Dün akşam bir dostum tersine çevrilmiş “cinsiyet rolleri” üzerine Twitter’da başlatılan akımdan birkaç fotoğraf paylaşıp ne kadar eğlenceli olduğundan bahsetti. Bir görselde “erkek hakları”nı, diğer görselde “badem bıyıklı olmanın siyasi simge olup olmadığı”nı tartışan kadınlar, bir başka görselde “incecik” bir penisle “kalın” penis karşılaştırması üzerine bekârete dair vurgular vardı…
Ursula Le Guin’in hikâyelerini severim, cinsiyetin “kurulan” bir şey olduğunu göstermek açısından zihin açıcıdır. Bu görseller de erkeklik ve kadınlığa dair “tersine çevrilebilir” rollerden dem vuruyordu. Fakat görselleri gördüğüm ilk andan itibaren garipsediğimi itiraf etmeliyim. Sonra mizahın bir şeyi sevmemenin en güzel yollarından biri olduğunu bilen biri olarak bana bu görsellerin neden eğlenceli görünmediğini anlamaya çalıştım.
Lafı fazla uzatmadan konuyla ilgili naçizane üç noktaya değinmek istiyorum. Birincisi, bu eylem yaptığı işi heteronormatif bir biçimde gerçekleştiriyor. Bunu görmek için dikkatle mi bakmak gerekli bilmiyorum. İlk bakışta seçilmeyen bir şey mi gerçekten de?
İkincisi, başta bahsettiğim gibi ben mizahı bir şeyi sevmemenin en güzel yollarından biri olarak görüyorum fakat Türkiye’de mizah Gezi’den beri içi boş tuhaf bir yarışa döndü. Bir şeylerin ciddiyetle tartışılmasını hepimiz özlüyoruzdur eminim. Bir dostum benim görselleri eğlenceli bulamadığımı görünce bana Murat Erşen’in tweetini gösterdi; bu tür alay etmelerin, dalga geçmelerin iktidarı yerinden etmek şöyle dursun onun “kadir-i mutlaklığını” tasdiklediğinin altını çiziyordu. Bu düşünceye katılmadığımı söyleyemem. “Erkek yerini bilsin” ifadesi o nedenle bana tuhaf geliyor çünkü erkek yerini zaten biliyor. Erkek, sürekli olarak bir ideoloji veya inanç sistemi içerisindeki “kadının yeri” hakkında konuşur fakat hiçbir zaman aynı ideoloji veya inanç sistemi içerisindeki “erkeğin yeri” konusunu tartışmaya açmaz. Açmaz çünkü dişil olan hakkında durmaksızın konuşan fakat erkeğin durumunu hiç tartışma gereği duymayan farklı söylemlerin ve inanç sistemlerinin takipçileri, kendi ideolojilerini “cinsiyetsiz” olarak konumlandırarak onların eril kimliklerini kolayca kamufle edebilir. Bu ideolojilerdeki “erkeğin yeri” hakkında konuşmaya gerek duymazlar çünkü bizzat bu ideolojilerin kendileri erkektir. Bu nedenle tersine çevirme hareketi erkeğin halihazırda bildiği yerini aklına daha da iyi kazımaya yarıyor. Yani kullandığı paradigma aynı.
Üçüncü olarak, normatif erkeklik özelinde bir not düşmek istiyorum… Birkaç ay önce bir sosyal medya hesabında karşıma küt diye bir şey çıktı. Genç bir oyuncu erkek, annesinin doğum gününü unuttuğu için “ne kadar büyük bir öküz” olduğunu cümle âleme duyuruyor ve annesinin doğum gününü kutluyordu. Bir dostunu, bir arkadaşını bir şekilde ihmal ettiğini düşünen ve “öküzlük” yaptığını dile getiren diğer insanlarda da görüp rahatsız olduğum bir şey vardı burada. Üzülmekten ziyade tepeden bakan bir tavır...
Bir gün erkeklik çalışmalarına naçizane bir katkı olarak yazmakta olduğum doktora tezim için Zizek’in bir makalesini okuduğumda neden böyle bir tavır sezinlediğimi anlayabildim. Konusu verdiğim örnekle pek ilişkili olmayan o makalede Zizek diyordu ki Avrupa ülkelerini bir şeyle suçlarsanız size karşı kendini savunmaz, hemen kabul eder ve özeleştiriye girişir çünkü zorbalık yapma tekelinin kendinde olduğu bir dünya düzenine inanır. Evet, özrün iktidarla geldiği o anlardan bahsediyor…
Araştırmam dahilinde onlarca erkekle görüşme yapmış ve bu ülkede doğup büyümüş bir kadın olarak Türkiye’deki erkekliğe dair bir gözlemimi aktarmak isterim; özellikle 80 sonrası neoliberal dönüşümle birlikte tanıklık ettiğimiz erkek iktidarı bana kalırsa bir tür “ezik iktidar”. Ege Cansen’in seneler önce “garibanizm” diye etiketlediği, Fethi Açıkel’in soyu ta peygamberlere dayanan “kutsal mazlumluk” diye adlandırdığı şey… Türkiye’de en yaygın hikâye budur; garibanlık. Fakat bu hikâyenin cinsiyetlendirilmiş ve hatta mezheplendirilmiş bir hikâye olduğunun altını çizmeliyim. Bu garibanlık hikâyesi olmadan devletin şefkatli elini üzerimizde hissedemeyeceksek üzülmeyelim o hikâyede kadına da bir yer yavaş yavaş açılıyor.
Türkiye’de son yıllarda yükselen kadın hareketi ben de dahil olmak üzere birçok insanın hayatını değiştirdi. Düşündükçe bir toplumsal hareketin nasıl bu kadar etkili olduğuna inanamıyorum ve bir kadın olarak çok duygulanıyorum. Bu hareketin normatif erkeklik üzerindeki yansımalarına keşke biraz daha derinden bakılsa, zira bana kalırsa imtiyazlı erkekler de bu hareketten kadınlar kadar etkileniyor. Kadınlar “Kadın olduğum için şunu bunu yapmak zorunda değilim!” diye ses çıkardıklarında normlara göre derecelendirilseler de kadınlıklarından pek bir şey kaybetmiyorlar çünkü Deniz Kandiyoti’nin dediği gibi erkeklik özellikle homososyal ortamlarda “kazanılan” bir şeyken kadınlık doğuştan atfediliyor.
Fakat erkekler arasında, özellikle de “Özal çocukları” diye yaftalanan nesil arasında, bedelli askerlik yavaş yavaş durumu olan için bir ihtiyaç halini alıyor. 18 ay askerlik yapanlar “Siz de adam mısınız!” diye çıkıştıkça memlekete getirdiği katma değeri de vatanseverlik olarak yorumlayan başka erkekler ortaya çıkıyor. Fakat hâlâ erkekler kadınlar gibi örgütlü biçimde “Erkek olduğum için şunu bunu yapmak zorunda değilim!” diye haykıramıyor. Haykıramıyor çünkü Serpil Sancar’ın da başka cümlelerle ifade ettiği gibi, örneğin işsiz aile reisi sınıfsal reddiyeciden ziyade adamlıktan istifa etmiş bir kişi olarak damgalanıyor. Yani erkeğin yapmak zorunda oldukları ona hâlâ erkeklik “kazandırıyor”, zorunda olup yapmadıkları da erkekliğinden alıp götürüyor.
Varmak istediğim nokta şu; erkeklerin kadın hareketine olan öfkesinin altında yatan sebeplerden biri budur. Kadınlar bir şeyleri yapmak zorunda olmadıklarını haykırıp hâlâ kadın olarak kalmaya devam etmelerine rağmen erkekler, hem Ayşe Gül Altınay’ın ifade ettiği gibi erkeğe tanınan “birinci sınıf vatandaşlık” hakkına sahip olmak hem de onlara bunu kazandıracak sorumlulukların –mesela zorunluk askerlik– altında ezilmekten kurtulmak istiyorlar. Ancak güçlerinin yetmediği yükler altında ezildiklerini örgütlü bir biçimde ilan edemiyorlar çünkü bu “birinci sınıf vatandaşlık” hakkına apaçık sırt çevirmek, yani devlete nankörlük etmek demek. Bu çelişkinin acısını da kadın hareketine ve kadınlara yönelik çeşitli zorbalık eylemleriyle çıkarıyorlar. (Bunu özellikle neoliberalizmin tırmanışa geçtiği yıllarda dünyaya gelmiş ve muhafazakâr iktidarlar dışında başka iktidar tanımamış genç erkeklerde gözlemleyebilirsiniz.) O nedenle bir yanda imtiyazlı “birinci sınıf vatandaş,” öte yanda “ezik iktidar” olarak ikiye yarılmış neoliberal normatif erkeğin bu tersine çevirme hareketinden bir pay çıkarıp bir tür ayılma yaşayacağına pek ihtimal veremiyorum.
Paylaşmaya değer fikirlerim olduğuna beni inandıran kadın hareketine teşekkürlerimle…