Mobilize Hayvanlar

“İnsan özgür doğar, ama her yerde zincirlere vurulmuştur.” Jean-Jacques Rousseau’nun Toplum Sözlemesi’nin girişinde yer alan bu ünlü sözü felsefi, toplumsal ve siyasi bir sorun olarak özgürlükle ilgilenen kimselerin karanlıkta yol bulmalarına yardım eden bir akşam yıldızı olmuştur. Doğuştan bir hak olarak sahip olduğumuz özgürlüğümüz karanlık bir otorite tarafından bizden güç yoluyla alınır, vurulan zincirler, kurulan baskılar türlü yollarla meşrulaştırılır; zorla alınan özgürlüğü rızasıyla teslim eden acınası köleler oluruz. “Peki bu dönüşüm nasıl gerçekleşti?” diye sorar Rousseau hemen ardından ve ilginç bir cevap verir: “İnanın bilmiyorum.”

Yabancılaşma ve Teknoloji

Krizler yeni sorunlar yaratmazlar, var olan sorunları daha yalın bir belirginlikle ortaya koyarlar. Korona krizi uzun süredir gündemde olan bir kölelik biçimini daha görünür kılmakla beraber ona olan bağlılığımızı da sıkılaştırdı -buna kabaca internet diyebiliriz.[1] Sosyal medyada geçirdiğimiz süre arttı ve bununla eşzamanlı olarak duyduğumuz kaygı da bir artış gösterdi.[2] Bu konuda birçok kaygımız var, fakat en önemli olanları tek bir çatı altında toplayabiliriz: yabancılaşma.[3] İnternete, sanal bir dünyaya o kadar kaptırıyoruz ki kendimizi gerçek toplumsal ilişkilerin özünü unutuyoruz. İnsanlar olarak gerçek hislerimizden, fiziksellikten, doğadan uzaklaşıyoruz. Dahası, bunu sanki kendi irademizle de yapmıyoruz. Elimiz bir otomat çabukluğuyla yeni bildirimlere gidiyor; etkileşimin salgıladığı serotonin kaçınılmaz bir haz tetikliyor. Bütün bunlar olurken bedenlerimiz “asil doğalarına” yakışmayan biçimlere giriyor, güçsüzleşiyor. Boynumuz devamlı aşağı bakmaktan eğiliyor, duruşlarımız değişiyor ve genel hareketsizliğimiz, isteksizliğimiz, hissizliğimiz özgürlüğünü altın tepside teslim etmiş birer köle olduğumuzu yüzümüze çarpıyor. Rousseau’nun medeniyet kaygısı da bundan pek uzak değildi. Yaşadığımız sorunlar, bu açıdan, yeniymiş gibi görünse de, insan topluluklarına dair kalıcı sorunların yalnızca yeni bir biçimidirler.

İnternet bizi gerçekten doğamıza yabancılaştırıyor mu peki? İnsanlar olarak pek soylu değiliz ve gayet zavallı hayvanlarız. Hayvanlar arasında doğanın bir kabiliyetle kutsamadığı tek tür olabiliriz. Hızlı koşamayız, soğuktan korunamayız, vahşi doğada var olmamız neredeyse imkânsız. Tanrı bozması biri ateşi çalıp romatizmadan 30 yaşına gelmeden ölmeyi bekleyen atalarımıza vermese soyumuz çoktan tükenmişti. Bu ilk teknoloji parçası bizi yabancılaştırmamıştır; tersine, olduğumuz şeyi açığa çıkarmıştır. Teknoloji insanları saptırmaz veya yabancılaştırmaz, oldukları şeyi ortaya çıkarır. Hayvanlıktan ilkelliğe, ilkellikten medeniyete gelmemize sebep olan şey teknolojidir ve teknolojiye bakarak ne olduğumuzu anlarız. Teleskopa baktığımızda, örneğin, güneşin dünya etrafında dönmediğini, insanın evrenin merkezi olmadığını görürüz. Telefona baktığımızda gördüğümüz, bu açıdan, yabancılaşmış bir insan doğası değildir, insanın gerçek yeridir. İnternetin kölesi miyiz? Bu soru “yemek yemenin kölesi miyiz” gibidir. Başka insanlarla, arkadaşlarımızla görüşmek isteriz, var olmak için başkalarının varlığına ihtiyaç duyarız. İnsanlığın kölesi miyiz yoksa? İnternet yeni bir kölelik değil, insanlığın genel karakteristiklerini doğru biçimde görmenin, onun bilgisine ulaşmanın yegâne yoludur belki de.

Yazı ve Hafıza

“Teknolojilerin teknolojisi”, bütün diğer teknolojileri mümkün kılan asli bir teknoloji vardır. Bu her gün kullandığımız yazıdır. Ferdinand de Saussure bilindiği gibi “göstergenin rastlantısallığı” kavramına dilbilimde önemli bir yer atfetmişti. Fakat Saussure’ün dilbilime getirdiği yenilik bu değildi. Platon’a kadar giden bir çizgide aklı başında hemen hemen bütün düşünürler nesneleri neden belli sözcüklerle gösterdiğimiz konusuna aynı cevabı, yani gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkinin tesadüfi olduğu cevabını veriyorlardı. Hatta John Locke dil üzerine yazılarında bizzat “rastlantısal” sözcüğünü kullanmıştı. Saussure’ün yeniliği, bir ağaca neden “ağaç” dediğimiz sorusuna verdiği yanıt, bunu devraldığımız ve devralma biçimlerimizin çoğu zaman toplumsal sebepler neticesinde belirleniyor olmasıydı. Saussure-öncesi dilbilim konvansiyonel bir bakış açısına sahipti, insan tarihinin bir noktasında alınmış kolektif bir kararlar dili meydana getiriyordu. Tarih-öncesi insan toplulukları ateş etrafında oturup “X nesnesine ağaç diyelim, Y nesnesine elma diyelim” gibi bir karar vermişler, dil bu tür bir kolektif kararlılıkla ortaya çıkmıştı. Biraz dikkatli okuduğumuzda bu tezin imha noktası hemen karşımıza çıkar. Bir şeyi adlandırabilmek için dile ihtiyacımız vardır, dile sahip olmak için de bir çeşit toplumsallığa. O halde insanları bir araya getiren şey dil değildir, yoksa konuşmayı bütünüyle beceremeyen kabileler devamlılık sağlayamaz ve insanlık bugüne gelemezdi. Toplumsallığı mümkün kılan koşul öyleyse dil değil, hafızadır. Örneğin, evlilik toplumsal bir olaydır. Amneziyak iki kişi evlenirse (ve evlendiklerini unutursa) gerçekten evli mi olurlar? Evet, çünkü evli oldukları bir belgeye, ortak hafızaya yazıyla kaydedilmiştir. Hafıza olmadığında insanların birbirlerine karşı sorumluluğu ortadan kalkar; yalnızca sorumluluk değil, benliğimiz, dil, alışkanlıklarımız, bizi biz yapan her şey tanınamaz hale gelir. Alzheimer bu yüzden tüyler ürperten bir hastalıktır ve Eski Yunan’da hafızayı temsil eden Mnemosyne bu yüzden “tanrıçaların anası” kabul edilir.

Çivi yazısının icadından, kil tabletlerin ortaya çıkışından ve hatta dilin rastgele sesler çıkarmak dışında düzeli bir toplumsal bir işlev görmeye başlamasından önce daha genel anlamda bir yazı, bir tür “asli-yazı” vardır. Bu hatırlamak amacıyla kaydetmektir, iz bırakmaktır. Bilinmedik bir yere gidip dönüşü bulabilmek için yere kırıntılara bırakmak gibi, bir ipin veya kayanın üzerine borçları kaydetmek için atılan çizikler gibi, tabular gibi, verilen sözler gibi.[4] Yazı bir kayda dökme, kazıma, kalıcı kılma eylemi, bir hatırlama biçimiyse, toplumsal gerçekliğin oluşumunda yazı ve belgelerin oynadığı kurucu rol yadsınamaz.[5] Bu yüzden “metin dışında toplumsal olan hiçbir şey yoktur” ve her çağda yazı farklı biçimlerde öncüllüğünü, asliliğini korumuştur. Marshall McLuhan, televizyonun ortaya çıkışıyla yazının bittiğini söylemişti, fakat bu yanıltıcıdır. Telefon gibi aslında konuşmak için üretilmiş bir cihaz bile, bugün esas olarak yazmak ve okumak için kullanılıyor, telefonu konuşmak için kullanan insanlar giderek azalıyor. Televizyonlar bile artık “akıllı” televizyonlar ve bunların üzerinde her gün yazmak için klavyeler konuyor. Hiçbir zaman olmadığı kadar çok yazıyoruz, iz bırakıyoruz. İnternet herkesin üzerine yazdığı sınırsız bir karatahta, üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk. Her gün yaptıklarımızı kaydediyoruz ve belgeliyoruz, ortak hafızamız daha çok genişliyor. Üstelik bu ortak hafıza bütünüyle küresel. İnternet küresel bir toplum olarak hafızamızı belgelediğimiz, ürettiğimiz bir yer. Bir yandan tartışıyoruz ve sabah avladığını başkasına çaldırmış kabile üyeleri gibi sıkça agresifleşiyoruz. İnternet sayesinde her zamankinden daha toplumsal, bu yüzden, her zamankinden daha katıyız. Zygmunt Bauman’ın “akışkan toplum”u yanlış bir söz söyleme gafletinde bulunanların Versailles mahkemesini andıran koşullarda yargılandığı bir ortamda geçerliliğini eskisi kadar korumuyor. Bu yeni toplumsallıkta nasıl konuşacağımızı henüz bilmiyoruz, yine de yazıyoruz. Yazı, bir kez daha, dili önceliyor. Afrika mağaralarında veya YouTube yorumlarında.

***

İnsanları insan yapan şeyin yaptıkları hatalar olduğu şeklinde yaygın bir görüş vardır.[6] Errare humanum est. Bir tür bilgelik bu ve her bilgelik gibi az da olsa doğru bir yan barındırıyor. Dünyada güzelliği kalıcı çok az şey özneler tarafından icra edilmiştir. Özneler genellikle hata yapar, kötüye giden bir şey varsa, mesela iklim krizi, bu çoğunlukla bizim sorumluluğumuzdadır; iyi şeylerin çoğuysa bizim kontrolümüzde değildir, mesela gün batımının renkleri ya da akşam esintisi. Artık romatizmadan, ufak tefek hastalıklardan ölmeyi beklemiyoruz, medeniyet birazcık gelişti, ama bu gelişme türsel yok oluşa da kapıyı araladı. Dünyayı özne-merkezli yorumlamak ve aldığımız kararların belirleyiciliğiyle gözümüzü boyamak pesimizme açık çek yazmaktır. İnternete teslim olmak bizi hiçbir öznenin gerçekleştiremeyeceği kadar özgür kılabilir. Çünkü bilgi özgürleştirir. Bilindiği gibi, gün battıktan sonra yolunu kaybedenlere eşlik eden akşam yıldızı aslında Venus gezegenidir.


[1] “We’re More Online Than Ever Right Now”, https://time.com/5810991/internet-coronavirus/

[2] “The Virus Changed The Way We Internet”, https://www.nytimes.com/interactive/2020/04/07/technology/coronavirus-internet-use.html; “The Unending Anxiety of Coronavirus Content”, https://www.nytimes.com/2020/03/18/arts/viral-content-coronavirus.html; “How Social Media Is Shaping Our Fears of — and Response to — the Coronavirus”, https://time.com/5802802/social-media-coronavirus/

[3] James Reveley, “Understanding Social Media Use as Alienation: a review and critique”, E-Learning and Digital Media, 10 (1), s. 83-94; Ellen Toronto, “The Internet and Social Alienation”, https://blogs.psychcentral.com/see-saw-parenting/2019/12/the-internet-and-social-alienation/ (Erişim Tarihi: 19 Mayıs 2020)

[4] Elizabeth Hill Boone yazı-öncesi yazı konusunda en ikna edici çalışmalardan bazılarını yapmıştır: bkz. Elizabeth Hill Boone, Writing Without Words: Alternative Literacies in Mesoamerica and the Andes (Duke University Press, 1994).

[5]Jack Goody’nin çalışmalar bu konuda ufuk açıcıdır: Goody, The Logic of Writing and The Organization of Society (Cambridge: Cambridge University Press, 1988); The Power of the Written Tradition (Washington ve Londra: Smithsonian Press, 2000), özellikle “Technologies of the Intellect: Writing and the Written Word” (s. 132-151) makalesi.

[6] Bu konuda Joseph Hallinan’ın ilginç bir pop-psikoloji kitabı var: Joseph T. Hallinan, Why We Make Mistakes: How We Look Without Seeing, Forget Things in Seconds, and Are All Pretty Sure We Are Way Above Average (Londra: Penguin, 2009).


Kaynaklar

Agocs, Peter, “Speaking in the Wax Tablets of Memory”, Greek Memories: Theory and Practice, L. Castagnoli ve P. Ceccarelli (ed.) (Cambridge: Cambridge University Press, 2019), s. 68-90.

Brockmeier, Jens, ve David R. Olson. “The Literacy Episteme”, The Cambridge Handbook of Literacy içinde David R. Olson ve Nancy Torrance (ed.) (Cambridge: Cambridge University Press, 2009), s. 3-22. 

Gabriel, Markus, Why The World Does Not Exist, çev. Gregory S. Moss (Cambridge: Polity Press, 2015).

Goody, Jack, The Logic of Writing and The Organization of Society (Cambridge: Cambridge University Press, 1988).

- The Power of the Written Tradition (Washington ve Londra: Smithsonian Press, 2000).

Ferraris, Maurizio, Where Are You? An Ontology of the Cell Phone (New York: Fordham University Press, 2011).

- Introduction to New Realism, çev. Sarah de Sanctis (Londra: Bloomsbury, 2014).

- “Total Mobilization”, The Monist, 97, No. 2, Documentality (Nisan, 2014), s. 200-221.

Searle, J. R. Making the Social World: The Structure of Human Civilization (New York: Oxford University Press, 2010).