Geçmişten Geleceğe: Umutsuzluğu Yaşamak

Kıskançlık aynı zamanda kovulamayan bir şeytandır, her defasında yeni bir şekle bürünerek çıkar ortaya.

Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde: Mahpus, s. 98.

Kıskançlık ile öğrenme hırsı arasında yakın bir ilişki olduğundan bahsetmişti Proust. Sırf kıskançlığın doğurduğu merakımızı giderebilmek için yalanlar söylemeye başladığımızı, böylece aldatmaya başlayan ilk kişinin biz olduğumuzu anlatmıştı. Kıskanılan kişi hayatımızda olmadığında kıskançlığı harekete geçiren şey ötekinin eylemleri değil, zihnimizde durmadan devinen hatıralar yığınıdır kimi zaman. Düşünmeye başladığımız âna kadar hiç önemi olmayan küçük bir anının, düşünmenin gücüyle yeni anlamlar kazanmasıyla ortaya çıkar kıskançlık duygusu. Proust böylesi bir kıskançlık ânında bizi korkutan şeyin gelecek değil, geçmiş olduğunu ifade eder. Iris Murdoch Deniz Deniz isimli romanında Proust’un bu kıskançlık tarifini onaylayan bir başkarakter yaratır: Charles Arrowby geçmişte kendisini terk eden Hartley’le yıllar sonra karşılaştıktan sonra ortak deneyimlerinin rüzgârına yeniden kapılır; bu karşılaşmada geçmişte ona duyduğu sevgi canlanır ve Hartley’e karşı hissettiği kıskançlık hissi daima bencillik, öfke ve tahakküm kurma arzusuyla yan yana gider.

Murdoch'ın kahramanının umutları, pişmanlıkları ve deneyimleriyle hesaplaşmalar yaşayarak otobiyografik bir roman kaleme almak istediğini öğreniriz romanın başında. Senelerdir Londra’da sürdürdüğü oyunculuk kariyerinin armağanı olan kalabalık insan çemberinden, maruz kaldığı büyük ilgi ve yüce hayranlık gösterilerinden uzak ikinci hayatına başlamaya kararlıdır Charles; deniz kıyısında bir eve taşınır. “Yalnız, tuhaftır, buraya geldiğimden beri hiç okuma arzusu duymadığımı fark ediyorum,” der Arrowby, “iyi bir işaret. Yazmak, okumanın yerini almışa benziyor” (s. 35). Yazmanın okuma karşında yaşadığı bu galibiyet yeni yuva kurma macerasında başına gelenleri kayıt altına almasını sağlar Charles için. Elimizde tuttuğumuz kitabı ise kendisi yazar. Yazmak yaşamda düşünmenin rüzgârıyla birlikte sözcüklere doğru bir savruluştur artık: Kelimelerin sığınağında, zihinde beliren soruların gölgesi altında bir sürgünlük deneyimi yaşanır. Yazma eylemiyle birlikte geçmiş ile gelecek arasında bir yerde yaşar Charles:

Demek ki hayatımı yazıyorum her şeye rağmen, bir roman olarak! Neden olmasın? Mesele bir biçim bulmaktaydı ve bir şekilde hikâye, benim hikâyem, biçimi benim yerime bulmuştu. Yazarken düşünmek ve hatırlamak için bol bol zamanım olacaktı; konudan sapmak ve felsefe yapmak için, uzak geçmişi içimde yaşamak yahut henüz belirginleşmemiş şimdiyi betimlemek için; dolayısıyla romanım hâlâ bir hatırat veya bir tür günlük olabilirdi. Geçmiş ve gelecek sonuç olarak nasıl yakın, nasıl bir... (s. 170-171).

Murdoch’a göre aidiyet ev için duyulan bir his değil, geçmişten çıkagelen ötekinin varlığı karşısında hissedilen bir duygudur. Evsizlik hissi ancak karşılaşmalarla kapanır romanda. Ev, ötekinin varlığıdır. Charles yıllar önce kendisini terk eden Hartley’in yakınında bulunan bir köyde yaşadığını bir karşılaşma sonucunda öğrenir. Oysaki aradan uzun bir zaman geçmiş, Hartley başka biriyle evlenmiştir. Birbirinden habersiz süren iki ayrı yaşamın seneler sonra yeniden buluşmasıyla kendini ilk günkü gibi Hartley’e ait hisseder Charles. Yarım kalan bir hikâyeye ve kapanmamış bir deftere hissedilen duyguların etkisinde Hartley’le birlikte yeni bir hayata başlamak için yanıp tutuşur; onu bir odaya kilitler, gayri sahih sevgisi ötekinin yaşamı üzerinde güç kurmayı buyurur.

Başkasının mutsuzluğunun başladığı an insan doğasında filizlenen bir mutluluk duygusunun varlığını göstermeye çalışır Murdoch romanda. İnsanın, başkasının yaşadığı hüsrandan edindiği o sevinç hissini hepimiz kendi hayatlarımızdan biliriz. Kişiyi mutlu kılan şey başkasının acısından yaratılan bir umut parçası olur kimi zaman. “Benmerkezciydim,” (s. 222) der Charles, kendi mutluluğunun gerçekleşmesi için her şeyi mubah gören kişiliğine dair ipucu verirken. Hartley’i bir odada kilitli tuttuğu günlerde aklından şu düşünceler geçer: “Bu arada onunla temas halinde olmanın, planlar yapmasını sağlamanın yolunu bulmalı; beni de içerek gelecek kurguları yapmasını sağlamalıyım.” Ve de: “Bırak felaket üstüne felaket, kriz üstüne kriz gelsin, bırak her şey hızla tuzla buz olsun. Bu benim adıma faydalı olacaktır” (s. 247). Kıskançlığın bencillik duygusu içerdiğini gösterir yazar. Bu noktada kendiyle kurduğu sessiz diyalogda sevdiği kadını yeniden kazandığı günleri düşler Charles. Hartley’in mahpus edildiği odadan kurtuluşu ancak kendisini de içeren olumlu planlar yapılırsa mümkün olacaktır. Kahramanın Hartley’in ona geri dönmesini arzuladığı anlar, hiç terk edilmediği bir geçmişe yönelik özlem ve birlikte yeniden yaşanması imkânsız olan bir gelecek hayalinde kendisini bulmasıyla sonuçlanır. Geri gelmeyecek olana yönelik kör bir sadakat hali. 

Proust’un “daima geçmişe dönük olan kıskançlığımız, elinde hiçbir belge olmadan bir tarih yazmak zorunda kalan tarihçi gibidir,” (s.140) dediği üzere, Charles, Hartley’in mutsuz bir yaşam sürdüğüne dair kendi varsayımlarından başka bir kanıta sahip değildir. Geçmişte birbirilerini sevmiş olmaları bugün de yeniden sevebilecekleri anlamına gelir onun için. Dahası, Charles’ın tahayyülünde Hartley’in eşi, “bir tirandı, muhtemelen son derece kıskanç, çabuk öfkelenen, hayat sevincinden yoksun, yeteneksiz, kıstırılmış bir herifti” (s. 175). Ancak Murdoch için bencillik düşünemeyen insanın özelliği değildir. Şu itiraf düşünebildiği halde bencil ve kıskanç olmayı seçen insanın özünü resmeder: “Kıskançlık, güçlü duyguların belki de en istençdışı olanı. Bilince süzülüyor, düşünceden daha derinlerde yatıyor” (s. 102). Hartley’in evliliğinin kötü gittiğinden şüphe duymaz; Hartley ona geri dönecek, sevdiği kadını sözde hoşnutsuz olduğu yaşamından kurtaracaktır. Kimse ona bu görevi vermediği halde kurtarıcı rolünü oynamak ister Charles ve bir hayli karmaşık insan portresi çizer.

Bakışın nesnesi değil, bakan özne olmaya çabalar Murdoch’ın kahramanı. Yaşamda bakılan nesne olmanın bir sonucu hor görülmek ise, bakan göz olmanın bir yanı da hor gören olmaktır. Charles terk edilmesinden duyduğu öfkeyi ve hıncı yöneltecek ikinci bir özne arar gibi görünmektedir yaşamı boyunca. Bu özne hep kadınlar olacaktır. Kadınları hep hakir görmüş, onları yaşamın zorluğundan korunabileceği bir “sığınak” (s. 37) olarak kabul etmiştir. “Ama bu zamana kadar ‘aşağılık bir adam’ olmuşsam, bu bir bakıma Hartley’in suçuydu!” diyecektir (s. 202). Bunlar omuzlarına kendi eylemlerinin sorumluluğunu almaktan köşe bucak kaçan insanın sözleridir. Davranışlarımız üzerinden kendimizi tanıma süreci bir başkasını suçlayarak imkânsız hale getirilir: “Hartley beni sadakatsiz biri haline getirdi.” Romanda mutlak sorumluluktan kaçma çabası, bireysel dönüşümü engeller. Dış’ta bir suçlu bulma arayışı (“Hartley masumiyetimi öldürdü”), ancak geçmişle hakiki bir yüzleşme sonucunda mümkün olan geleceği değiştirme ihtimalini ortadan kaldırır. Hannah Arendt’in bahsettiği modern çağ ile birlikte varlık ve iradenin birlikte düşünüldüğü bir anlayış değil, insanın sorumluluğunu omuzlarından atmaya çalışan bir irade anlayışı çizer Murdoch: “Hartley beni ahlaki gerekçelerle reddederek hayatımda kalıcı bir metafizik kriz yarattı” (s. 102). Bu metafizik kriz, başka kadınları terk ederek, onları aşağılayan bakışının bir nesnesi haline getirerek büyüyecek ve yıkımlara sebep olacaktır, tıpkı Lizzie ve Rosina’ya yaşattıkları gibi. Romanı okurken şu soruyu sormamız gerekir: Kötülüğün ağırlığından kurtulmanın yolu eylemlerimizin sebebi için bir suçlu bulmak olabilir mi?

Sadece gelecekten ve şimdiden değil, geçmişten de sorumlu olduğumuzu söylemişti Terry Eagleton. İlişkilerimiz bittiğinde anımsamayla onlara yeni anlamlar veriyoruz. Bu bakımdan, geçmiş daima değişken; ilişkinin tarihselliği, geleceğin bilinmezliğinden daha kuvvetlidir: “Tarih, dram ve değişim içeriyordu hakikaten” (s. 312). Sözde yarım kalan bir hikâyeye geri dönerek yeni anlamlar hazinesinde bir arayış gerçekleştirilir romanda. Ne var ki geçmişe yönelme hali düşünsel ilerlemeyi de imkânsız kılar. Murdoch’ın romanı bize şu soruları yöneltir: Geçmişi yeniden canlandırma ısrarı bizi şimdinin gerçekliğinden uzaklaştırır mı? Geçmişe karşı mutlak bağlılık gerçekleşmeyecek hayallere, yaşanmayan ve hiç yaşanmayacak olan anılara bizi hapsedebilir mi? Değiştirilemez olanda takılı kalmak geçmişi bir yük haline getirir mi? Charles için geçmiş henüz yaşanmamış bir geleceğin üzerinde bir hayalet gibi dolaşır. Terk edilmenin açtığı gurur yarasının bencilliğe evrildiğini en iyi gösteren sahne Hartley ile Charles’ın mum ışığında evin mutfağında yaptığı konuşmadır. Hartley yüzünden yaşama kara çalarak eylemlerinin sorumluluğundan kaçmanın bir yolunu arar Charles. Hayatına giren her kadına yönelik bencil bir tavra dönüşür bu arayış.

Oxford English Dictionary’de hınç için verilen tanım, adaletsiz olduğunu düşündüğünüz bir şey hakkında birine yönelik mutsuzluk veya kızgınlık hissetmek. Hınç daima yönelimsellik içeriyor ve umutsuzlukla yan yana gidiyor. Hartley’in bir odada zorla kilitli tutulduğu günlerde sürekli olarak kendi evine ve eşine geri dönme isteği, Charles’ın yeniden birlikte olabileceklerine dair umudunu giderek öldürür ve bu durum, sahip olamadığına karşı daha fazla hınç duymasıyla sonuçlanır. Bu narsist yaralanma kaybetmeyi ve hatta terk edilmeyi kabullenmek istemeyen insanın öfkesinin, tükenmekte olan umudunun izi olur aynı zamanda. Kadının özgür seçimini ve bireyselliğini onaylayan bir terk ediştir. Bu öylesine narsist incinmedir ki, Hartley’in vaktinde kendisiyle evlenmemesi kesinkes bir hatadır Charles için, hatasını telafi etme şansını bu şansı aslında hiç talep etmeyen birine zorla kabul ettirmeye çalışır. Ancak kabullenmekte bocaladığı hakikat şu idi: “Onu benim kibrim öldürdü. Bu bir nedensellik meselesi” (s. 472).

Umut ile arzunun birbirinin zıttı olduğunu söylemişti Eagleton. Charles geçmişte Hartley tarafından hiç terk edilmemiş olmayı isteyebilir veya arzulayabilir ama umamaz. Umut daima mümkün olanı arar. Hartley evliliğinden ve eşinden kurtulmak istemez çünkü kendisini bir kurban olarak değil, sevgi veren bir kurtarıcı olarak görür. Yeni bir hayata başlamayı ummaz. Böylelikle Charles’ın onun mutsuz bir hayata sahip olduğuna dair tüm varsayımları yaşamda somut karşılığını bulmaz; onu kurtarma ümidi ancak bir hayal olarak kalır.  

Kıskançlığa yönelik iyimser bir umut anlayışı Proust’tan: Bilmemek, duymamak ve görmemek, yani sevdiğimiz insanın yaşamına dair tam bir cehalet içinde yaşamak şüpheyi ve şüpheyle gelen kıskançlığı da ortadan kaldırır. Duyularımıza sunulan somut ayrıntılar şüpheyi daima besler. Ancak bu ayrıntıların dış dünyadan olmasa bile içimizden geldiğini söylemişti Proust: “Sımsıkı kapalı bir fanusun içinde yaşasak bile, çağrışımlar, hatıralar bizi etkilemeye devam eder” (s. 22). Kıskançlığın fitilini ateşlemek için iç dünyadan çıkagelen kuşkularla donatır kahramanını Murdoch. Neden terk edilmişti? Sadık ve güvenilir bir insan olmamasının yaşananlarda bir payı var mıydı? Hartley’i kendi evinde zorla alıkoyduğu için mi şu an birlikte değillerdi? Bencil olmasaydı, sonuç değişecek miydi? “Fakat bu varsayımlar fazlasıyla kâbus gibi,” der Charles, “en iyisi, ‘asla bilemeyeceğim’ demek” (s. 509).


Metinde Adı Geçen Eserler

Hannah Arendt, Zihnin Yaşamı, İstanbul: İletişim, 2018.

Iris Murdoch, Deniz Deniz, İstanbul: Ayrıntı, 2016.

Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde: Mahpus, İstanbul: YKY, 2019.

Terry Eagleton, İyimser Olmayan Umut, İstanbul: Ayrıntı, 2017.