomik müdahale –yeniden dağıtım amacı taşıyorsa– eleştirilirken, askeri müdahale benzeri görülmemiş şekilde icra ediliyor ve alkışlanıyordu. Körfez Savaşı hâlâ Batı’nın petrol çıkarlarını güvence altına almak üzere yürütülen daha eski bir modelin parçası olsa da, onu izleyen müdahaleler yeni parametreler belirledi. Irak’a uygulanan ambargo ve Clinton ile Blair tarafından yoğunlaştırılan bombardımanlar yalnızca cezalandırıcı bir “insani” girişimdi. Yugoslavya’ya karşı yürütülen hava saldırısıyla kapsamlı bir savaş başlatmak için NATO’nun artık BM’yi bir incir yaprağı olarak bile kullanmasına gerek kalmamıştı – bu tür diplomatik onaylar ancak sonradan alınıyordu. İnsan hakları adına, uluslararası hukuk tek taraflı biçimde yeniden tanımlanarak, Washington ya da Brüksel’in hoşuna gitmeyen her küçük devletin egemenliği ihlal edilebilir hale geldi.

Bu askerî tahakkümün tırmanışını başlatan merkez-sol versiyonu olsa da, emperyal kudret vizyonu neoliberal doktrinin içinde zaten mevcuttu. Nitekim Hayek, Anglo-Amerikan iradesine direnç gösteren ülkelere hava saldırıları düzenleme fikrine öncülük etmiş, 1979’da İran’a ve 1982’de Arjantin’e yıldırım hava saldırıları düzenlenmesi çağrısı yapmıştı. Gramsci’nin hegemonya anlayışında hegemonyann ideolojik ikna gücüne dayandığı vurgulanır – hegemonya, fikirlerle onay alma gücüdür. Ama Gramsci hiçbir zaman bu onayın silahlı baskıyla desteklenmesini hafife almadı, yahut unutmadı. Onun gözünde hegemonik bir düzenin tam formülü “rıza artı zor” idi. Dönemin hegemon gücünün hâlâ başında olduğu neoliberal evren, bu iki koşulu da fazlasıyla yerine getirmiştir. Bugün bu hegemonya artık tartışmalı hale gelmiş durumda – bunun sebebi esas olarak Wall Street’in 2008’deki çöküşü sonrasında krizin borç artışıyla yönetilmesi değil, Çin’den yükselen rekabet tehdidinin Batı’da serbest ticaretten geri adım atılmasına ve devlet sübvansiyonlarına yönelime yol açmasıdır. Buna, dünya genelinde toplam borç dağının daha da büyümesi eklenmiştir. Yine de, küresel ölçekte geçerli bir fikirler sistemi olarak neoliberalizme tutarlı bir alternatif hâlâ mevcut değildir.

12

Neoliberalizmin gücünü yalnızca ekonomik hâkimiyetinde aramamak gerekir. Zira onun altında, çok daha eski bir fikirler ve değerler bütünlüğü yatar: 19. yüzyılda “liberal” adını almış olan bir düşünsel miras. Bu iki kavram arasındaki ilişki, neoliberalizmin baskınlığıyla birlikte gündeme gelen en merkezî fakat en az tartışılan meselelerden biridir. Günümüzdeki neoliberalizm özünde ekonomik bir doktrinken, liberalizm esas olarak siyasi bir doktrinler kümesiydi ve ilk kez sistematik biçimde bir dünya görüşü olarak Britanya’da değil, Fransa’da –Constant, Guizot ve Royer-Collard’ın düşüncelerinde– biçimlendi; ancak ondan sonra Bastiat’nın çalışmalarıyla iktisat teorileri haline geldi. Sonraki kuşakta Tocqueville Fransa’da, yakın dostu John Stuart Mill ise Britanya’da siyasal ve ekonomik tartışmalarda eşit derecede üretkendi. Bu klasik liberalizmin temel ilkeleri arasında özel mülkiyetin korunmasının yanı sıra keyfi yönetime karşı anayasal sınırlamalar, sınırlı oy hakkıyla temsilî hükümet ve bireysel özgürlüklerin güvence altına alınması da yer alıyordu – Constant’ın formülasyonuyla, yurttaşların kamusal işlere etkin katılımına dayanan kadim özgürlükten farklı olarak “modern özgürlük”. Yüzyılın sonunda, sanayileşme işçi sınıfını devletin istikrarı için bir şekilde düzene entegre etmeyi gerektirdiğinden, oy hakkı genişletildi; sonraki yüzyılda ise uzun mücadeleler sonucu yalnızca erkek işçilere değil, kadınlara da bu hak tanındı. Zamanla bunlara “liberal demokrasiler” denmeye başlandı. Batı’da kitlelerin bu siyasal sistemlere bağlanması, çoğu zaman ilan edilen halk egemenliği idealinden ziyade güvence altına alınan sivil özgürlükler sayesinde oldu – ve bu da “Özgür Dünya” iddiası için sağlam bir sosyolojik temel sundu.

20. yüzyılın son yirmi yılında ekonomik anlamda galip gelen neoliberal ideoloji, bu önceki inanç sisteminin üzerine bindi; ondan türemişti ama ona indirgenemezdi. Hem yaş bakımından daha eskiydi bu sistem –Batı’nın gelişmiş ülkelerinde– hem de içerik bakımından daha zengin ve daha çeşitliydi: klasik laissez-faire’i (“bırakınız yapsınlar”) reddeden, hatta kapitalist özel mülkiyeti tümüyle dışlayan liberal düşünürler bile vardı – kariyerlerinin farklı evrelerinde Russell ve Dewey gibi. Neoliberalizm ise doğası gereği daha sığ bir düşünce bütünlüğüydü; klasik anlamdaki liberalizme göre halk nezdinde daha az çekiciydi. Kapitalizmin kendisine benzer biçimde –ki neoliberalizm onun en radikal ifadesi ve kuramsallaştırmasıdır– neoliberalizm de en kurnaz savunucuları tarafından inkâr edilmek istenen bir kavramdı; sanki hoşnutsuzların uydurduğu bir karalama terimiymiş gibi. Financial Times ya da The Economist sütunlarında “neoliberal” terimi ya sadece tırnak içinde anılır ya da tamamen dışlanır. Neoliberalizmin öncü teorisyenlerinin demokrasiye dair ürkütücü açıklamaları göz önünde bulundurulduğunda, bu tür bir kaçınmanın nedeni anlaşılır hale gelir: Mises, faşizmi İtalya’da sosyalizme karşı bir kurtuluş olarak selamlamıştı; Hayek genel oy hakkının ortadan kaldırılmasını açıkça savunmuştu. Her ikisi için de hukuk devleti (Rechtsstaat) demokrasiden daha yüksek bir değerdi – çünkü demokrasi ona tehdit oluşturabilirdi ve gerektiğinde sınırlandırılmalıydı. Bu tür fikirler, ciddi tirajlara ya da geniş seçmen kitlelerine dayanan yayın organlarının veya siyasetçilerin rahatça itiraf edebileceği şeyler değildir.

Peki o hâlde, doktrinleri daha sığ ve savunucuları daha az olduğu halde, neoliberalizm nasıl oldu da dayandığı liberalizmden çok daha güçlü ve yaygın bir ideolojiye dönüştü? Bu sorunun cevabı, herhangi bir Marksist için aşikârdır: Gelişmiş bir toplumun maddi altyapısı, tüm diğer şeylerin üzerine bina edildiği zemindir – bu olmadan ne bürokrasi, ne ordu, ne meclis, ne medya, ne hastane veya okul, ne cezaevi, ne yüksek ne de popüler kültür olabilir: her şeyin işleyebilmesi için çalışan bir ekonomi gerekir. Dolayısıyla, lüzumsuz bulunduğunda liberal anayasalar ya da parlamentolar, liberal gazeteler veya podcast’ler, liberal sanat ya da inançlar ortadan kaldırılabilir – ama işler haldeki bir ekonomik sistem ortadan kaldırılamaz. Bu her türlü siyasal ya da kültürel düzen için vazgeçilmezdir. Neoliberalizmin temel iddiası da tam olarak budur: Artık yalnızca bir tane geçerli sistem vardır – Thatcher’ın meşhur vecizesiyle “Başka Alternatif Yok”. Neoliberal ilkelerin arzu edilir bulunarak olumlu şekilde onaylanması gerekmez; bunların kaçınılmaz olduğuna dair olumsuz bir teslimiyet yeterlidir. Nitekim herhangi bir hükümetin ilk kez radikal ve uzun süreli bir neoliberal programı uygulamaya koyduğu ülke, Latin Amerika’da Pinochet’nin acımasız diktatörlüğü olmuştur. Neoliberalizm, Birinci Dünya’daki liberal altyapıya ihtiyaç duymaksızın, eski İkinci ve Üçüncü Dünya ülkelerinde neredeyse evrensel bir yayılıma ulaşabilmiştir. Yarım asır sonra bile, hâlâ dünya tarihinin en başarılı siyasal ideolojisiyle karşı karşıyayız.

13

Bu değerlendirmeye şiddetle karşı çıkanlar da vardır. Gelişmiş ülkelerde neoliberalizme yöneltilen itirazlar erken dönemde başladı ve kabaca şu hat üzerinde ilerledi: Eleştirmenlere göre, neoliberal doktrinlerin etkisini olduğundan fazla değerlendirme tehlikesine karşı uyanık olunmalıdır. Elbette, 1950’ler ve 60’lardaki dünyadan farklı bir döneme girilmişti; piyasalar devletler aleyhine güç kazanmıştı ve işçi sınıfı artık eskisi kadar etkili değildi. Ama 1979’da Thatcher’ın zaferini milat alan son yirmi-otuz yılı bir çağ olarak değerlendirirsek, en azından gelişmiş ülkelerde kamu harcamaları yüksek kalmaya devam etti, refah sistemleri ise az çok yerli yerindeydi. Yüzeyde göründüğünden çok daha az şey değişmişti; neoliberal fikirlerin bunlar üzerinde kayda değer bir etkisi olduğu düşüncesi bir hataydı: savaş sonrası konsensüsü istikrarlı kılan daha derin sosyolojik sabiteler mevcuttu. Üstelik fikirler alanında bile, neoliberalizmin sert reçetelerini benimseyen siyasetçilerin sayısı, onu reddedenlerden çok daha azdı; bu fikirlerin gerçek cazibe alanı oldukça dardı. Ne de olsa Clinton ve Blair, hem neoliberalizme hem de eski tarz devletçiliğe eşit mesafede duran Üçüncü Yol’dan yana olduklarını açıkça belirtmemiş miydi? Aynı şekilde, Schröder’in “Yeni Merkez”e (Neue Mitte) sıkı bağlılığı ya da Jospin’in, açık bir şekilde “piyasa toplumu” değil ama “piyasa ekonomisi”nden yana olduğunu beyan etmesi ne olacak? Sonrasında Bush’un “hiçbir çocuk açıkta kalmayacak” şiarıyla yürüttüğü şefkatli muhafazakârlığı, Obama’nın “umut cesareti”, Merkel’in “borç freni”, Hollande’ın “sorumluluk paktı”, Abe’nin “üç ok” politikası, Biden’ın “enflasyonu düşürme” hedefi ve Macron’un “ulusal sözleşmesi” ile karşılaştık; ya da en sade ve en boş hâliyle, tam tersine işaret etmek için kullanılan Starmer’ın “değişim” söylemini (artık ne kadar değişimse…).

Bu alışıldık itirazlardan bazıları diğerlerinden daha güçlüdür. Neoliberal fikirlerin kendi başına büyüleyici bir siyasal ikna gücüne sahip olduğunu ileri sürmek elbette abartı olur. Tüm büyük ideolojiler gibi, bu ideoloji de her zaman duygusal tamamlayıcılara –tipik olarak milliyetçiliğe– ve maddi pratiklere –araçsal ya da törensel– ihtiyaç duymuştur. Bu arada neoliberal hegemonyanın pratik temeli, çağdaş kapitalist toplumlarda gündelik hayatın merkezine yerleşmiş özelleştirilmiş mal ve hizmet tüketiminin arz ettiği öncelikte aranmalıdır; bu tüketim biçimi son kırk yılda eşi benzeri görülmemiş düzeylere ulaşmıştır. Ayrıca, dünya çapında finans piyasalarında ekonomik faaliyetin merkezine yerleşen spekülasyonun yükselişi de bu hegemonyanın temelidir; spekülasyon, bireysel emeklilik ve yatırım fonlarının kitlesel biçimde pazarlanması yoluyla toplumsal dokunun en küçük hücrelerine kadar sızmıştır – ve bu gelişme daha yeni başlamıştır, Kuzey Amerika’dan Avrupa’ya, oradan Güney yarımküreye yayılmaya devam etmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde kamu harcamaları yüksek kalmış olsa da, bunlar artık giderek melezleşmiş, özel sermaye enjekte edilerek sulandırılmıştır; bu sermaye, hastanelerden cezaevlerine, vergi tahsilatından kamu hizmetlerine kadar her alana nüfuz etmektedir – ki bunlar eskiden kamu otoritesine ya da kolektif hizmet sistemlerine ait dokunulmaz alanlar sayılırdı. Neoliberal hegemonya, her toplumda farklılık gösterebilen belli başlı yenilikler dayatmaktan çok, mümkün olanın sınırlarını belirlemektedir.

Bu hegemonyanın genel etkisini ölçmenin iyi bir yolu, Atlantik bölgesinin dışında kalan tüm Kuzey ülkelerinin, sözde siyasi renkleri ne olursa olsun, askerî ablukalar, işgaller veya müdahaleler gibi zorunluluklara uyum sağladığını gözlemlemektir. Bir zamanlar dış politikada belli bir bağımsızlık görüntüsü veren İskandinav sosyal demokrat hükümetleri bile artık Batı’nın büyük yırtıcılarının yanında dolaşan çakallar gibi hareket etmektedir. Örneğin Norveç, Filistin’de İsrail egemenliğinin pekiştirilmesine yardımcı olmuş; Finlandiya, Yugoslavya’nın bombalanmasına aracılık etmiş; İsveç, Teröre Karşı Savaş operasyonlarını desteklemiş; bu dört ülke de Ukrayna konusunda Batı blokunun yanında yer almıştır. Üçüncü Yol’un neoliberalizme alternatif olabileceği yönündeki retoriğin kofluğu ise, neoliberalizmin kalıcılığının her zaman en güçlü kanıtı olmuştur.

14

Bu tarihin sol için sunduğu dersler nelerdir? En başta gelen ders şudur: siyasi eylemin dengesi ve tarihsel değişimin sonuçları açısından fikirler son derece önemlidir. Modern çağda büyük ideolojik etkiler yaratan üç temel örnekte de aynı örüntü karşımıza çıkar: Aydınlanma, Marksizm ve Neoliberalizm. Her üçünde de, oldukça gelişmiş düşünce sistemleri, başlangıçta çevrelerindeki siyasal ortama yabancı, onunla gerilim halinde ve kısa vadede etkili olma umudu taşımaksızın ortaya çıkmıştır. Bu fikirler, başlangıçta etkisiz görünseler de, büyük bir nesnel kriz patlak verdiğinde –ki bu krizlerin nedeni bu fikirlerin kendisi değil, başka etkenlerdir– daha önce sessizce birikmiş entelektüel kaynaklar haline gelmiş ve bir anda büyük bir güç kazanarak olaylara yön veren, toplumu seferber eden ideolojilere dönüşmüştür. 1790’larda, 1910’larda ve 1980’lerde hep aynı model tekrarlanmıştır. Fikirler ne kadar radikal ve ödünsüz olursa, kriz koşulları içinde etkileri de o kadar kapsamlı olur. Bugün hâlâ dünyanın büyük bölümünde egemen olan tek bir ideolojiyle karşı karşıyayız. Direniş ve itiraz hâlâ sürüyor, ama sistemli ve ödünsüz bir ifade biçiminden hâlâ yoksun. Deneyimler gösteriyor ki böylesi bir ifade, var olan düzenle zayıf bir uyum arayışından ya da onu örtük biçimde kabul eden laf cambazlıklarından doğmayacak. Bunun yerine ihtiyaç duyulan şey, bambaşka bir ruhtur: dünyanın olduğu hâliyle, sağın küstah iddialarına, merkezin konformist efsanelerine ve sol adına konuştuğunu iddia eden ama bu ismi hak etmeyen kesimlerin vicdan rahatlatıcı kolaycılıklarına taviz vermeyen serinkanlı ve gerektiğinde yıkıcı bir analiz. Dünyayı sarsamayan fikirler, onu dönüştürme gücüne de sahip olamaz.


İngilizceden çeviren: Barış Özkul


New Left Review'un Ocak-Şubat 2025 sayısında yayınlanmış, Perry Anderson'ın izniyle Türkçeye çevrilmiştir.