Akademinin Halleri ve Akademisyenlere Reva Görülenler Üzerine

Geçtiğimiz günlerde Doğan Gürpınar’ın Daktilo1984 sitesinde çıkan “‘I am Delighted to…..’: Akademisyen Pornosu Üzerine” başlıklı yazısı sosyal medyada tartışmalara ve eleştirilere konu oldu. Ben de yazıyı eleştirenlerden birisi olmakla beraber -ve yazarın niyetinden bağımsız olarak- Gürpınar’ın yazdıklarının akademide hepimizin yaşadığı ama bu hengâme içinde belki de yeterince konuşamadığı meseleleri konuşma ve tartışmamıza vesile olduğunu düşünüyorum.[1] Gürpınar’ın yazısının başlığında “akademisyen pornosu” tabirini gördüğümde ilk tepkim bu tabirin akademinin yapısal durumuna dair değil de akademisyenlere yönelik kullanmasına olmuştu. Görebildiğim kadarıyla sosyal medyada yazıya gelen ilk eleştiriler de bu tabire çok fazla takılmamış, yazının içeriğine odaklanılmıştı. Ancak kabul etmek gerekir ki, erkek egemen ve cinsiyetçiliklerle bezeli Türkiye akademisinden bahsederken “porno” terimini kullanmak riskliydi. Zira Gürpınar’ın yazısına cevaben yazılan bir yazı hem başlık hem içerik olarak bu eril üslubu daha çirkin bir seviyeye taşımakta gecikmedi. Üstelik her ikisi de erkekler tarafından yazılan, her ikisinde de aynı eril metafor kullanılan yazılarda akademi ve akademisyenler tartışması, akademide hüküm sürmekte olan erkek hegemonyasına değinme ihtiyacı duymaksızın yürütüldü. Ben bu yazıda bir yandan Gürpınar’ın yazısında geçiştirdiği yapısal sorunlara daha detaylı bakarken, diğer yandan odağı haksız bir genelleme yaparak suçladığı akademisyenlerden daha açık sözlü bir akademi eleştirisine çevirmek, böylelikle daha hakkaniyetli bir akademi/akademisyen (öz)eleştirisi yapmak istiyorum.

Öncelikle “akademisyen” tabirinin ne kadar geniş bir grubu kapsadığını doğru tespit etmek gerek. Bugün artık Türkiye’de de akademisyenler farklı sınıflardan gelen, farklı cinsel kimlikleri ve aidiyetleri olan bir meslek grubunu oluşturuyorlar. İleri yaşlarda akademisyenler olduğu gibi akademiye yeni adımını atmak isteyenler de bu havuzun içinde, dolayısıyla kuşak farklılıkları da var. Üstelik kadrolu akademisyenler ve kadrosuz akademisyenler gibi çok yakıcı başka bir ayrım daha yapmak gerekir.

Bu bağlamda kimin hangi pozisyondan konuştuğunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ben bu yazıyı kolejli, yurtdışı doktoralı, otuzlu yaşlarının ortasında, ulus-devlet ideolojisi ile kavgalı ve kadrosuz bir akademisyen olarak yazıyorum. Yurtdışında bir üniversitede doktora sonrası araştırmacıyım ve önümüzdeki birkaç sene daha aldığım araştırma fonlarının bana sağladığı geçici kontratlarla burada kalacağım. Buradan hareketle hem parçası olduğumu düşündüğüm Türkiye akademisinin, hem de şu anda içinde bulunduğum Avrupa akademisinin erkek egemen ve neoliberal yapısına odaklanacağım.

Bugün akademide hepimizin ısrarla vurgulaması ve itiraz etmesi gereken çok önemli bir kadın-erkek eşitsizliği sorunu var. YÖK’ün güncel verilerine göre Türkiye’de yaklaşık 79 bin kadın akademisyene karşılık 96 bin erkek akademisyen görev yapıyor. Daha detaylı bakıldığında profesör unvanını alan kadın akademisyen sayısının 9 bin, erkek akademisyen sayısının ise neredeyse 20 bin olduğu görülüyor. Doçent ve doktoralı öğretim üyesi gruplarında da kadın ve erkekler arasındaki fark toplamda 8 binden fazla.

Dahası bu cinsiyet eşitsizliği hem erilliği yeniden üretiyor, hem de kadınların yaşadığı cinsel taciz ve saldırıları bilindik “üç maymun” oyunu ile hasıraltı ediyor. Buna karşı sesini yükselten kadınlar hem yaşadıkları travma ile, hem ailelerinden gelen baskı ile, hem de erkek hegemonyasındaki akademide geleceklerinin olup olmayacağına dair korku ve endişe ile mücadele ediyorlar. Altını çizelim, akademide taciz var. Bu taciz kimi zaman öğrenci-hoca arasında, kimi zaman tez öğrencisi-danışman arasında, kimi zaman ise akademisyenler arasında yaşanıyor. Yine altını çizelim, bu taciz vakaları çoğunlukla halı altına süpürülüyor, kadınlar korku ya da baskı yoluyla susturuluyor, sesini çıkartan kadınlar genellikle birbirini iyi bilen, tanıyan erkek kulübü tarafından karalanıyorlar. Haklılığı ispatlanmış kadınlar bile çoğunlukla açıktan desteklenmiyor, mücadelelerine devam ettikleri ölçüde “agresif feminist” olmakla, konuyu uzatmakla itham ediliyorlar. Bunu sadece erkekler değil, kadınlar da yapıyor. Tam da bu yüzden akademinin erilliğini tartışmamız, yıkmamız gerekiyor.

Akademide erillik elbette yalnızca tacizle göstermiyor kendini. Organize edilen akademik etkinliklerde onca mücadeleye ve çabaya rağmen hâlâ en çok erkekler konuşuyorlar, yanlarındaki kadınlara bilmişlik taslıyorlar (mansplaining). 2020 yılında hâlâ sadece erkeklerden oluşan paneller düzenleniyor. Kendisini çok “ileri” sayan zihniyet araya “simgesel” bir kadın panel başkanı ya da konuşmacı çağırarak durumu kurtardığını sanıyor. Erkek akademisyenlere kolaylıkla “hocam” denirken kadın akademisyenlere çoğu zaman pozisyonlarına bağlı olarak ya “kızım” ya “Hanım” diye hitap ediliyor. Eğer bir kadın ve bir erkek akademisyen beraber iş yapıyorsa erkek proje sahibi, kadın asistan muamelesi görüyor. Bunları eleştiren kadınlar yine elbette ya agresif olmakla suçlanıyor ya da duymazdan geliniyor. Çok önemsediğimiz (içlerinde Birikim’in de olduğu) sosyal bilim dergilerinde çıkan yazılardaki kadın yazar-erkek yazar dengesi hep sorunlu. Bu dengesizliğin yapısal nedenlerini kadınlar hep kendi aralarında konuşuyorlar. İçinden geçtiğimiz pandemi günlerinde yine görülüyor ki kadın akademisyenler erkek akademisyenler gibi devam edemiyorlar çalışmalarına.

Türkiye de, benim takip edebildiğim kadarı ile Batı akademisi de benzer durumlarda. Elbette Batı’da toplumsal cinsiyet meselesi en azından söylemsel düzeyde daha çok ciddiye alınıyor, tartışılıyor. Bunun ötesinde örneğin benim çalışmakta olduğum Lund Üniversitesi’nde değil sadece erkeklerden oluşan bir panel düzenlemek, kadın akademisyenlerin çalışmalarına yer vermeyen bir ders izlencesi bile sunamazsınız öğrencilerinize. Öte yandan Lund Üniversitesi’nde de birçok cinsel taciz ve saldırı vakası yaşanmış, yaşanıyor. Burada da yıllarca hasıraltı edilmiş onlarca hikâye var.

Malum, Gürpınar’ın da bahsettiği ve Türkiye’de eski kuşağın sahip olduğu iş güvencesi ve rahatlık bizim kuşağımız için ancak bir hayal. Henüz doktora öğrencisiyken Türkiye’de benim de mezunu olduğum bir üniversitede ders vermem ilk teklif edildiğinde çok sevindiğimi hatırlıyorum. Gözüm kapalı kabul ettiğim o dersten saat başına 50 lira almıştım. Verdiğim o ders için her ay yaklaşık 500 lira yatıyordu hesabıma. Sosyal güvenlik sigortam gün bazlı ödeniyordu ya da hiç ödenmeyip benim dışarıdan ödememe  bırakılıyordu. Şubat ayının başında işe alınıp Mayıs ayının sonunda işten çıkartılıyordum. Tekrar edeyim, mutluydum. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama o dönem ders vermeye başladığımı sosyal medya hesaplarımdan duyurmuş olabilirim.

Sonraki iki sene Türkiye’de bazen aynı, bazen biraz daha iyi koşullarda yarı zamanlı olarak ders vermeye devam ettim. Bu sırada üniversiteler hoca ve öğrencilere kart basma zorunlulukları getirmeye başladı. Bir gün derse giderken dördüncü sınıf sosyoloji öğrencilerimi bunu protesto ederken gördüm. Ya onlarla beraber protesto edecektim ya da yarı-zamanlı öğretim görevlisi kartımı basıp geçecektim. Duraksamadan sonra kartımı basıp içeriye girdim. Protesto etsem zaten geçici sözleşmeyle bir ders verdiğim üniversitede bir daha bana ders verdirmezler diye düşündüm. Kendi adıma utanç verici bir andı, bu utancımı sosyal medya hesaplarımdan paylaşmadığıma eminim.

Doktora saha araştırmamı çözüm süreci devam ederken yaptım. Haziran 2015’ten sonra yaşanan o korkunç katliam ve yıkım döneminde tezimi yazdım. Tezimi 15 Temmuz 2016’dan kısa süre sonra teslim ettim. Şubat 2017’de doktora derecemi almadan kısa süre önce Türkiye’de kadrolu akademik pozisyon aramaya başladım. O dönemde bir hocam beni Yüksel Taşkın ile iletişime soktu. Doktoramı alıp Yüksel Hoca ile nerelere iş başvurusu yapabileceğimi görüşeyim derken Yüksel Hoca KHK ile işinden edildi. Onunla beraber yüzlerce başka hoca ve öğrenci işlerinden, yerlerinden, yurtlarından oldular. Barış isteyen akademisyenler hakkında terör soruşturmaları ve davalar açıldı. Meslektaşlarımız her biri ders niteliğinde olan savunmalar yaparken kendilerinden emindiler elbette, haklılıklarından aldıkla güçle dimdik durdular. Ama madalyonun diğer yüzünde her biri farklı kaygılar yaşadılar. Böyle bir dönemde imzacı olmadığım halde baskı altında ve sıkışmış hissettim. Türkiye akademisinde iş bulmamın zorluğunu, iş bulsam dahi içeride yaşayabileceğim baskıyı, benden beklenecek otosansürü tahmin etmek zor değildi. Aldığım kısa süreli bir burs ile yurtdışına çıktım.  

Türkiye’de olduğu gibi yurtdışında da birçok yerde performans değerlendirmeleri yapılıyor. Hangi dergilerde kaç tane yayın yaptığınız, hangi prestijli araştırma fonlarını aldığınız, öğrencilerin dersinize yaptığı değerlendirmeleri önem taşıyor. Gürpınar yazısında akademisyenlerin sorumlusu oldukları akademik düzende mağdur rolüne büründüklerini iddia ediyor. Başka bir deyişle, parmakla işaret edilip suçlanabilecek sistem ve kişilere dair hiçbir şey söylemeden kim olduğu belli olmayan birilerini “mağduru oynamak”la itham ediyor. Sözgelimi açıkça devletin en anti-demokratik, en adaletsiz politikalarıyla bir meselesi olmayan, ya da bunları asla açıktan eleştirmeyerek sırtını her daim güçlüye yaslayan, meslektaşları ve öğrencilerinin yaşadıkları haksızlıklar karşısında ses çıkarmayıp üç maymunu oynayan, öğrenci ve asistanlarının emeklerini sömürerek makale üzerine makale yayımlayan, beraber çalıştığı insanları taciz eden, meslektaşlarının kuyusunu kazmaya çalışan akademisyenlerden bahsediyorum demiyor Gürpınar. Böyle meslektaşlarımız da var, ama onlar her zamanki gibi uzaktan ve sağlam konumlarından hiç de üzerlerine alınmadan seyrediyorlar belki de bu tartışmayı.

Oysa adına ister “publish or perish” (yayın yap ya da toz ol) diyelim, ister “performans baskısı”, ister Akademi A.Ş., bazılarımız bu düzenin yaratıcıları değil, mağdurları. Eğer Türkiye gibi demokrasiden bu kadar uzak ülkelerde akademisyenseniz, biat etmiyorsanız ve nispeten daha özgürlükçü ortamlar sağlayabilen az sayıda üniversiteden birinde kadronuz yoksa akademik özgürlüklere hasret kalıyorsunuz. Bırakın ana akımın sakıncalı baktığı bir konuda araştırma yapıp makale yazmayı, yalnızca başlığında geçen “sakıncalı” kelimelerden ötürü çalıştaylara katılmanıza bile izin vermiyorlar. Sonrasında gelen soruşturma başlatılır mı kaygısı da cabası! Çoğumuz büyük özverilerle bu güvencesiz ve baskıcı akademik ortamda doktoramızı yapıyor, çalışıyoruz. Sistemin içinde bin bir manevra ve çevre baskısına maruz kalarak işini yapan akademisyenden, yurtdışında sürgün hayatı yaşayan meslektaşlarımızdan, pasaportlarına el konarak “sivil ölüm”e mahkûm edilmiş akademisyenlerden, fon odaklı Avrupa akademisinde kendine yer edinmek için güvencesiz ve sürüp giden vize/finansman kaygılarıyla didinip duranlardan bahsetmeden akademisyenleri topyekûn bu şekilde suçlamak adil mi?

Gürpınar akademisyenlerin sosyal medya hallerini eleştirirken “duyarlılıklarını ve rafine zevklerini ortaya koyan paylaşımlarla kurgulanmış kimlikler inşa ettiklerini” söylüyor. Bu ifadeye göre sosyal medyada birisinin bin bir emek sonrası yayımladığı bir çalışmayı paylaşması, belki bir erkek akademisyenin pro-feminist duyarlılık göstermesi ya da herhangi birimizin gündelik hayata dair yaptığı yorumlar bu inşanın parçaları oluyor. Bu “inşa”yı akademisyenlerin kendilerini, akademisyen olmayanlardan ayrıştırma çabası olarak niteleyen Gürpınar’a göre “bu tür duyarlılıklar çoğu zaman entelektüel yetersizlikleri ve sıradanlıkları maskeleme işlevi gördü”. Bu tür bir yargının hakkaniyetli olmadığı gayet açık. Sosyal medyada sergilenen duyarlılıklar o kadar çeşitli ki, bunların tasnifine yönelik hiçbir şey söylemeden paylaşımların kişilerin yetersizliklerini ve sıradanlıklarını maskelemek için yapıldığını söylemek en hafif ifadeyle meslektaşlarına tepeden bakmak anlamına geliyor. Hangi duyarlılığın sahici, hangisinin yapmacık olduğunu söylemek için nasıl bir yöntem önerilebilir ki? Bir akademisyenin sosyal medyada, diyelim ki Ermeni Soykırımı’nı anmak, cezaevindeki Kürt siyasetçilere dikkat çekmek ya da kadın cinayetlerine isyan etmek için yaptığı bir paylaşımı içinde bulunduğumuz gözetim ve ihbar ortamında sahici mi, yapmacık mı testine sokmanın anlamı ve pratik karşılığı var mı? Baskı o kadar büyük, sayımız o kadar az ki, birbirimize böyle haksız yakıştırmalar yapmadan önce nerede sesimizi çıkartmışız, nerede ne duruş sergilemişiz diye kendimize odaklanmamız çok daha doğru bir tavır olsa gerek. Üstelik unutulmaması gerekir ki, Gürpınar’ın daha önceki bir yazısında bahsettiği “entelektüel kamusal alan yokluğu”nu belki de en çok Twitter, Facebook gibi sosyal medya mecraları dolduruyor.

Bunun da ötesinde, değişik coğrafyalara savrulmuş binlerce akademisyenin iletişim halinde kalmasında böyle mecraların rolü önemli. Birbirimizin çalışmalarından haberdar oluyoruz, elbette bir ağ oluşturuyoruz, dağarcığımızı buradan da geliştiriyoruz. Aynı anda kimbilir kaçımızın birden başvuracağı iş ilanlarını birbirimizle paylaşıyoruz. Sadece profesyonel bir ilişkiyi değil, kadın dayanışmasını, akademisyen dayanışmasını buradan sağlıyoruz yeri gelince, olabildiğince. Yeni tanışıklıklar kuruyoruz. Sosyal medyada yazdıklarımız yalnızca meslektaşlarımıza değil, öğrencilere de ulaşıyor. Belki birilerinin merakını cezbediyor o 280 karakter ve bulandırılmak istenen zihinler için yeni bir pencere aralıyor. Bu sistemde öğrenim gören ve ne ders kitaplarında, ne de ana akım medyada görebilecekleri tarihsel ve güncel bilgilere o aşağılanan ve samimiyeti sorgulanan sosyal medya paylaşımlarıyla ulaşan her öğrenci potansiyel kazanımdır. Bu çarpık yapısal düzen içinde sosyal medya ile kurulan ilişkiye “akademisyen pornosu” yakıştırması yapılması işte bu yüzden hem haksız, hem yakışıksızdır. Tüm bunları tartışırken sosyal medyanın doğası gereği farklı kullanım tarzlarını yan yana getirdiğini de unutmamak lazım. Bu çoğulluk hali bir vesileyle başkalarını duyma ve diyalog imkânlarını barındırdığı ölçüde güzel.

Peki bizlerin de eleştirilecek yanı yok mu? Elbette var. Gürpınar’ın yazısı sonrasında yapılan hararetli tartışmalarda dikkatimi çeken ve bu yazıda da tartıştığım kadın-erkek eşitsizliğine kayıtsızlık, gerçekten bir iletişim kurma motivasyonundan yoksun ve karşılıklı tartışmaya kapalı şişik egolar ve ardı ardına alınan olumsuz haberler yerine yalnızca iyi haberleri paylaşarak istemeden de olsa birbirimiz üzerinde yarattığımız baskı bunlardan bazıları. Unutmamak lazım ki birçoğumuz yalnızca neoliberalleşen akademiden değil, sert tasfiyelere ve baskılara maruz kalmış, liyakat gibi temel bir prensibin mumla arandığı bir akademiden mustaribiz. Şu halde içinde ya da çeperinde debelenip durduğumuz Türkiye akademisini ve akademisyenlerini tartışacaksak, ki mutlaka tartışmalıyız, bunu çok daha ciddiyetle, özenli ve samimi yapmalıyız. Çünkü sanıyorum birçoğumuzun hayalinde başka bir akademi, başka bir dünya var.


[1] Aslında bakarsanız yıllar önce Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun kaleme aldığı “Üniversite A.Ş.de bir ‘homo academicus’: ‘ersatz’ yuppie akademisyen” Gürpınar’ın argümanlarının çok daha detaylı tartışılıp kavramsallaştırıldığı bir makale olarak arşivlerde yer alıyor. Amacım Nalbantoğlu’nun makalesi üzerinden bir tartışma yapmak değil, ancak iki metinde de haklı saptamalar olduğu kadar haksız genellemeler ve tektipleştirmeler yapıldığını söylemek mümkün. Nalbantoğlu makalesini 2003 yılında yayımlandığında ben üniversiteye yeni başlamıştım ve o dönem bu makalenin uyandırdığı tepkileri bilemiyorum. Ancak neredeyse yirmi yıl ara ile yazılan bu iki metine değişen süreçte verilen tepkileri karşılaştıran bir yazı yazılsa ne kadar güzel olur diye düşünmeden edemiyorum. Bkz. Hasan Ünal Nalbantoğlu. “Üniversite A.Ş.de bir ‘homo academicus’: “ersatz” yuppie akademisyen”, Toplum ve Bilim, sayı 97, Güz 2003, s. 7-42.