Stigma

Bana yüzünde bir gülümsemeyle bakıp şunu sorabilirsin: Bununla ne kazanıldı? Hiçbir devrim utançla yapılmadı. Ben şöyle cevap veririm: Utanç zaten bir çeşit devrimdir... Utanç bir çeşit içe dönmüş bir öfkedir. Eğer tüm bir ulus gerçekten bir utanç duygusu deneyimliyorsa, sıçramaya hazır bir aslan gibi olur. Karl Marx (Arnold Ruge’a mektubundan, Mart 1843)[1]

Stigma, tam olarak tercüme edilemeyen yabancı kelimelerden biri; farkı bu şekilde de dilimizde yer alabiliyor oluşu; bir suç üzerine edinilen leke, damga, ayıp, gizlenecek kadar utanç duyulan, gizlenmesi gereken gibi birçok anlama gelebiliyor. Stigma, isteyerek yaptırmadığınız toplumsal bir dövme gibidir şeklinde de özetleyebiliriz, gizlenir, hep orada kalır ve acısı çok zor geçer.

Stigma piyasanın ve ideolojilerin üzerinde oyun oynamayı en çok sevdiği kavramlardan biridir. Öyle bir oyundur ki, atış serbesttir, atılır, değmese bile mutlaka izi kalır. Şiddetin semboliği, hegemonyanın görünmez elidir. Doğal olan ve dünyanın birçok kültüründe olması gerektiği gibi –yani doğal– yaşanabilen birçok konu, en başta kadınlık, çocukluk, eşcinsellik ya da sadece her yönüyle cinsellik, yaşlılık, hastalık daha nicesi, kutsala ve beden politikalarına değen kısımları, stigmatizasyondan nasiplerini farklı şekillerde alırlar. Çomak sokulan arı kovanı gibidir o stigmalar. Uzunca bir süredir, muktedir maşaları tarafından, ihtiyaç baş gösterdikçe ziyaret ediliyorlar, ya o stigmaları meşrulaştırmak ya da daha derinlere gömmek üzere.

Rivayete göre 12 Eylül darbesi sonrasında, darbecilerle Nesrin Topkapı arasında ilginç bir teşrik-i mesai gerçekleşir. O sıralar belki zamanın artan muhafazakârlığına uymaya çalıştığı, belki de sadece öyle istediği için, Topkapı, bildiğimiz dansöz kıyafetinden çok daha kapalı bir kostümle dans etmeyi seçer. Fakat kostüm o kadar kapalıdır ki, darbecilerin kontrol ettiği devlet televizyonunun denetleme kurulu, kendilerine bir laf gelmesin diye, yılbaşı gecesi heyecanla beklenen Topkapı’dan hiç olmazsa bir omzunu açmasını rica eder. Neticede Topkapı omzunu açar ve tüm yıl boyunca görünebildiği tek gecede o şekilde dans eder. Bu hikâyeyi acaba neden unutamadım diye hep düşünmüşümdür. Sonra da olayı sanki hep Kenan Evren ve Nesrin Topkapı aralarında konuşup karar vermişler şeklinde algıladığımı hayretle fark ettim. Oysa buna dair hiçbir kaynak yok. Zihin bu, istemsizce şekillendirip ilişkilendiriyor şeyleri. Dansöze omuz açtırılan yılbaşı gecesi, o karanlık ve melun darbe zamanlarının belki de hoş anımsanan tek olayıdır. Kadının çıplaklığının stigmatize edildiği bir toplumda, bir darbe generali dansöze, “Ama biraz daha özgür olun, biraz daha açılıp saçılın ki, halk daha çok eğlensin; çünkü ben halkımı çok seviyorum,” demiş gibi. Anlatıla anlatıla bitirilemediğini unutamam, babaannem ve kız kardeşleri tarafından. Kadın bedeninin ne kadar açık olacağına yine bir erkek karar vermişti, ancak bu sefer ters istikamette, daha çok açılması yönünde. Bir stigmayla oynamış ve onu meşrulaştırmıştı Evren, kendi iktidarını da aynı zamanda. Topkapı’yı güya özgürleştirerek değersizleştirmişti. Bu oyunu sonraları farklı sahnelerde ve değişik oyuncularla çok izledik, stigmalara vur-kaç senaryosunun muhtelif hallerinde.

Bunun en son örneğini birkaç gün önce yaşadık. Hepimizin bir yarası ya da kutsalına dokunan şu stigmaları iyi tanımanın gerektiği, en son kız çocuklarının evlilik yaşının, yine bir erkeğin, yine akademisyen bir erkeğin, yine konu üzerinde hiçbir bilimsel ya da toplumsal söz söyleme hakkı olmayan bir akademisyen erkeğin, malum retorikle konuşması üzerine belli oldu. Seçilen mecrayı da göz önüne alacak olursak, böyle bir konuşmanın gideceği yeri bilen, hangi toplumsal mekanizmaları harekete geçireceğini hesaba katan o laflar, çoğumuzun içini dağladı. Ama dokundu işte, bir stigmaya daha dokundu, kız çocuklarına, çocukluğun kutsallığına, toplumumuzdaki en stigmatize edilen leke olan namus leitmotivi ile, yine biri, öyle biri, oraya dokundu ve toplumsal belleğin zayıflığına güvenerek, pası attı ve geri çekildi.

Tepkiler geldi, o şahsın üniversitesiyle ilişkisi kesildi, ama herkesin önünde o sözler söylendi, yine kadın bedeni üzerinden reyting elde edildi. O arada yayınlayan televizyon kanalı, yandaşları tarafından daha çok tercih edilir hale geldi, diğer bir deyişle kârlılığını arttırdı. İlgili şahsın da malum piyasasının artacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok; kendisine şimdiden siyasi roller biçilmeye başlandı. Hoş burada da hep naifçe inanmak istediğimiz şu varsayım yok değil: Bu kadar eğitimli bir kişi, gerçekten inanarak on üç yaşındaki bir çocuğun, bedeninin müsait olduğunu iddia ederek izleyicileri yanıltma pahasına hamile kalmasını savunamaz! Hangi yerinden tutarsak tutalım elimizde kalacak bu sözler, bir profesörden çıkamaz! Haksız çıktık yine, zira özellikle bizim gibi ülkelerde kadın bedeni, sıklıkla bu tür stigmaların tam merkezinde yer alır. Üzerinde yapılan politikalar ve safsatalar bitmez tükenmez. Her kesimden ilgi çekeceği için sündürülmeye ve sürdürülmeye hep müsait bekler. Bu Robert Pinker’ın sözünü ettiği gibi stigmanın demokratik toplumlardaki en sıradan şiddet hali oluşudur.[2]

Bazı stigmalar birbirlerine bağlıdır, tıpkı küresel salgınla birlikte daha çok ilişkilendirilen hastalık ve yaşlılık gibi. Ülkemizde, malum, yaşlılık, devlet tarafından diğer ülkelerden daha fazla stigmatize edildi. Yaşlılar ki, bir yaş üstü herkes bu sınıfa girmeye mahkûmdu, evlere hapsoldular. Sağlık sigortası şirketlerinin risklerini kabullenmediği, gayrisafi milli hasılaya bir katkısı olmadıkları iddia edilen yaşlıların söyleyecek bir sözü de olamazdı. Sonra gelenekler, bir nebze olsun iktidar ve belki de piyasaya dersini vermiş gibi göründü, baş tacı edildiklerine dair beyanatlar duyuldu. Heyhat, şartlar değişmedi, yine evlerinden dışarı çıkamadılar. Muhterem oldukları söylense de, o topluma yararsız, hatta bu konjonktürde gereksiz olduklarına dair atılan o iz kaldı yaşlıların üzerinde. Sakince yaşlanabilmek için[3] sistemin hoyratlığına karşı koymak, onlar için giderek zorlaşacaktı. Orhan Koçak’ın, eski tabirle, bu sütunlardaki yazısında söylediği gibi bir sistem meselesiydi bu. Yaşlılığı bir leke gibi üstlerinde taşımak, teşbihte hata olur elbet ama, Nazilerin Jude damgalarını hatırlatmadı mı? Damgalanır ve sınıflandırılırsınız, risk ve kârlılık analiziniz ona göre gerçekleştirilir ve size yatırım yapılıp yapılmayacağına da o şekilde karar verilir.

Sistem kadın yaşını ve yaşlılığını daha çok mesele yapar. Bu yüzden, örneğin, estetik piyasası, en çok kadın yaşlılığının stigmasından yararlanır: Yaşlı görünürsen, toplumsal alanda daha az cazipsindir; bu yüzden, tıpkı kardeş piyasası kozmetik gibi, gençleşmek için var güçle çalışmak şarttır. Ancak bunun belirli bir kriteri yoktur. Tıpkı yukarıdaki örnekte olduğu gibi, göz kenarındaki ince bir çizgiye ya da başka bir işarete indirgenebilir yaşlılık kriterleri. Bu yüzden türlü üretim araçlarıyla yaşlılık emarelerini arama yaşı giderek küçülür, diğer bir deyişle potansiyel pazar payı büyür. Ne kadar emare, o kadar parsa toplayan piyasa aracı olduğundan ürünler sürekli çeşitlenir. Aynı konu kadın bedeni üzerinde yapılan televizyon programları için de geçerlidir. Malum yayında söz edilen rejenerasyon yeteneği ve potansiyeli esas işte bu piyasalardadır, ballandırılarak ve nedense neşe içinde anlatılan on üç yaşındaki bir kız çocuğunun bedeninde değil. Kadınlar çok erken yaşlarda sistemin içine çekilmeye çalışılır, onlara ne yapacakları söylenerek, piyasalar çeşitlenir, çarklar döner. Kadın bedenini bu şekilde değersizleştirme yoluyla yapılan siyaset kadar ticari planların da haddi hesabı yoktur. David Harvey’nin, değersizleştirmeyle yeni sermaye fırsatları yaratılmasına yol açan “mülksüzleşme yoluyla birikim” olarak tanımladığı tam da budur.[4]

Neticede, şu en sonuncu zayıf ve pespaye önermelerle ahkâm kesme teşebbüsü yine bir meşrulaştırma girişimiydi, ama aynı zamanda ticariydi. Oyunda piyasanın sevdiği joker çekildi ve bir stigmaya, kız çocuklarına, vuruldu ve kaçıldı, ama ne yazık ki, izi kaldı. Stigmaları delmek için hep kurban vermek gerekir, bu sefer yine kadınlar, yine kız çocukları seçildi. Reyting ve muktedire yaranma, o cenahta piyasa yapmak amacıyla çıkılan yolda kurban değişmedi.

Stigma kovanına sokulan çomaklarla acaba bu sefer kim, ne kazandı? Toplumun kaçta kaçı, ne kadar utanç duydu? Arılar uçup kovanı terk etsinler diye mi bekleniyor? Kim bilir?

Herkesin küresel salgın sonrasını tahmin etmeye çalıştığı şu günlerde, nelerin stigma olduğuna ve hangi durumlarda ortaya çıkarıldıklarına bakmada fazladan bir fayda olsa gerek.


[1] Imogen Tyler (2020), Stigma: The Machinery of Inequality, Zed Books Ltd.: Londra.

[2] Robert Pinker (1970), “Stigma and Social Welfare”, Social Work, 27(4), s. 13-17.

[3] Wilhelm Schmid (2014), Sakin Olmak, Yaşlanırken Kazandıklarımız, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları: İstanbul.

[4] David Harvey (2004), “The ‘New’ Imperialism: Accumulation by Dispossesion”, Socialist Register, 40, s. 63-87.