Pandeminin Sonu Nasıl Gelir?
Osman Elbek ile Söyleşi

Bir dönem Türk Tabipleri Birliği COVID-19 İzleme Kurulu’nda da görev üstlenen, halen Açık Radyo’da Prof. Dr. Kayıhan Pala ile birlikte “Salgınlar Çağı: Pandemide Sağlık” başlıklı bir program yapan, Birikim’de sık sık yazılarına yer verdiğimiz Doç. Dr. Osman Elbek’le COVID-19 pandemisinin gidişatı hakkında bir söyleşi yaptık.

 ***

Çok mu hastamız var?

Aslında bu sorunun yanıtını gündelik hayata bakınca vermek mümkün. Sağımız, solumuz, mutlaka bir yakınımız ya da tanıdığımız son birkaç ayda hastalığa yakalanmadı mı? Ötesi yok; ülkenin devlet başkanı bile COVID-19 oldu. Daha ne olsun…

Bununla birlikte Omicron dalgasına girerken test politikamızı değiştirerek sadece yakınması olan kişilere PCR incelemesi yapmaya karar vermemiz rakamlar düzeyinde hayatın gerçekliğini tarif etmemizi önlüyor. Yine de 8 Şubat 2022 tarihi (saat 12.00) itibarıyla durumumuz şöyle:

  • 12 milyon 335 bin 15 toplam vaka sayısı ile dünyada en çok vaka görülen 7. ülkeyiz. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre ülkemiz nüfus büyüklüğüne göre dünyada mevcut 235 ülke arasında 19. sırada. Başka bir ifadeyle, resmî verilere bakılınca, nüfus büyüklüğümüze göre daha fazla vaka sayısına sahip ülkeyiz.
  • Son bir haftada 715 bin 133 kişi COVID-19’a yakalandı. Yani 102 bin 162 kişi her gün resmî olarak COVID-19 tanısı alıyor son yedi günde. Günlük vaka sayımız açısından dünyanın 7. sırasındayız. Bir önceki haftaya göre kendimizi kıyaslarsak vaka sayımızda bu son haftada %18’lik artış var. Omicron dalgasının başladığı aralık ayı sonuna göre kıyaslarsak ise günlük vaka artışı dört katını geçti.
  • Dünyada en çok vakaya sahip on ülkenin son 14 günlük nüfus başına vaka sayısı ise Türkiye’nin (Almanya ve Rusya gibi) Omicron dalgasının yükselen kolunda olduğunu gösteriyor.

Vefat sayımız da yüksek değil mi?

Evet ne yazık ki. Türkiye’nin ölüm istatistiklerinin güvenilmez olmasına rağmen Sağlık Bakanı Koca’nın da tweet attığı üzere vefat sayılarımız yüksek. Son bir haftada toplam resmî vefat sayımız 1.554 ve bu geçtiğimiz haftaya göre yüzde 20 artışa karşılık geliyor. Zaten ülke olarak uzun bir süredir yüksek vefat sayısında “plato” durumundayız.

Yukarıdaki şekilden de görüleceği üzere geçmiş üç ölüm dalgasında hızlı yükseliş, tepeye varış ve sonrasında da hızlı düşüş olmuştu. Ancak son dalgada ağustos ayı boyunca artıp eylülde zirveye ulaşan vefat sayıları geçmişin aksine tümüyle düşmeyip yatay sayılabilecek bir plato çizdi. Bu yılın ocak ayının ortasından itibaren ise tekrar yükselişe geçti. Bu çok üzücü bir durum; dile kolay son haftada her gün 222 kişi yaşamını yitiriyor hem de önlenebilir bir ölüm nedeninden dolayı.

Bu ölümler resmî olarak doğrulanmış ölümler, değil mi?

Evet çok haklısınız; bunlar resmî olarak doğrulanmış ölümler. Oysa Türkiye’nin gerek vaka tanımlarında tercih ettiği kodlama, gerekse ölmeden önce PCR’ı negatifleşen kişileri COVID-19 olarak göstermeme ve kimi zaman da “filtreleme” nedeniyle gerçek ölüm sayısının iki-üç kat daha fazla olduğunu biliyoruz -ki sağlık bakanı dahi dolaylı bile olsa iki kat fazlalığı geçmişte kabul etmişti. Daha gerçek bir ölüm tablosunu “fazladan ölüm” verilerini izleyerek görüyoruz. Yani pandemi öncesi aynı haftalarda gerçekleşen ölümler ile pandemi zamanındaki aynı hafta ölümlerini kıyaslıyoruz. Bilim Akademisi’nin yayın platformu olan Sarkaç’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin vefat sayılarını izleyerek haftalık ek ölümleri görmek mümkün. Örneğin İstanbul’da pandemi öncesinde 2015-2019 yıllarında 29 Ocak-4 Şubat haftasında 1.654 ölüm gerçekleşmişken, 2022’nin aynı haftasında 2.507 ölüm olmuş. Başka bir ifadeyle pandemi döneminde öncesine kıyasla ölümlerde %52 artış var. Dikkatinizi çekerim; bu haftalık 2.507 ölüm sadece İstanbul’da yaşanmış durumda. 29 Ocak-4 Şubat arasında her gün 358 kişi İstanbul’da hayatını kaybetmiş. Şüphesiz bu kayıpların hepsi COVID-19’a bağlı değil. Ancak pandemi dönemlerinde gerek pandemiye yol açan hastalık nedeniyle doğrudan, gerekse bu hastalığın sağlık hizmeti üzerindeki olumsuz yükü ve etkisi nedeniyle dolaylı olarak insan kayıpları artıyor. Salgının iyi kontrol altına alınamadığı ülkelerde bu ek ölümler belirgin artış gösteriyor. Türkiye ne yazık ki salgının ilk dalgasının dahi kontrol altına alınamadığı bir ülke. Türkiye İstatistik Kurumu’nun pek muhtemelen pandemi yıkımını göstermemek için açıklamadığı ölüm istatistikleri açıklandığı zaman COVID-19 pandemisinin ölümcül yıkımını daha net görebileceğiz. Unutmayalım ki, gerçeklerin eninde sonunda açığa çıkma gibi önlenemez bir yönü vardır.

Vefat sayılarının yüksekliğinin aksine tanı için halen altın standart olan PCR incelemesi sayılarımız da görece düşük değil mi?

Evet. Aslında hızlı testleri uygulamaya geçirmemiş olmamız bu konudaki en büyük sorunu oluşturuyor. Çünkü bu testler adı üzerinde “hızlı”, on beş dakikada sonuç veriyor ve güvenli, yalancı pozitiflik oranları oldukça düşük. Özellikle kapalı toplu mekânlara giriş öncesinde kullanılabilir ve test sonucu pozitif olan hastaların hem erken tanı almasını, hem de pozitif biçimde kapalı ortamlara girmesini önleyerek başkalarını hasta etmemesi sağlanabilir. Ancak muhtemelen vaka sayımız daha fazla artmasın düşüncesiyle Avrupa ve dünyadaki uygulamaların aksine bizde hayata geçirilmedi hızlı test bakısı.

PCR ise emek yoğun bir süreç ve göreli olarak geç sonuç veriyor. Bu nedenle kapalı ortamlara giriş öncesinde kullanılması mümkün değil. Ancak ifade ettiğiniz gibi PCR incelemesinde de göreli olarak düşük sayıda inceleme yapıyoruz. Yine dünyada en çok vaka saptanan on ülkeyi dikkate alırsak ülke olarak bu konuda da pek parlak noktada olmadığımız görülebilir (özellikle Almanya gibi ülkelerde PCR’ın yanı sıra hızlı testin de uygulandığı ve bizim halen Omicron dalgasının çıkış kolunda olduğumuz düşünülürse).

Son olarak 7 Şubat 2022 tarihi itibarıyla her 1.000 kişiye yapılan günlük test oranında Birleşik Arap Emirlikleri’nin 50, Yunanistan’ın 27, Danimarka’nın 25, İsrail’in 23, Portekiz’in 21 ve Omicron dalgasından çıkan Birleşik Krallık’ın 18 olduğu dikkate alındığında, her 1.000 kişiye 5 test yapma oranı ile Türkiye’nin düşük bir tanı çabası içerisinde olduğu ifade edilebilir.

Aşılar konusunda ne durumda olduğumuzu sormak isterim…

İki doz aşı yapılmış nüfus oranını dikkate alırsak Birleşik Arap Emirlikleri, Küba, Portekiz, Singapur ve Şili’nin aşı konusunda yüzde 90’ı aşan oranlarla dünyanın birinci liginde olduğunu ifade edebilirim. Burada dikkat edilirse belirleyici faktör zenginlik değil. Evet, Birleşik Arap Emirlikleri zengin bir ülke ve çift doz aşıda yüzde 94 oranına ulaşmış durumda. Ama Küba da yüzde 87 çift doz aşı oranıyla yoksul bir ülke olmasına rağmen göz alıcı, imrenici bir başarıya sahip. Hatta Küba 2-18 yaş aralığında yüzde 95 aşı başarısına ulaşmış ve hem çocukları hem de çocukların bulaştırıcılığını önleyerek toplumu koruma altına alabilmiş müstesna bir ülke. Bu noktada tarihsel olarak aşılama konusunda büyük başarılara imza atmış bir ülke olan Türkiye’nin halen 12 yaş altına aşı hakkını tanımamış olması üzüntü verici olmanın ötesinde öfkelendirici…

Kanaatimce aşı bakımında dünyanın ikinci liginde Çin, Danimarka, Güney Kore, Kanada ve İspanya gibi nüfusunun yüzde 80’ninden fazlasını çift doz aşı ile aşılamış ülkeler geliyor. Sonrasında ise Avrupa’nın pek çok ülkesinin yanı sıra Avustralya, Brezilya, Japonya, Vietnam ve Yeni Zelanda yüzde 70’leri aşan çift doz aşı oranıyla sıralanıyor.

Ne yazık ki bu sıralamayı Suudi Arabistan yüzde 67, ABD ve İran yüzde 64, Türkiye ise yüzde 62 ile izliyor.

Her ne kadar çift doz aşıda dünya ortalaması yüzde 54 gibi görünse de kapitalizmin eşitsizliği bu alanda da kendisini gösteriyor ve aşılama oranı Rusya’da yüzde 48’i, Filistin’de yüzde 29’a, Güney Afrika’da ise yüzde 28’e düşüyor.

Bilmiyorum ama yukarıdaki sıralamaya bakıp Türkiye için mutlu olan, gurur duyan kimse var mı aramızda?

Hatırlatma dozunda ne durumdayız?

O konuda çift doz aşıya göre kıyasla daha iyi durumdayız dünya ölçeğinde. Ancak bu iyilik, bizim yüksek hatırlatma doz aşı oranımızdan çok dünyanın oldukça düşük orana sahip olmasından ve ülke olarak Coronavac gibi etkinliğini kısa sürede kaybeden bir aşı ile aşılamaya başlamamızdan kaynaklanıyor. Uluslararası veri tabanlarına göre hatırlatma doz oranımız yüzde 38,9.

Kuşkusuz bu noktada dünyada kullanılan aşıların farklı etkinlikte olmasını ve ülkemizin hastalık açısından en riskli grupları olan 65 yaş üstü ve sağlık çalışanlarının en az etkinliği olan ölü inaktif virüs aşısı ile aşılanmış olmasını da dikkate almak gerekiyor. Avrupa başta olmak üzere gelişmiş ülkelerdeki hatırlatma dozlarının hemen tamamı mRNA ya da viral vektör aşılarını takibin ağırlıkla mRNA aşısı tarafından yapıldı. Bu açıdan da oranın ötesinde etkinlik yönünden de dezavantajlı konumda olduğumuz açık. Ve son bir not; dünyada bizden başka Turkovac ile hatırlatma dozu uygulayan bir ülke yok.

Omicron varyantına etkisi bakımından ölü inaktif aşıların etkinliği konusunda araştırma var mı?

Kısıtlı sayıdaki araştırma çift doz aşının -Türkiye’de olduğu gibi- Coronavac gibi ölü bir inaktif virüs aşısıyla yapılmışsa, hatırlatma dozunun yine Coronavac gibi ölü inaktif virüs aşısı yerine mRNA aşısıyla olması halinde anlamlı oranda daha etkin olduğuna işaret ediyor. Zaten bu nedenle Türkiye’de tıp alanındaki meslek ve uzmanlık örgütleri hatırlatma dozunun ülkemizde Pfizer-Biontech şirketi tarafından üretilen Comirnaty aşısı ile yapılmasını önerdiler. Bu konuda sürdürülen az sayıdaki araştırma verileri de ölü inaktif virüs aşısının ardından yine ölü inaktif virüs aşısı ile hatırlatma yapılması halinde Omicron varyantına karşı aşılanan grubun ancak yüzde 35’inde etkin antikorların geliştiğine işaret ediyor. Oysa hatırlatma dozu viral vektör ya da mRNA aşısı olması halinde etkin antikor gelişimi yüzde 90’lara ulaşıyor. Zaten Omicron varyantının ilk saptandığı dönemde yapılan bir araştırmada da hatırlatma dozu öncesinde de Coronavac aşılanması yapılan hiç kimsede Omicron’a karşı etkin antikor tespit edilmediği ortaya konulmuştu. Ancak bu bilimsel gerçeklere rağmen Türkiye’de hatırlatma dozunda aşı seçimi -pandeminin her konusunda olduğu gibi- bireyin tercihine ve sorumluluğuna bırakıldı. Oysa daha iyi bilgilendirme ve bilimsel yönlendirme ile özellikle 65 yaş üstü kesim için mRNA aşısı ile hatırlatma dozunun yapılması gerekirdi.

Son sorum da pandeminin sonuna dair: Omicron iddia edildiği gibi pandeminin sonunu getirir mi? Nasıl gelir pandeminin sonu?

Pandemilerin sonunu getirecek olan dünyayı, doğayı bu denli tahrip etmemektir. Madencilik, endüstriyel hayvancılık, daha fazla enerji saplantısı sürdüğü müddetçe salgınlar çağından çıkış olmayacak. Kazanç yerine yaşamı, sürdürülebilir kalkınma yerine sürdürülebilir geleceği ikame etmedikçe pandemilerden pandemi beğeneceğiz önümüzdeki yıllarda. Çünkü dünya, insanı ve insan uygarlığının şekillendirdiği kapitalizmi artık taşıyamıyor.

Bu üst gerçeğin yanı sıra pandemilerin ve bu pandeminin bitmesini istiyorsak demokratik ve eşitlikçi bir ülke ve dünyayı var etmemiz gerektiğini de görmemiz gerekiyor. Verilerin şeffaf biçimde ortaya konulduğu, alınacak önlemlerin demokratik müzakereler ile belirlendiği, bilgiye -bilmeye-, devamlı öğrenmeye merak içerisinde olunduğu, paçacıların -genetikçilerin-, “pazar(lamacı)cıların” ve bilcümle şarlatanın sözlerine kanılmadığı bir dünyaya ulaşmamız gerekiyor. Yıllar yıllar önce Yukarı Silezya’da başlayan tifüs salgınını kontrol altına almak için görevlendirilen Carl Virchow bu nedenle hastalık bildirim sistemi ve hastaları izolasyon kadar tam demokrasi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, anadilde sağlık hizmet sunumu, devlet ile kilisenin ayrılması ve yoksulluğun giderilmesini pandemi kontrolü için önermişti. Söz konusu tifüs salgından 174 yıl sonra bu kez COVID-19 salgını ile uğraşıyoruz ama Virchow’un çözüm önerilerinde ne kadar yol katettiğimiz çok tartışılır…

Ayrıca tüm dünyada sağlık hizmetinin her alanından -ama en başta aşılardan- sermayenin kazancını önceleyen ve garanti altına alan patent gaspını kaldırmamız, kamucu bir sağlık politikasını şekillendirmemiz gerekiyor. COVID-19’un milyonlarca insanın canını aldığı bir ortamda dünya genelinde patent nedeniyle yoksul ülkelerin aleyhine şöyle bir aşı erişim eşitsizliğini insan olan ve kalabilen kabullenebilir mi?

Ve son olarak dün verileri gizlemek için “her vaka hasta değildir” diyerek pandemi kontrolünün temel direği olması gereken kamusal otoriteye güveni yer ile yeksan eden, bugün de henüz sonu gelmeyen pandemiyi bilimsel olmayan yaklaşımla sonuçlandırmaya çalışan bir sağlık bakanının görev yapamayacağı bir siyasi iktidarı şekillendirebilmeliyiz. Çünkü biliyoruz ki an itibarıyla virüs öldürüyor ve dahası yine araştırma sonuçlarından biliyoruz ki COVID-19 geçiren insanlar, takip eden on ay içerisinde hastalık geçirmemiş insanlara kıyasla çeşitli nedenlerden dolayı beş kat daha fazla ölüyor. Hal böyleyse siyasi iktidarın sağlık temsilcisi olarak bir yandan pandeminin sonunun gelmesini temenni eden, diğer yandan da ihtiyatlılık ilkesi gereğince aşılama ve diğer kamusal önlemleri yetkinleştiren ve her gün bir fazla kişinin hastalanması ya da ölmesini önlemek için görev başında olduğunu idrak eden bir siyaseti hayata nakşedebilmeliyiz.

Gelelim pandeminin sonuna: Umarım Omicron pandeminin sonunu getirebilir. Ancak görelim ki büyük bir hastalık ve ölüm sayıları ile geliyor bu “son”. Ama görelim ki “Omicron sonu getirecek” diyenler ölmüyor. Ölenler sıklıkla ötekiler, yoksullar ve yoksunlar.

Bilimsel olarak zorlandığımız konu şu: Omicron ve Delta varyantı ile yapılan kıyaslamalı az sayıdaki araştırmada Omicron’un, bir önceki varyant olan Delta’ya göre yaklaşık on kat daha az oranda koruyucu tipte (nötralizan) antikor gelişimine neden olduğu gösterildi. Pekiyi o zaman soruyu tersten sorarsak; Omicron’a göre on kat daha fazla antikor gelişimine neden olan Delta kendisinden sonra bir varyantın dalgasını önleyemediyse, daha az antikor gelişimine yol açan Omicron bunu nasıl sağlayacak? Bu noktada hastalık geçirmiş olmanın koruyucu olduğu gelebilir aklımıza. Pekiyi ama Birleşik Krallık’ta son aylarda Omicron varyantıyla hastalanan kişilerin en az yüzde 10’nun daha önceden COVID-19 geçirdiği gösterildiğine göre bu bilgiyi bilen insanların “Omicron pandeminin sonunu getirecek, merak etmeyin,” cümlesini kolaylıkla kurabilmesi mümkün mü? Hem de bu boş umudun bedelinin olası bir sonraki dalgada binlerce hastalık ve ölüm olduğunu idrak etmişlerse. O nedenle ihtiyatlılık halk sağlığının temelidir. Velhasıl umutlu ama ihtiyatlı olalım derim...