Bir önceki yazımda neoliberal kapitalizmin bazı yaşamları diğerlerine göre değersizleştiren biyopolitik mantığının covid-19 salgınında “dışarıda” çalışmak zorunda kalanlarla görünürlük kazandığını iddia etmiştim. Dışarıda çalışmak zorunda kalanların çoğunun neoliberalizmin dayattığı güvencesiz çalışma koşulları nedeniyle buna mecbur kaldığına da kısaca değinmiştim.[1] Tam da bu nedenle, Ken Loach imzasını taşıyan ve 2008 mali krizi sonrası kendilerini neoliberal emek piyasasının koşullarına uyum sağlamaya çalışırken bulan bir ailenin hikâyesinin anlatıldığı Üzgünüz Size Ulaşamadık (Sorry We Missed You) bugün yeniden izlenmesi ve tartışılması gereken bir film. Diğer bir deyişle, Loach’un filminin aslında bugüne dair olduğunu söyleyebiliriz: Salgınla birlikte birçok protesto ve tartışmanın konusu olan güvencesiz çalışma koşulları üzerine düşünen ve bu koşulların neoliberalizmdeki köklerini irdeleyen bir film karşımızdaki. Ben bu yazıda, filmin bugüne ışık tutan içeriğini de göz önünde bulundurarak, bir yandan nasıl bir neoliberalizm temsili ürettiğine odaklanıyor, bir yandan da bu temsile nasıl bir politik tahayyülün eşlik ettiği üzerine düşünüyorum. Filmin neoliberalizm temsilini genel olarak prekarite ve neoliberal yönetimselliğin kesişimi üzerinden düşünürken, politik tahayyülünü de Walter Benjamin’in -egemenlerin yerine ezilenlerin perspektifi üzerine inşa ettiği- tarih felsefesi temelinde yorumluyorum.
Film, iki çocuklu bir ailenin 2008 mali krizi sonrası ayakta kalma çabalarını anlatırken, hikâyesinin merkezine “sıfır saat sözleşmeli” çalışan bir kargo şirketinde iş bulan Ricky’yi koyuyor. Neoliberalizme ilişkin temsili de ağırlıklı olarak Ricky’nin parçası olduğu bu iş yaşamının ve çalışma koşullarının yarattığı “yıkım” üzerinden şekilleniyor. Kısaca özetlersek, Ricky kiradan kurtulup eşiyle birlikte bir ev satın alabilmek umuduyla yeni bir işe, bildiğimiz anlamıyla işçi-işveren ilişkisinin olmadığı, çalışanın “kendi işinin sahibi olduğu” bir işe müracaat ediyor. Dağıtım için kullanması gereken karavanı -yine başka bir güvencesiz iş alanı olan yaşlı bakımında çalışan- eşi Abby’nin arabasını satıp borçlanarak alabiliyorlar. Sabit bir maaş yerine parça başı işten para kazanılan ve tüm sorumluluğun ve işyükünün çalışanda, daha doğrusu “bayi” (franchise) sahibinde olduğu bu çalışma modelinde, beklenebileceği üzere herhangi bir sosyal hak ve güvencenin esamesi dahi okunmuyor. Sürekli bir yerlere teslimat yetiştirme, performans ve verimlilik kaygısının hâkim olduğu bu çalışma koşulları sosyal güvencesizlikle de birleşince Ricky ve ailesi için zamanla bir yıkıma ve çözülmeye sebep oluyor. En başlarda Ricky’nin geleceğe biraz da olsa umutla bakmasına yol açan -ve kendi işinin sahibi olmanın getirdiği- özgürlük ve otonomi hissinin “neoliberal zamanlara” özgü bir yanılsama olduğu da böylelikle çok geçmeden ortaya çıkıyor.
Yukarıda bahsettiklerimden hareketle, filmin neoliberalizme ilişkin temsilini önemli kılan şeyin, görece yeni -fakat bir yandan da neoliberal mantığı en belirgin şekilde kristalize eden- bu esnek çalışma modelini tartışması olduğunu düşünüyorum. Gig ekonomisi adı verilen ve özellikle salgınla birlikte güvencesiz çalışma koşulları nedeniyle birçok mücadelenin konusu olan bu çalışma modeli[2], hem prekariteye hem de bu prekariteye derinden bağlı “neoliberal öznellik biçimleri”ne dayanması itibarıyla çok önemli bir tartışmanın kapısını aralıyor. Peki, nedir bu gig ekonomisi? Müzik sektöründen gelme bir terim olan “gig” aslında “kısa süreli iş” anlamına gelmekle birlikte gig ekonomisi bağımsız (freelance) çalışanların olduğu dijital bir emek piyasasını anlatıyor. Standart-dışı olarak adlandırılabilecek bu emek piyasasında, hizmet sağlayanlarla müşterilerin ortak bir platform aracılığıyla bir araya gelmeleri hedefleniyor.[3] Böyle esnek bir çalışma modeli, servis sağlayanların -Uber sürücüsünden yemek servisi yapan kuryelere veya yaşlı bakımı hizmeti sunan kişilere kadar- geleneksel işçi-işveren ilişkisinin dışında konumlanmalarına yol açarken, böylelikle tam zamanlı istihdamla ilişkilendirilen sosyal hak ve güvenceleri de ortadan kaldırılmış oluyor.[4]
Bu filmde, işte bu esnek çalışma modeli masaya yatırılıyor ve neoliberalizmin -en saf haliyle- günümüzdeki tezahürü olarak tartışma konusu ediliyor. Filmin açılış sahnesi bu yanıyla tartışılmaya değer. Bu sahnede Ricky, inşaat işçiliğinden mezar kazıcılığına kadar her türlü işte çalıştığını söyledikten sonra “işsizlik maaşı almadığından” gururla bahsederken aslında aranılan işe uygun niteliklerde olduğunu göstermeye çalışıyor gibidir. Başka türlü ifade edersek, iş görüşmesi onun “neoliberal makbul özne kriterlerine”[5] uygun, sosyal devletin sunduğu haklara “bağımlı” olmadan yaşayabilen biri olduğunu gösterdiği bir platforma dönüşmüştür. Bunun üzerine iş görüşmesini yürüten patronun söyledikleri varsayılan bu neoliberal öznellik biçimini bize daha da net bir şekilde göstermektedir: “Bizim için çalışmıyorsun, bizimle çalışıyorsun”, “Seni işe almıyoruz, bize katılıyorsun”, “Kendi dağıtım işini kendin yöneteceksin, kendi kaderini kendin belirleyeceksin”. Bu konuşmayla, tam da zamanın ruhuna uygun, girişimci ruhunu ortaya koyarak rekabet koşullarında kendini gösterebilecek bir neoliberal öznellik biçiminin yüceltildiğini görebiliyoruz. Michel Foucault’nun neoliberal yönetimsellik ve bu yönetimselliğin varsaydığı öznellik üzerine yazdıklarını bu bağlamda tekrar düşünmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Foucault Biyopolitika’nın Doğuşu adıyla derlenen 1978-1979 Collège De France derslerinde neoliberalizmin ayırt edici özelliğini “piyasa ekonomisinin temel ilkelerini genel yönetim sanatına yansıtmak, havale etmek” olarak nitelendirir.[6] Bunun anlamı, devletin ekonomiyi rahat bırakmasının aksine “ekonomi”nin ve piyasa ilkesinin devlet de dahil her türlü toplumsal ilişkinin başat referans noktası haline gelmesidir. Buna göre, neoliberal rasyonalite, “ekonomi”nin tüm toplumsal davranış ve ilişki biçimlerini belirlediği ve prizmasından geçirdiği özgül bir mantığı imlemektedir.[7] Bu ekonomikleştirmenin en temel uzantılarından biri artık insanın hayatının da şirket/girişim modeline göre biçimlenmesi ve piyasada ideal olarak emeğin yerini insan sermayesinin almasıdır.[8] Artık tüm özneler birer girişimci/sermayedir ve “varoluşlarının tüm boyutlarında” ona göre davranmak, rekabeti ve üretkenliği temel ilkeler olarak benimsemek durumundadırlar.[9] Bu bağlamda, filmde Ricky’nin yardımlardan medet ummayacak kadar etkin/girişimci bir ruha sahip olduğundan dem vurması da, işverenin ona rekabet koşullarında kendi kaderinin öznesi olacağına yönelik telkinleri de şirket/girişim (enterprise) olarak kurgulanan neoliberal öznellik modelinin gig ekonomisindeki merkezî rolünü bize göstermektedir.
Filmi tam anlamıyla kavramak için neoliberal yönetimselliğe dair bu okumayı prekariteye dönük eleştirel bir çözümlemeyle birlikte yapmamız zorunludur. Film, bir nevi bu ikisinin kesişim noktalarını bize sunmaktadır.[10] Prekariteyi bu bağlamda -neoliberalleşmeyle birlikte refah devletinin sağladığı güvenlik ağlarının yok olmasının ve standart-dışı/esnek çalışma ilişkilerinin normalleşmesinin yarattığı- yapısal güvencesizlik koşulları olarak tanımlarsak, film bize bunun “kendi işinin sahibi” olma safsatasıyla nasıl içiçe geçtiğini ve doğallaştırıldığını göstermektedir.[11] Yani, gig ekonomisine dahil olan alt sınıflar için girişimci homo economicus modelinin öteki yüzünün neoliberal güvencesizlik olduğunu ve bu anlamıyla sömürünün derinleştirilmesi ve gizlenmesinden başka bir işlevinin olmadığını söylemektedir. Ricky’nin hiçbir sosyal güvencesinin olmaması, vardiyasını devralacak birini bulamadığında şirkete borçlanması, imkânsız denilebilecek bir tempoda çalışmaya zorlanması böyle bir “sözleşme”nin parçası olmanın emekçi sınıflar için aslında nasıl bir sömürü anlamına geldiğini bize net bir biçimde göstermektedir.
Peki, filmde neoliberalizme dair bu tabloya nasıl bir politik tahayyül eşlik etmektedir? Başka bir şekilde sorarsak, film bugüne ve geleceğe dair ne tür politik çıkış yolları sunmaktadır? Öncelikle, başta da belirttiğim gibi, bu filmin bugün dışarıda gig ekonomisinin parçası olarak çalışmak zorunda kalanlara dair önemli bir sözü olduğunu düşünüyorum. Covid-19 salgınının gündeme getirdiği en önemli tartışmalardan biri de farklı sınıflar ve nüfus grupları açısından salgının öncesi ve sonrasını nasıl ilişkilendireceğimiz sorusudur. Benlisoy, Walter Benjamin’in “ezilenlerin geleneği bize içinde yaşadığımız olağanüstü hâlin gerçekte kural olduğunu gösterir” sözüne referans vererek, belli nüfus gruplarının “olağanüstü” felaketler karşısında daha kırılgan olmasını anlayabilmemizin koşulunun bu kırılganlığı yaşadıkları olağan -“ağır” çekim- felaketin arka planında düşünmek olduğunu söyler.[12] Bu film tam da bu ilişkiyi, yani yapısal olarak nitelendirebileceğimiz felaketle kesinti/kopuş olarak yaşanan felaketler arasındaki bağı ve sürekliliği düşünme fırsatını bize sunmasıyla bugüne ışık tutmaktadır. Spesifik olarak konuşursak, film, gig ekonomisinde çalışanların olağan koşullarını bize sunarak, salgınla görünürleşen kırılganlıklarının yapısal temellerini sorgulamamızın önünü açmaktadır.[13] Bu süreklilik de ancak tarih egemenlerin ve galiplerin değil, Benjamin ve Loach’un yaptığı gibi ezilenlerin bakış açısından yorumlandığı zaman ortaya konabilir.
Loach’un filminde felaketin bu olağanlaşmış haline dair anlatıya nasıl bir politik tahayyül veya çıkış yolunun eşlik ettiği sorusuna dönersek, ben Benjamin’in -bu sefer- ilerleme, felaket ve tarih arasındaki ilişki üzerine yazdıklarının bize yol gösterebileceğini düşünüyorum. Benjamin’in bu üç mefhum arasındaki ilişkiyi en berrak biçimde ortaya koyduğu alegorilerden biri meşhur Tarih Meleği alegorisidir. Buna göre, yüzünü geçmişe çeviren “Tarih Meleği”, “bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket”.[14] Bu melek, yüzünü geçmişe dönerek parçalanmış olanı bir araya getirmeye çabalarken, cennetten esen bir fırtına onu geleceğe doğru itmektedir: İşte bu fırtına Benjamin’e göre ilerleme dediğimiz şeydir.[15] Burada ilerleme mefhumu ile ifade edilen fırtına hem tarihin -egemenlerin tekelindeki- kaçınılmaz ve karşı konulmaz ilerlemesine dönük konformist inancı, hem de -yıkıntıları biriktiren- süreklileşmiş bir şiddeti ve felaketi imlemektedir.[16] Loach’un filmini Benjamin’in bahsettiği bu fırtınanın iki yönüne de işaret eden ve bizlere acil bir müdahale çağrısında bulunan bir film olarak düşünebiliriz pekâlâ. Burada filmde karşımıza çıkan iki metafor veya imgeden bahsedebilebilir. Öncelikle Ricky’nin teslimatlarını yapmak üzere satın aldığı karavanı düşünelim. Ricky’nin karavanı aslında neoliberal kapitalizmin verimlilik, rekabet ve hız mantığının metaforu olarak düşünülebilir. Öyle ki, Ricky sıkışık teslimat zamanlarında tuvalet ihtiyacını dahi karavanında bulundurduğu pet şişeyle giderebilmekte, karavanının yanından uzun bir süre ayrıldığında kaç parça iş yapıldığını kontrol eden alet ses çıkararak onu uyarmaktadır. Filmin bir sahnesinde, Ricky teslimat yaparken direksiyonunun başında yorgunluktan uyuklamaya başlar ve karavan neredeyse yoldan çıkarak büyük bir tehlike yaratır. Burada karavanın yoldan çıkmasını Benjamin’in şu sözleri bağlamında düşünebiliriz: “Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söylemişti. Ancak belki de olaylar kendilerini bambaşka biçimde sunar. Belki de devrimler, bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir.”[17] Michael Löwy’nin de belirttiği gibi, bu imgeyle ifade edilen, -ilerleme denilen- trenin baş döndürücü gidişatı durdurulmadığı takdirde, sonucun uçurumdan aşağıya yuvarlanmak yani felaket olduğudur.[18] Aynı şekilde, filmde işaret edilen gerçek, karavanın sembolize ettiği neoliberal kapitalizmin felakete sürüklenen gidişatına da acilen müdahale edilmesi gerekliliğidir. Bahsetmek istediğim ikinci imge ise Abby’nin bakım işini üstlendiği yaşlı kadının gösterdiği bir fotoğraf. Filmin bir sahnesinde yaşlı kadın, Thatcher hükümetine karşı kendisinin de bir protestocu olarak katıldığı 1984-1985 İngiltere madenci grevine ait bir fotoğrafı Abby’ye gösterir. Aynı sahnenin sonunda da Abby’nin çalışma çizelgesine baktıktan sonra “Peki sekiz saatlik mesaiye ne oldu?” diye sorar. Kadının bu söyledikleri bir yandan neoliberalizmde -sınıf mücadelesiyle kazanılmış- sekiz saatlik iş günü gibi hakların geçersizleştiği çalışma koşullarına gönderme yaparken aslında fotoğrafa dair de bir hikâye anlatmaktadır. Sonucunda madencilerin yenilgiye uğradığı greve ait bu fotoğraf, bir yandan bugünkü koşulların (“felaket”in) kökeninde Thatcher’ın neoliberal politikalarının yattığını hatırlatırken, bir yandan da bunun kaçınılmazlığına dair miti yıkmaktadır. Öyle ya, sonunda yenilmiş de olsalar madencilerin bu grevi, egemenlerin tarihini, daha doğrusu tarihin kesintisiz akışını kesintiye uğratan bir işlev edinerek başka bir politik olanağın kapısını aralamıştır bir zamanlar. Burada da film Benjaminci bir politik müdahaleyle, geçmişe ait bir imgeyi tehlike ânında (“bugünde”) ona ihtiyaç duyanlara sunmaktadır âdeta. Ya da Benjamin’e referansla söylersek, “tehlike anında birden parlayıveren bir anıyı yakalamak” üzere “geçmişe ait bir imgeye” uzanmaktadır.[19] Bu fotoğraf işte tam da böyle bir “diyalektik imge”[20] olarak, Abby ve Ricky’nin içinde yaşadıkları koşulların kaçınılmazlığına ilişkin tarihselci miti kesintiye uğratan ve aslında bugüne çağrı yapan/bugünün çağırdığı politik bir mesaja dönüşür.
Sonuç olarak, Ken Loach’un filmi Üzgünüz Size Ulaşamadık neoliberalizme dair temsiliyle bugün içinden geçtiğimiz olağanüstü koşullara farklı bir açıdan bakmamızı sağlarken, aynı zamanda insanlığı felakete doğru sürükleyen neoliberal sisteme müdahale etmenin aciliyetine dair de önemli sözler söylemektedir. Bu açıdan, Loach’un filmini “imdat frenini çekmeye” dönük acil bir çağrı olarak da değerlendirebiliriz.
[1] Bkz. İrem Taşçıoğlu, “Biyopolitika, Prekarlık ve Yeni bir Etiko-Politik Alanın İmkanı Üzerine Notlar (II)”, Birikim Güncel, 12 Nisan 2020, https://www.birikimdergisi.com/guncel/10030/biyopolitika-prekarlik-ve-yeni-bir-etiko-politik-alanin-imkani-uzerine-notlar-ii
[2] Bu konuya değinen önemli bir yazı için bkz. Funda Ustek Spilda,Mark Graham, Alessio Bertolini, Srujana Katta, Fabian Ferrari, Kelle Howson, “From Social Distancing to Social Solidarity: Gig Economy and the Covid-19”, OECD Development Matters Blog, 27 Mart 2020, https://oecd-development-matters.org/2020/03/27/from-social-distancing-to-social-solidarity-gig-economy-and-the-covid-19/
[3] Bkz. Ekrem Erdoğan ve Serpil Çiğdem, “GİG Ekonomisi ve Freelance İşgücünün Yükselişi”, Sakarya Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri, Seçme Yazılar 2, haz. Ekrem Erdoğan (Sakarya Yayıncılık, 2018), s. 229-262.
[4] Bu konuda güzel bir inceleme için bkz. Gerald Friedman, “Workers without Employers: Shadow Corporations and the Gig Economy”, Review of Keynesian Economics, 2(2), 2014, s. 171–188.
[5] Bu mefhumu David Harvey’den alıyorum. Bkz. David Harvey, “Korona Günlerinde Anti-Kapitalist Siyaset: Covid-19 adlı Sınıf Depremi”, çev. Gencer Çakır, birartıbirforum, 22 Mart 2020, https://www.birartibir.org/siyaset/631-covid-19-adli-sinif-depremi
[6] Michel Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu: Collège de France Dersleri (1978- 1979), çev. Alican Tayla, (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015), s. 111.
[7] Bkz. Wendy Brown, “Foucault’nun Biyopolitikanın Doğuşu Dersleri”, Halkın Çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, çev. Barış Engin Aksoy (Metis Yayınları, 2015), s. 72.
[8] Foucault, a.g.e., s. 190.
[9] A.g.e., s. 198.
[10] Bu kesişim noktaları üzerine hayli ilgi çekici bir makale için, bkz. Jhana Moisander, Claudia Groß, Kirsi Eräranta, “Mechanisms of Biopower and Neoliberal Governmentality in Precarious Work: Mobilizing the Dependent Self-employed as Independent Business Owners”, Human Relations, 71(3), 2018, s. 375–398.
[11] Bkz. Niels Springveld, “Neoliberalism, Precarity and Precariousness”, Frame, 30(2), 2017, s. 25-39.
[12] Foti Benlisoy, “Virüs ve Felaket Komünizmi”, birartıbirforum, 24 Mart 2020, https://www.birartibir.org/siyaset/634-virus-ve-felaket-komunizmi
[13] Tam da bu minvalde yapılmış bir değerlendirme için bkz. Chuck Collins, “A Film Recommendation in Stay-at-Home Times: Sorry We Missed You”, CommonDreams, 14 Nisan 2020, https://www.commondreams.org/views/2020/04/14/film-recommendation-stay-home-times-sorry-we-missed-you
[14] Bkz. Walter Benjamin, akt. Michael Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı: “Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması (Versus, 2007), s. 76.
[15] A.g.e.
[16] Tarih Meleği alegorisindeki fırtınanın iki yönüne işaret eden yorumlar için bkz. Löwy, a.g.e., s. 82-84 ve Eric L. Santner, On Creaturely Life (Chicago, Londra: University of Chicago Press, 2006), s. 64.
[17] Walter Benjamin, “Paralipomena to ‘On the Concept of History’”, Selected Writings Vol. 4, haz. Howard Eliand ve Michael W. Jennings (Harvard University Press, 2006), s. 402.
[18] Löwy, a.g.e., s. 83. Kapitalist ilerleme, felaket ve “imdat freni” olarak devrim fikri üzerine ufuk açıcı bir tartışma için bkz. Benjamin Noys, “Emergency Brake”, Malign Velocities: Accelerationism & Capitalism (Zero Books, 2014), s. 83-92.
[19] Benjamin, akt. Löwy, a.g.e., s. 54.
[20] Benjamin’e göre geçmişin gerçekleşmemiş vaatlerini tek bir nokta içinde yoğunlaştıran diyalektik imge kronolojik zamanın sürekliliğin kırıldığı âna işaret eder: “Bugüne değin olanlar, bir konstelasyon oluşturmak üzere şimdiyle bir araya geliyor aniden parlayarak.” Walter Benjamin, Arcades Project (Harvard University Press, 1999), s. 492 (Türkçesi için Pasajlar, çev. Ahmet Cemal [YKY, 1993]).