Neoliberalizmin en işlevsel alameti farikası ne kadar berbat bir sistem olursa olsun her zaman sorumluluğu/suçu bireye yükleyebilmesinde. Kendi yaşamında özgür olduğu iddiasıyla hayatlarımızdaki başarısızlıklardan yaşadığımız tüm yoksulluklara her şeyin tek bir suçlusu var, o da “girişimci birey”ler olarak kendimiz. Yetişkin olmayı, bireysel kararlarının ve bu kararlardan doğan sonuçların sorumluluğunu almaya endeksleyen bizler için normal olan da bu zaten. Her daim suçlu olmak.
Yeni bir hayatta kalma biçimini zaruri kılan covid-19 gölgesinde geçirdiğimiz 2020 yılının da bilişsel, davranışsal, fiziksel, sosyal ve duygusal etkilerinin içinde en yaralayıcı olanı “birine hastalık bulaştırır mıyım” yönündeki kaygılarımızın her an gerçekleşmesi ihtimalinin, kurumlar ve uzmanlar tarafından bir suçluluk duygusu olarak sürekli işlenmesi, pekiştirilmesiydi. Maske, mesafe ve temizlik olarak formüle edilen bu yeni yaşam biçiminin, kalabalıklara karışmadığımız, karışsak da maskemizi taktığımız, yanımızdan kolonyamızı, dezenfektanımızı ayırmadığımız bir bireysel sorumluluk alanı, ödevi olduğu söylendi. Zira yetkili kurumlarca yapılan açıklamalara göre kolayca bulaşan bu hastalığın bulaş zincirini kırmak için gerekli olan şey, hastalıktan korunma isteği ve hastalığı yaymamaya yönelik bilinç düzeyiydi. Çözüm basitti; hastalık, kurumlar değil, potansiyel hasta olarak her bir birey kendisini kontrol altına alırsa bulaş zinciri kırılırdı.
Pandeminin süresi uzayıp, evde kalmak için gerekli maddi destek sağlanmadıkça, dışarısıyla da aramıza mesafeye koyamaz hale geldik. Nitekim kendi kontrolümüzde olduğuna inan(dırıl)dığımız bu basit çözümün o kadar da kontrolümüzde ve o kadar da basit olmadığını deneyimlemeye başladık. “Hepimiz aynı gemideyiz” gibi kolektif bir kaderdaşlık halini imleyerek başlayan bu süreçte yalısının bahçesinde spor yapanları görüp, sokağa çıkma yasağını ihlal edebildiği için ayrıcalıklı sandıklarımızın, sandığımız gibi dışarıda değil, dışarısını aratmayacak evlerinde olduklarını anladığımızda, bu pandemi sürecinin bir Titanik kafası misali zenginlerin filikalarına binip kurtulabileceği sınıfsal bir ayrım ekseninde tecrübe edildiğine bir kez daha ikna olduk.
Uzmanların hayatta kalmamızı sağlayacak en basit ve ucuz çözüm önerileri arasında yer alan evde kalmanın, ya da hiç olmadı gün içerisinde dışarıdayken birkaç maske değiştirip kolonya/dezenfektan kullanmanın herkes için imkânlı olmadığı görüldü. Birçokları için problem maske değiştirmek/almak değil, ekmek alacak parayı kazanmaktı. Geldiğimiz noktada evden çalışma imkânı olanlar, var olan birikimiyle bir süre çalışmadan idare edenler süreci iyi kötü götürürken; dışarıya çıkıp çalışmadığı takdirde geçinebilme ihtimali olmayanlar için “maske-mesafe-temizlik” yeni bir yaşam biçimi formülü olmaktan uzaktı. Önemli bir kesim için geçinmekle hasta olmak arasında yapmak zorunda bırakıldıkları tercih bireysel sorumluluklara indirgendi ve bu, sosyal devletin görevi söz konusu dahi yapılmayarak başarıldı.
İşte bu mentaliteyi takip eden kamu spotlarında hastalanan bireylerin iç seslerini duyar olduk. Bir kadın aylar sonra üç kuruş indirimli alacağı parfüm için alışverişe gidip hastalık kapmıştı. Bir anne ise kızının düğünlerin yasak olduğu yönündeki uyarılarına rağmen, eşe dosta ayıp olur diyerek, biricik kızlarının nikâhını koca bir düğüne çevirmiş, vebal almıştı. Hasta olduğunu bilmediğini söyleyen bir adamsa, bir cenazeye katılmış ve hastalığı başkalarına da bulaştırmıştı. Bu kişiler, farklı yerlere giden farklı insanlar olmalarına karşın biz hep aynı kaygılı iç sesi duyduk: “Ya başkalarına da bulaştırdıysam, ya başkalarını da hasta ettiysem, nasıl bakarım yüzlerine.” Kamu spotlarında hastaların izole bir odada, hortumlara bağlanmış yapayalnız bir haldeyken yaptıkları bu iç muhasebenin iki amacı var. Bunlardan birincisi, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” anlamında dışarı çıkma niyeti olanlara bir gözdağı sunar. Eğer kendinizi sevdiklerinizden uzakta, hastalığı sevdiklerinize bulaştırıp bulaştırmadığınızı dahi bilemeden, hortumlara bağlı bir halde, üstelik de bu büyük vicdani yükle yatarken bulmak istemiyorsanız, sorumluluğunuzu yerine getirip maske-mesafe-temizlik kuralına uyun. İkincisi ve asıl sindirilmesi zor olansa hastalananların hepsinin kendi hatası yüzünden hastalananlar olarak yansıtılması ve dolayısıyla yaşananlardan kendilerini suçlamaları. Böyle durumlar yaşandı mı? Hiç şüphesiz. Peki, gerçekten de pandemi koşullarında dışarı çıkmak yalnızca bizlerin bireysel kararına kalmış bir lüks mü? Elbette ki değil. Zira çalışanlar, internet olmadığı için çeken bir yere giderek dersini dinlemek zorunda kalan öğrenciler ya da ambulans bulamayıp covid testi yaptırmaya toplu taşımaya binerek gidenler, işten çıkarma yasaklanınca kısa çalışma ödeneği yüzünden maaşı düşüp, ek iş yapmak zorunda kalanlar gerçeğin oldukça önemli ve büyük bir kısmı. Bütün bunlar olurken; bizlere yalnızca öğütler veren, verirken de sanki sorunsuz işleyen bir mekanizmaymış, yaşananlara dair hiçbir dahli yokmuş gibi seyirci kalan devlet kurumları her fırsatta sorumsuzluklarını ilan etti. Kulak verdiğimizde daha ucuz parfüm almak için indirime hücum edenleri, biricik kızlarına anlı şanlı düğün yapmak isteyenleri suçlayan kamu spotlarında bazılarının keyfiliği yüzünden hastalığın yayıldığına inanmaya bir adım daha yaklaştırıldık.
Bu sırada kamu spotlarına bir de hafta sonu sokağa çıkma yasaklarında kimlere ceza kesildiğine ilişkin yapılan haberler eklendi. Bu haberlerin odağında alkol içip, kumar oynamak için dışarı çıkanlar vardı. Üstelik haberlerin altmetninde söz konusu kişiler şuursuz, keyif düşkünü, benciller olarak verildi, hatta suçlu olarak itham edildiler. Sonuçta gerçekten sadece bu haberlere odaklandığımızda, evi olmadığı için sokakta yaşayanları, televizyonu olmadığı için sokağa çıkma yasağından bihaber olanları, “sobalı evimde oturmayı ben de bilmez miyim ama geçinemiyorum” diyenlerden ziyade kumarhane baskınlarını, her alkol alanın zilzurna sarhoş olduğunu düşündürecek görüntüleri izledik. Yalnızca bu haberlerde gördükleriyle bu insanları değerlendiren bir kesim, görüntüler üzerinden öfkelerini haklılaştırdılar. Sosyal devletin elini uzatıp uzatmadığına bakmadan sokaklar ve ekranlar, maske takmayanları, dışarıda olanları kolayca yargıladığımız, onlar hakkında kolayca ahkâm kestiğimiz bir suçlama alanına dönüştü. Bu tam da neoliberalizmin işine gelen bir şeydi. Ekonomi yürüsün çarklar dönsün diye tam kapanma sorumluluğunu almayı, insanların hastalanmasını/ölmesini ulusal çıkarları da düşünmek lazım diyerek, birey sorumluluğuna indirgeyen devletler, kendi vatandaşlarının düştüğü durumdan kolayca sıyrıldı. Her şeyin ekonomik ölçütlerce değerlendirildiği neoliberal rekabet ortamında, ekonomikleşmeyi sekteye uğratacaklar rahatlıkla gözden çıkarılmasında bir sakınca görülmeyenler olarak feda edildi. Nitekim sermayenin istek ve ihtiyaçlarını bireylerin kendi istek ve ihtiyaçları gibi algılayıp sahiplenmesine imkân sağlayan bu düzen, bu kez de yaşadığımız her yoksulluk ve yoksunluğun bireysel başarısızlığımız ve ihmalkârlığımız olduğu suçlamasıyla karşımıza çıktı. Bireyler hastalığın yayılma hızını, yayılma yollarını bildikleri için bulaştırma ihtimalini düşünüp, olası yaşanabilecekler karşısında tedbir almamakla suçlu ilan edilirlerken; yaşanan işsizliği, çaresizliği somut olarak görüp bilmemezliğe gelen devletler, kendilerini bir kez olsun suçlamadıkları gibi, aklanmayı da başardı. En azından kamu spotlarında.