İlk ve maalesef tek baskısı 2017 yılında Müge Günay’ın Türkçeye çevirisiyle yayımlanan Intizar Husain’in Basti adlı anlatısı, Hindistan-Pakistan ayrılığının Hint Yarımadası’nda yaşayanlarda yarattığı trajediyi anlatır. Husain, Şii Müslüman bir ailenin çocuğudur. 1925 yılında Hindistan’ın Dibai şehrinde doğar. 1944 yılında Meerut Üniversitesi’nin Urdu Edebiyatı Bölümü’nü bitirir. 1946 yılında aynı bölümde yüksek lisans yapar. 1947’de yaşanan Hindistan-Pakistan ayrılığı sırasında Pakistan’ın Lahor şehrine göç eder. 1979 yılında yayımlanan bu kitabında anlatılanların kaynağı da bizzat kendi yaşamı ve tanıklıklarıdır.
Husain’in Türkçeye kazandırılan bir diğer yapıtı Son İnsan adlı öyküsüdür. Onun da ilk ve tek baskısı, 2001 yılının Ağustos ayında Celal Soydan’ın derleyip çevirdiği, 18 öyküden oluşan Pakistan-Hindistan Öyküleri adlı seçki kitaptadır.
Basti’nin Türkçe çevirisinin önsözünü yazan Barış Özkul, Basti lafzının Urducada her büyüklükten yerleşim birimini anlattığını belirtir. Romanın başladığı şehir olan Rupnagar’ın anlamının “güzel şehir” olduğunu, sahiden var olmayıp hayalî bir şehir olduğunu ifade eder. Başkişi Zakir’in isminin anlamının “hatırlayan, anlatan”; Zakir’in kuzeni Sabire’nin isminin ise anlamının “sabır”dan geldiğini hatırlatır. Özkul, anlatıdaki dönemle ilgili tarihsel bilgileri, ayrıntılara girmeden, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde özlü bir şekilde verir. Böylece okur, romana başlamadan dönemi rahatlıkla tanır. Önsözün sonlarına doğru hem Husain hem de Zakir karakteri ile ilgili verdiği bilgilerle bizi anlatıya iyiden iyiye hazırlar. Verdiği birkaç alıntıyla da anlatıda bizi nelerin beklediğiyle ilgili ipuçları verir. Bu açıdan altını çizdiğim ilk cümle, Zakir’in karartma gecelerinde, savaş gecelerinin bir türlü bitmediğiyle ilgili günlüğüne yazdığı nottur: “Saatin yelkovanı yirmi dokuz dakikalık korkunç yolculuğundan sonra on üçüncü dakikaya vardı ve orada durdu.” İkincisi, Zakir’in arkadaşı Afzal’ın ona sarf ettiği “Bana göre tüm zamanlar tek bir zaman; ama senin düzenli saatlerin var,” olmuştur. Bu söz, onuncu bölümde geçer. Ziyadesiyle duygusal bir karakter olan Afzal, bir gece Zakir’in kapısını çalar. “Kusura bakma, uygunsuz vakitte geldim,” der ki bu roman boyunca Afzal’da görülmeyen bir davranıştır. Zakir, uygun-uygun olmayan vakitleri ayırt edebildiği için ona şaşırdığını söyleyince Afzal, yukarıda verdiğim alıntıyla karşılık verir. Meerut Üniversitesi’nin Tarih Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Zakir ise işinin kölesi olduğu için vakitlere dikkat etmesi gerektiğini söyleyerek Afzal’ı geçiştirir.
Afzal, yanından ayırmadığı bir deftere sürekli olarak iyi, ahlâklı kişileri yazıp, Pakistan’ı onların kurtarabileceğini, sadece onlarla güzel işler yapılabileceğini savunur. Bu deftere kaydedilenler zaman zaman silinir zaman zaman yeniden kaydedilir. Tıpkı ortak arkadaşları İrfan, Ajmal ve Salamat gibi... İrfan da Afzal’ın aksine gerçekçi, kötümser bir gazetecidir. Bu yönleriyle İrfan Afzal’ı, Afzal da İrfan’ı sürekli kızdırır. Ajmal ile Salamat ise babaları ve anneleriyle sorunları olan, onları zalim ve cahil bulan çocuklardır. Salamat, 1947 Hindistan-Pakistan Savaşı arifesinde ateşli bir devrimciyken Hindistan’la Pakistan’ın ayrılmasından başlayıp 1971’de Bangladeş’in Pakistan’dan ayrıldığı zamana gelinceye değin radikal bir Müslüman olur. Ajmal da onun gölgesindedir.
Özkul, hüzünlü olsa da anlatının okuru karamsarlığa kaptırmayacak bir yapısı olduğunu söyler. Bu anlamda anlatıda umudu daha çok Afzal karakterinde gördüm. Doğaya aşkı, insanların iyi yanını görebilme, birlikte yaşayabilme gayreti çok duygusal görünse de Basti’de umudun adı benim için o olmuştur. Bunların dışında anlatıdaki Fars, Hint ve İslâm dünyasına ait mesel, deyim ve atasözlerinin ve çevirmen Müge Günay’ın dipnotlarda verdiği bilgilerin kimini hatırlayacak, kimini ilk defa duyacaksınız. Bunları okuduğumda edebiyatın ebedî gücünü daha çok sevdim.
***
Anlatı, Zakir’in ilk gençliğiyle başlar. Zakir’in babası Abba Jan’ın anlattığı mesellerle sürer. Abba Jan, tipik bir Müslüman’dır. Sakin bir yapıya sahiptir. Bağırıp çağırmaz, bakışlarıyla sertelir. Güncel hadiseleri bile mesellerle açıklar. Dinleyici kitlesi vardır. Komşuları Hekim Bande Ali, Musayyab Hüseyin her gün ona gelir, hem dünyevi hem dinî sorular sorarlar. Daha sonra Zakir ve ailesi, Pakistan’a taşındığında Zakir’in arkadaşı olacak Salamat’ın babası Khvajah, Abba Jan’ı hayranlık derecesinde sevmektedir.
Rupnagar şehrinin sessiz ritmini ilk önce şehre gelen elektrik direkleri bozar fakat daha sonra bir an önce dikilip kullanıma açılmadıkları için, bu direkler de şehrin yerlisi olur, yol kenarında eskimeye yüz tutarlar. Böylece üzerlerindeki ilgi de kaybolur. Birkaç gün sonra veba ortaya çıkar. “Önce sıçanlar ölür, sonra insanlar ölmeye başlar” ve anlatılanlara göre, her şey “bir kara kedinin kışkışlanıp uzaklaştırılmasıyla” başlar. İlk ölümlerle birlikte insanlar gider, şehir boşalır. Veba durunca gidenler geri döner. Elektrik direklerinin dikimi başlar fakat bu kez de elektrik gelmez. Direkler yine işe yaramazlıklarıyla şehrin bir parçası, özellikle de güvercinlerin durak noktaları, kargaların, alakargaların, bülbüllerin çatılara alternatif olarak kondukları yer olurlar. Günün birinde bir maymun, kuşlara özenip tellere asılır, çarpılıp ölünce şehre elektriğin geldiği anlaşılır.
Elektrik geldikten birkaç gün sonra Zakir’in Gwalior şehrinde yaşayan eniştesinin vefat haberi gelir. Teyzesi Khalah Jan (teyzenin ismi, anlatıda bazen Betül olarak da geçer), kızları Sabire (Sabire’nin adı, “Sabbo” ve “Rimjhim” olarak da geçer) ve Tahire ile birlikte Zakirlerin evine gelirler. Sabire, Zakir’e mesafelidir. Bu sırada şehirde 1947’deki ayrılığı hazırlayan siyasi hareketlenmeler de başlar. Abba Jan, o günden sonra Zakir’e “Ne oluyor bu insanlara böyle?” diye sormaya başlar.
Bir gün Zakir, toprağın kuru yerini kazıp içine ayağını yerleştirir. Ayağının üzerini toprakla sıkıca sıkıştırdıktan sonra ayağını çıkarır. Bu çamurdan mağaraya “mezar” der. “Mezarını” yaparken yanına Sabire gelir, ona “Bana da bir mezar yap,” der fakat Zakir’den “Kendin yap!” cevabını alır. Bunun üzerine Sabire sinirlenir, kendi “mezarını” yapmaya başlar. “Mezarı” iki defa çöker. Üçüncüde nihayet çökertmeden ayağını çıkarır. “Herkes, en iyi, kendi mezarını kendi kazar.” Zakir, Sabire’nin “mezarını” beğenir, ayağını onun “mezarına” yerleştirir, hatta ayağını bir süre orada dinlendirir. Vurgunlusu Sabire’nin “mezarında” uyumak ona iyi gelir.
Birkaç gün sonra Abba Jan, camiye de elektrik çekileceğini öğrenince buna engel olmak için harekete geçer, görevlileri camiden uzak tutar. Artık camide yaşamaya başlar fakat camideki üçüncü gününde hanımı Bi Amma son nefesini verir. “Yeniliğe” yenilen, eşini kaybeden Abba Jan, Zakir ve Bi Ammi’yle[1] birlikte Vyaspur’a taşınır. Teyze Betül ve kızları Sabire ile Tahire, Rupnagar’da kalırlar.
Pakistan’ın çalkantılı günlerinin birinde, Lahor şehrinde Zakir, şehrin önemli caddelerinden Mall’in tahrip edilmiş halini görür. Önce göstericilerin tuğlalar fırlatıp sloganlar attığı, camların etrafa saçıldığı, araçların sırtüstü yatırıldığı önceki günü düşünür, sonra bugünkü sakinliği. Her şey o gün sanki yerli yerindedir. Sadece benzin istasyonunun önündeki devrilmiş araç, yaşanan dünün tek şahidi olarak oradadır. Lakin insanlarda artık herhangi bir endişe ya da korku yoktur. Zakir, insanların şaşırma gücünü yitirmesini sorgular. “Bugünkü sükûneti, dünkü arbededen tuhaf görür. O araç sanki bir başka yüzyılda devrilmiştir.” Bu satırları okurken bende de insanların alışma gücüne duyduğum “hayranlık” artmıştı.
Zakir ve ailesi şehre alışmaya başlarken Zakir’in annesi Ammi, bir guguk kuşunun sesini duyar. Aklına Hindistan gelir. Duygulanır. Uyuyan anıları uyanır. Bir yabancının yaban eldeki tek başınalığı hep böyle sona erer zaten. Bir an bir ses, bir renk patlar. Anılar uyanır, yabancılık gider. Zakir de guguk kuşunun sesini Pakistan’da ilk kez duyduğunda, “Benim için onun sesi tımarhaneden çıkış gibi oldu,” der. Bu sırada Hindistan’ı terk edip Pakistan’a gidenlerin Hindistan’daki evlerine Pakistan’dan gelenler; Pakistan’ı terk edip Hindistan’a gidenlerin Pakistan’daki evlerine Hindistan’dan gelenler yerleşmektedir. Zakir ve ailesi, Pakistan’da yerleştikleri “el kadar yeri” kirayla tutmuşlardır fakat Abba Jan’ın Hindistan’daki dostlarından Musayyab Hüseyin ise burada bir konak “almıştır”. Zakir, yaşadığı sıkışıklık hissinin verdiği asap bozukluğuyla dolaşırken Şiraz kahvehanesini keşfeder. Türlü çeşit dertlerinden kaçmak için orayı bulan İrfan, Afzal, Zavvar, Ajmal ve Salamat ile de burada tanışır. “Şehirdeki herkesin kendini evsiz hissettiği o günlerde Şiraz onların bir evi olmuştur.” Şiraz’ın dışında uğradıkları diğer yer, Imperial Oteli’dir. Bu otel, Lahor’da Batı tarzı mimari anlayışıyla tesis edilmiştir.
Hindistan’ın Bangladeş’i desteklediği Hindistan-Pakistan Savaşı’nın arifesinde Pakistan’ı terk edenler olur. Haliyle Zakir ve arkadaşları İrfan, Afzal, Zavvar, Ajmal ve Salamat’ın da müdavimi olduğu Şiraz da ıssızlaşır. Müdavimler, çaydan şikâyetçi olmaya başlarlar ve Şiraz’a bir şeyler olduğunu düşünürler. Zavvar, Şiraz’da çok vakit harcadıkları için bunun böyle olduğunu ileri sürerken İrfan ona karşı çıkar. Ona göre “zaman zaten akıp giden bir şeydir”. Zakir ise diğerleri şehri terk ederken kendilerinin yerlerinden edildiğini hisseder. Şiraz’da Zakir ve arkadaşları her ne kadar edebiyattan, sanattan konuşmaya çalışsalar da bir şekilde “yasak bölge” olan politikaya da girerler. Politikadan konuşurlarken kendilerini dinleyenlerin olduğunu fark ederler. Öyle ki Zakir, kendilerini dinleyenlerin kulaklarının büyüyüp büyüyüp dudaklarına yapıştığını hisseder. Davetsiz kulakların büyüdüğü yerde de diller susar.
Şiraz kahvehanesindeki huzurun bu denli kaçmasından sonra İrfan ile Zakir, Imperial Otel’de vakit geçirmeye karar verirler. Lakin oranın da tadı kalmamıştır zira otelin latif sanatçısı Miss Dolly, ateşli bir hayranı tarafından kaçırılır, kabaresi de kaldırılır. Otelin sarman kedisi bile orada yaşamak istemez artık. Miss Dolly giderken otele dair her türlü hayatiyet de ardından gitmiştir. Otelin müdürü işlerini toparlayamayacak, bir zaman sonra bina yıkılacaktır.
Pakistan’da “Hindistan’ı Ez” sloganlarının ayyuka çıktığı zamanlar gelir. Anlatıda, Şiraz kahvehanesinde gençlerin asabını bozan kır saçlı bir adam vardır. Zakirlerin muhabbetine oldum olası dahil olmaya çalışır fakat her defasında İrfan ile Aflaz’ın zılgıtını yer. Bir gün gençlere, “Benim bu saçlarım, Hindistan’dan Pakistan’a gelirken ağardı,” der. İrfan ve diğerleri bunu anlamsız bulurken Zakir, bunun üzerine düşünür zira Lahor’a geldikleri gün, aynadaki görüntüsüne baktığında saçlarında beyazlar çıkmaya başladığını görmüştür. Talihe bakınız ki bu konuşmadan birkaç gün sonra Zakir’e Hindistan’ın Vyaspur şehrindeki üniversiteli arkadaşı Surendar’dan bir mektup ulaşır. (Surendar, anlatıdaki tek Hindu kahramandır.) Mektupta, Delhi’de bir radyo istasyonunda sunuculuk yapan Sabire ile karşılaştığını anlatır. Kendi şakaklarındaki kardan bahseder, Zakir’in halini sorar. Sabire’nin saçlarında da azar azar karlar olduğunu söyler, Zakir’in bir an önce Delhi’ye gelmesini salık verir. Kalanın da gidenin de şakaklarına kar düştüğünü öğrenen Zakir, annesine Rupnagar’a gitmekten bahseder. Annesi karşı çıksa da Zakir, onun da anılarını canlandırır: “Hiç akrabamız olmasa da Rupnagar’ın kendisi var.” Lakin savaş hali olduğu için gitmelerine Abba Jan izin vermez. Onlara Hindistan’dan kalan tek hatıra, Ammi’nin çeyizlerini, kıymetli eşyalarını sakladığı odanın anahtarı olur.
3 Aralık 1971 günü Hindistan’la Pakistan arasında savaş patlak verir, Pakistan’da siren seslerinin çaldığı karartma geceleri başlar. Şehir öyle karanlık olur ki bir evden en küçük bir ışık sızıntısı, güvenlik güçlerini öfkelendirir: “Söndürün ışığı!” Bu gecelerde Zakir, fener ışığında kitap okuyamaz fakat günlük yazar. 6 Aralık 1971 günü, Pakistan’daki vatanperver gazetelerin hamaset dolu yayınlarla tirajlarını ikiye üçe katladığını belirtir. Oysa kendisi durumun bilincindedir. Günlüğüne “Londra muzaffer, Almanlar ilerliyor” yazar. Bu alaycı dize, Hindistanlı şair Zafer Ali Han’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı bir şiire aittir. 8 Aralık 1971 gününe ait yazdığı not, anlatıda bana etki eden önemli ifadelerdendir: “Bir şehir yıkıldığında orada yaşayanların acıları da onunla birlikte unutuluyor. Savaşla tahrip olmuş bu devrin trajedisi acılarımızın anılara dönüşemiyor olması. Acılarımızı emanet gibi taşıyan binalar, mekânlar tek bir bombayla bir anda yerle bir oluyor.”
Karartma gecelerinin sessizliği, Zakir’e ölümün ve terk edişin sesi gibi gelir. Kendisini mağarada gibi hisseder. Bu mağara, gençken Sabire’yle yaptığı mağara-mezar sembolüne de bir göndermedir. Zakir, karartma gecelerini dinlerken, “Siren, düdükler, havlayan köpek sesleri ‒ fakat insan sesi yok. Bir Göç olmuş da insanlar başka bir yere gitmiş gibi. Savaş süresince esir kaldı şehir,” der. Geceler, onun için, ormanda yürümek gibidir. 12 Aralık gecesi çıktığı ormanındaki yolculukta birine rastlar. Rastladığı kimse, Zakir’e ne istediğini sorar. Zakir “Barış,” der. Cevabın muhatabı, “Barış?” diyerek karşılık verir sadece. Zakir, varlık deryasında barışın mümkün olmadığını düşünür, bu cevapla. Yoklukta barış; acıma, duygudaşlık ve merhametle belki doğar ama varlık hırsı, barışı çiğneyip geçer. Savaş sırasında kötülüğün ortak dili Pakistan’da da varlığını sürdürür. Zakir, Salamat’ın babası Khvajah’dan evlerin kapılarına işaret konulduğunu öğrenir. En nihayetinde 16 Aralık 1971 günü bağımsız Bangladeş kurulur. Geriye Pakistan’ın sloganlarının solukluğu kalır.
***
Husain, Basti’de Zakir’in 5 Aralık 1971 tarihi itibarıyla tuttuğu notlar aracılığıyla sessizlik mefhumunu etkin bir biçimde kullanır. Bunca terk edişin, ölümün yaşandığı Güney Asya’nın edebiyatında sessizliğin bunca yer alması, abartılı, söz sanatlı bir anlatım olarak kabul edilmeyecektir haliyle.
Emre Bayın, İvo Andriç’in Lanetli Avlu adlı anlatısı için, “Sahiden ‘elektrikli’ bir edebiyat dünyamız olsaydı yüz binler okurdu,” demişti. Aynı şeyin Basti için de söylenebileceğini savunuyorum. Dilerim bu yazı başında bahsettiğim Rupnagar’a gelen elektrik hadisesinde olduğu gibi, edebiyat dünyamıza gelen “elektriği” haber veren maymunun rolünü oynar, Basti’yi de yüz binler okur.
[1] Bi Ammi: Anlatıda bir anda ortaya çıkan bu kadın karakterin, Abba Jan’ın ikinci hanımı olduğunu düşünüyorum zira anlatıdaki diyaloglarında Abba Jan ona “Zakir’in anası”, Bi Ammi de Zakir’e “Oğlum” diye hitap ediyor.