Kolera devam ediyor, işini görüyor. Kimi beğenirse, kimi gözüne kestirirse pençesine alıp götürüyor [...] Hastalık ve ölü çıkan evleri kordon altına aldılar, hariçle teması men’e çalıştılar...[1]
Sadri Sema, Eski İstanbul Hatıraları isimli kitabında, ilk gençlik yıllarına rastlayan 1893-1894 kolera salgınına dair izlenimlerini bu ifadelerle dile getirmişti. 127 yıl sonra bugün, yukarıdaki cümlelerde kolera yerine korona koyalım. Aynı hikâyenin zamanda yolculuk yapmış gibi gelip bugüne çöreklendiğini görmek insanı ziyadesiyle tedirgin ediyor.
Tüm dünyaya kendisini dayatmış olan koronavirüs, yol açtığı COVID-19 pandemisiyle birlikte insanın gündelik hayatının her ayrıntısına sinsice temas ederek, bundan sonraki yaşayış biçimimizi, kurumlarımızı, birbirimizle ve doğayla olan ilişkimizi ve hatta devletleri baştan aşağıya değiştirip yeniden yapılandıracağını net bir şekilde ortaya koydu diyebiliriz. Böylesine köklü ve güçlü bir değişimin eşiğinde bulunmak dahi kendi başına travmatik bir yaşam tecrübesi, bir psikososyal kriz olarak addedilebilir. Beklenmedik ve tekinsiz olanla karşılaşmanın insanda ortaya çıkardığı şaşkınlık, korku ve dehşet duygusu, tıpkı olayın kendisi gibi, beklenmedik ve öngörülemez pek çok davranışsal tepkiye neden olabilir. Bu nedenle tam da pandemi zamanında insanın gerek kendisinde gerek çevresinde tuhaf, hatta gülünç olay ve durumlarla karşılaşması çok olası. Ne var ki tam da fırtınanın gözünde dururken, bu krizin psikolojik etkilerini irdeleyip genel geçer yorumlar yapmak ve fikirler üretmek için çok erken olduğunu belirtmekte fayda var. Dünyanın sonu gelmişçesine bir dehşet duygusunu insanların içine salan bu salgının, aslında ne dünya ne de bu coğrafya için son olduğu gibi bir ilk de olmadığını akıldan çıkarmamak gerekir. Zaten mevcut keşmekeşten fırsat bulup tarihteki epidemilere ve pandemilere bakma imkânı bulabilirsek, yalnızca salgınların doğalarının değil, insanların ve kurumların salgınlara verdikleri tepkilerin de şimdiyle benzer olduğunu görebiliriz.
İspanyol gribi, kuş gribi, SARS, HIV gibi virüslerin son iki yüzyıldır yarattıkları viral pandemiler gibi 19. yüzyıl da vibrio choleranın neden olduğu bakteriyel pandemilerin çağıydı. Hindistan’ın Bengal bölgesinden köken alan bu hastalığın bu yüzyıl boyunca altı kez (1817, 1829, 1852, 1863, 1881, 1899) pandemiye yol açtığı kabul edilir.[2] Asya, Afrika ve Avrupa arasında geniş bir coğrafi alan üzerinde konumlanan Osmanlı Devleti, pandemi dönemlerinin yanı sıra ara ara patlak veren küçüklü büyüklü kolera epidemilerine de maruz kalmıştır. Şimdi karşı karşıya olduğumuz COVID-19 pandemisi gibi, o döneme baktığımızda, koleranın da 19. yüzyılda insanların yaşantılarında, devletin kurumlarında ve işleyiş biçiminde köklü değişikliklere neden olduğunu görürüz.
Bu bağlamda Mesut Ayar’ın Osmanlı Devletinde Kolera: İstanbul Örneği (1892-1895) isimli kitabı, dönemin kolera salgınlarını ve bu salgınların, başta kamusal hayat ve sağlık örgütlenmesinde neden olduğu değişimler olmak üzere sosyal ve politik iklim üzerindeki etkilerini de ayrıntılı bir şekilde inceleyerek bizlere geniş ve yeni bir pencere açan kapsamlı metinlerden biri. Ayar, kitabında Sadri Sema’nın anılarına atfen şöyle bir cümle kurar: “Aynı eserde, gazetelerle her gün koleraya tutulanların, tedavi altına alınanların ve ölenlerin sayıları ilan edilmeye başlandığında halkın büsbütün ürktüğü, hastalık korkusuyla sarsıldığı da belirtilmektedir.”[3] Gelin bu cümleyi yeniden kuralım ancak bu sefer gazetelerle yerine covid19.saglik.gov.tr, kolera yerine de korona kelimelerini koyarak. Böylelikle bir ibarenin daha şaşılası bir hızla zamanda yolculuk yaparak günümüze kadar eriştiğine şahit oluruz.
Salgın ve sosyal medya ilişkisi, örneği geçmişten çekilemeyecek çok yeni bir ilişki gibi görünse de dönemin basınıyla günümüz medyası arasında pek çok benzer nokta yakalamamız mümkün. COVID-19 pandemisi, sosyal medya kullanımının kendisinin bir mani veya salgın haline dönüştüğü, herkesin her türlü yaşantısının neredeyse bir haber niteliği taşıdığı bir dönemde ortaya çıktı. Kolera salgınları ise Osmanlı Devleti’nde basılı medyanın ortaya çıkışı ve imkânlarının yeni yeni keşfedildiği bir dönemde vuku bulmuştu. Takvim-i Vekayi’nin yayın hayatına başladığı 1831 yılında dünyada ve Osmanlı topraklarında ikinci kolera pandemisi hüküm sürmeye devam ediyordu. Dolayısıyla gazeteler başta olmak üzere dönemin pek çok medya aracında salgınların izlerine rastlayabiliriz. Palmira Brummett, İkinci Meşrutiyet Basınında İmge ve Emperyalizm isimli kitabında “imparatorluğun bütün korkularını kendinde toplayan kolera” olarak tanımladığı bu hastalık için ayrı bir alt başlık ayırmış ve dönemin Osmanlı basınında kolera imgelerinin, “imparatorluğun duçar olduğu hastalıkların ve Avrupa’nın illetlerinin simgesi” olarak sıkça kullanıldığını belirtir.[4] Salgınların insanlarla hastalık ve ölüm üzerinden ilişki kuruyor olması her ne kadar korku, dehşet ve kaygı gibi duyguları önceliyor olsa da kolera dönemin mizah dergilerinde de kendisine bir yer açabilmişti. Bu iki farklı zamana ait medyanın içerikleri arasında büyük uçurumlara rağmen o dönem yayımlanmış, koleraya dair iki karikatür bugün için de paylaşmaya değer görünüyor.
Bunlardan ilki Kalem adlı mizah dergisinin 23 Kanunuevvel 1326 (M. 5 Ocak 1911) tarihli 107. sayısının 10. ve 11. sayfalarında yayımlanmış A. Scarselli imzalı iki bloktan oluşan “Şüpheli A’raz: Komedi İki Perde” başlıklı bir seri karikatür (Görsel 1, Görsel 2).[5]
Görsel 1. (Üstte) Şüpheli A’raz: Komedi İki Perde. (Altta) Birinci perde.
Görsel 2. (Altta) İkinci perde.
Birinci karikatürde arkada tabut taşıyan iki görevli ve korkuyla kaçışan insanlar, önde ise karın ağrısıyla kıvranan bir kadın ve çevresinde dehşet içindeki insanlarla birlikte bir görevlinin kolera şüphesiyle elindeki pülverizatör ile kadına dezenfektan sıktığını görüyoruz. İkinci karikatürde ise kadının karın ağrılarının bambaşka bir sebepten olduğu anlıyoruz. Hem de ziyadesiyle olumlu bir sebep. Bir hastane odasında kadının başında bir hekim ve yeni doğmuş bir bebekle beraber bir önceki karikatürdeki hallerine gülen insanları görüyoruz.
İkinci karikatür ise Falaka isimli derginin 22 Ağustos 1327 (M. 4 Eylül 1911) tarihli 9. sayısının 4. sayfasında Münir Osman imzalı bir karikatürdür (Görsel 3).[6]
Görsel 3. (Üstte) Alatini Köşkünde:
(Altta)- Dışarıdan geliyorsun... iyice dezenfekte edeyim de öyle gir...
-Aman efendim.. O kadar gürültüden, patırtıdan kurtulduk da şimdi bir kötü koleradan mı korkacağız?
Karikatürde, zaman zaman aşırıya kaçan şüpheciliği ile de bilinen II. Abdülhamit elinde bir pülverizatörle resmedilmiş. Çizer, Abdülhamit ile dışarıdan gelen yaveri arasında geçtiğini varsaydığı kısa bir diyaloğu aktarıyor. Her iki karikatür de hastalık ve bulaşma korkusunun toplumun her kademesinde ne noktalara vardığını açık bir şekilde bize aktarmayı başarıyor. Elbette bir aktarımın gerçekleşebilmesi için verici kadar alıcının da iletilen mesaja uygun olması gerekir. İçinde bulunduğumuz ahval, korku duygusu bir yana, çizimlerdeki bulaşı canlı canlı duyumsayabilecek kadar karikatürlerle iç içe.
İki farklı karikatürist tarafından çizilmiş, farklı zamanlarda ve dergilerde yayımlanmış bu eserlerde, karakterlerin korku ve dehşet duyguları, dışavurulduğu, davranışa dönüştüğü anda birer komedi unsuruna dönüşüyor. Bu dönüşüme aracılık eden ise ellerindeki somut bir nesne. Her iki karikatürde de bu aracı nesnenin dezenfeksiyon için kullanılan bir pülverizatör olması dikkat çekici. Ancak daha da ilginç olanı ise pülverizatörlerin bir dezenfeksiyon aleti olmanın yanı sıra karikatürlerdeki işlevini 109 yıl sonra halen sürdürdüğünü şahit olmak, yanına maske, eldiven ve bazı ilaç isimleri eklenmiş şekilde. İnsan, bilinmezle karşılaştığı noktada, davranışlarının kılavuzluğuna yalnızca korku ve kaygı gibi duygularını atıyorsa, toplumun veya devletin hangi kesiminden olursa olsun kendisini bir komedinin ortasında bulması işten bile değil (elbette bu davranışların, alınan kararların bir trajediye yol açmadığını varsayarsak). Önlem adı altında, herhangi bir bilimsel temele dayanmadan alelacele sokaklara kurulan dezenfeksiyon kabinleri gibi girişimler, eğer içinden geçenlerin sağlığına fazladan bir tehdit oluşturmuyorsa, korku ile komedi arasına yeni köprüler oluşturmaktan başka bir işlev görmüyorlar. Benzer şekilde, yalnızca resmî tatillerde ve hafta sonlarında gerçekleşecek olan bulaşlara yönelik halk sağlığı politikaları, yanlış kullanılan kişisel koruyucu ekipmanlar, anlamsız yere tüketilen ilaçlar, vitaminler ve ne idiği belirsiz kaynaklardan çıkan beslenme tavsiyeleri için de aynı durum geçerli.
Aslında yalnızca içinde bulunduğumuz pandemiyle sınırlı olmayıp, uzun zamandır ara ara patlak veren kriz durumlarıyla, bilinmeyenle veya beklenmedik olanla haşır neşir bir halde hayatlarımızı idame ettirmeye çalışıyoruz. Tüm bunların yekûnuna bir de muktedirle kurulamayan temel güven duygusunun eklenmesi, insanı bir sonraki karşılaşmanın trajedi mi yoksa komediyle mi sonuçlanacağına dair meraka sinmiş bir atalet duygusuna terk edebiliyor.
[1] Sadri Sema, Eski İstanbul Hatıraları, (İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2002), s. 31.
[2] Mesut Ayar, Osmanlı Devletinde Kolera: İstanbul Örneği (1892-1895), (İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2007), s. 8.
[3] A.g.e., s. 216.
[4] Palmira Brummett, İkinci Meşrutiyet Basınında İmge ve Emperyalizm 1908-1911, çev. Ayşen Anadol (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 440, 443.
[5] Kalem, 107: 10-11, 23 Kanunuevvel 1326/5 Ocak 1911.
[6] Falaka, 9:4, 22 Ağustos 1327/4 Eylül 1911.