İtikat-Kimlik Çelişkisi

10 Mayıs 2020’de “sidalysr” takma adıyla Twitter’da yazan, hukuk öğrencisi olduğunu anladığımız bir kullanıcı, (galiba) Youtube’da paylaştığı “Hafızlık Anılarım” başlıklı bir vloguyla ilgili bir tepkiyi paylaşarak yanıtlarını yazmış. Paylaşıma linkten erişebilirsiniz.

Sidalysr, Youtube’daki paylaşımlarından gördüğümüz kadarıyla İslâmcı kimliğiyle modern yaşam alışkanlıklarını birleştiriyor. Örneğin “Hafızlık Anılarım” içinde pilates videoları da var. Üstüme vazife olmamakla birlikte tartışmanın çekirdeğini oluşturduğu için dış görünüşüne dikkat çekmek durumundayım. Tesettürlü bir genç kadın, video çekiyor, gülümsüyor, spor yapıyor. Tesettürle ilgili yerleşik anlayışı az çok bildiğim için Sidalysr’nin İslâmcılar tarafından neden eleştirildiğini kavrayabiliyorum. Yerleşik İslâm anlayışına göre itikadi yönden Sidalysr’nin verdiği görüntü ideal bulunmayacaktır; fakat yaşadığı İslâm’ı yansıtma konusunda bireyin özgürlüğü hiçe sayılabilir mi? Aşağıda genişletmeye çalışacağım yazının konusu da büyük ölçüde bu itikat/kimlik çatışmasından başka bir şey değil. Elbette “itikat” kavramının teknik bir yanı olduğunu ve fıkıhçıların “uzmanlık” kartıyla sahiplenmek isteyeceğini tahmin ediyorum; ama baskın anlayış zaten büyük ölçüde bu uzmanlığın yaklaşımından doğmuş durumda.

Başka bir örneğe geçelim: 11 Mayıs 2020’de ise (gazeteci yazar) Sinan Burhan adında bir Twitter kullanıcısı üç kişilik bir ailenin (baba-tesettürlü bir anne-çocuk) evlerinin mutfağında dans ederken çekip paylaştığı bir videoyu işaret ederek, “Başörtüsü ancak böyle rezil edilir. Modern İslâm inşaa etmek isteyenler var. Edep ve hayayı ortadan kaldırmak isteyenler var. Bakın Batının istediği Müslüman aile tipi bunlar. Aileyi çökertmek isteyenlere karşı direneceğiz. Bu insanları kandırıyorlar. Yazık,” diye bir yorum getirmiş. Sinan Burhan, elbette annenin tesettürlü olmasından yola çıkıyor; video örneğin Türkiye’de yine Müslüman bir aile tarafından çekilse ama kadın tesettürlü olmasa böyle bir yoruma gerek duyacağı kuşkuludur. Yazarın ilk cümlesinden anlaşılacağı gibi sahip çıkmaya çalıştığı şey ailenin ya da aile kavramının kendisinden çok başörtüsü. İslâmcı siyaset açısından anlaşılır bir tepki.

Bu görüntüler Türkiye’ye has değil; Batı’da yaşayan Müslüman ya da geç modernleşmiş Asya ülkelerindeki Müslüman nüfus içinden de çıkıyor. Örneğin @adamimanullah diye Malezyalı olduğunu tahmin ettiğim bir hesap sahibi Müslüman bir ailenin dans videosunu yayınlamış.

Yukarıdaki paylaşımın altındaki yorumlara bakılırsa Türkiye’dekiyle benzer bir çizgi görülecektir.

Sosyal medyada hemen her gün yukarıda örneklediğim türde paylaşımlar oluyor. Geniş bir örneklemeye gitsek belki sayfalar sürer. Kısa tutup bu tür çatışmaların çoğunda bir örüntü yakalamamızı sağlayacak ortak özellikleri çıkaralım:

  • Neredeyse elli yıldır olduğu gibi dananın kuyruğu yine Müslüman kadının nerede, nasıl ve ne kadar görünebileceği noktasında kopuyor. Kadının özgürleşmesi bir bakıma feminizmle birlikte doğmuş ve milliyetçilik-dışı bütün kimlik siyasetlerinin yaratıcısı bir hareket olarak tarihsel olarak belirleyicidir. Ancak ana akım İslâmcılık açısından kadın sorunu özgürlükten çok tesettürün koşulsuzca uygulanması anlamını taşıyor. Dolayısıyla demokratik değerlerle iç siyasal hedeflerin avantajlı bir kolajı tasarlanıyor: Kamusal ortamda örtünme hakkı siyasi platformda demokratik bir özgürlük olarak talep ediliyor; ama İslâmi kesim içinde bireyin örtünme ölçülerini kendi kendine belirlemeye kalkması skandal olarak değerlendiriliyor. Siyasi hareketlerin hemen hepsi bir avantajı elde etmeyi kovalar, ancak geniş ölçüde insan kaynağı seferberliğine dayanan İslâmcılık açısından “içeride başka, dışarıda başka” siyaseti artık destekçisine anlatmakta zorlandığı bir düzeye gelmiş durumda.

 

  • İslâm’ın nasıl yaşanacağı konusunda ahkâm kesilmesine karşı tepki verenler ile yerleşik İslâm anlayışını savunanlar arasında oluşan gerilim örüntünün bir diğer parçası. Geçmişte olduğu gibi otorite sayılagelen “Hocaefendi”ler en azından belli bir kesim için pek muteber değil. Aslında hâlâ geniş bir kitleleri olmasına karşın bir çözülmeyle karşı karşıya olduklarını kendi açıklamalarından da az çok anlayabiliyoruz. İtikatla kimlik arasında bir kovalamaca, birini ötekine uydurma ya da birini ötekiyle perdeleme kavgası veriliyor.

 

  • İslâmcı, hatta Müslüman olmadığı halde tartışmaya müdahil olanların çokluğu da 90’larda, hatta son birkaç yıla kadar rastlamadığımız ama giderek artan farklı bir gelişme. Gezi olaylarını milat kabul edersek öncesinde İslâmi kesim içinde yaşanan, Müslüman genç kadınların tesettür ve toplumsal görünüm konusunda nasıl bir çizgi içinde olması gerektiği tartışmaları muhafazakâr çevrelerin kendi meselesi sayılırdı. Anlaşılan artık İslâm’a uygun yaşam üstüne görüş bildirmek artık kendini şu ya da bu şekilde İslâmcı siyasetin içinde sayanların tekelinde değil. Youtube’da pilates videosu paylaşan tesettürlü genç bir kadın sosyal medya tabiriyle linç edilmeye kalkışıldığında konuya sadece feminizm ya da genel özgürlükler açısından bakan savunucuların da desteğini alıyor. Bir bakıma bu destek 28 Şubat sürecindeki (o zaman için daha kısıtlı ve temel özgürlüklere odaklanan bir kimlik siyasetinden beslenen) dayanışmayı andırıyor; başörtülü kadınların özgürlüklerinin kısıtlanması karşısında İslâmcı siyaset sol/liberal çevrelerde destek bulmuştu. Bugün ise siyaset değil, bireyler destek buluyor; bu da haliyle İslâmcı siyaseti ters köşede bırakan bir gelişmedir.

İslâmcılık, 90’lı yıllarda başörtüsünü ya da genel olarak kadının örtünme özgürlüğünü mesele edinirken yükselen –çoğu o zaman için Türkiye’nin kendini ilerici sayan çevreleri için bile yenilikçi sayılabilecek– kimlik siyasetine dayalı sosyal hareketlerden yardım aldı. Aslında kabuğun içiyle dışı o dönem için de birebir aynı değildi; özellikle cemaatler açısından başörtüsünün asıl anlamının cemaat-dışı çevrelere yansıtılan ve demokratik hak talebi olarak ortaya sürülen “herkes dilediği gibi giyinmekte özgürdür” düşüncesinden başka olduğu su götürmez. Ne de olsa, bugüne kadar hiçbir cemaat ya da İslâmi hareket kendi takipçilerine “herkes dilediği gibi giyinmekte özgürdür” ya da “tesettürle ilgili ayetleri herkes kendi değerlendirsin” dememiştir. İslâmcı siyaset, ister parti ister cemaat formunda olsun, destekçilerine demokrasi değerleriyle seslenmemiştir. Bunun gerekçesinin İslâm’ın kendisinde yattığını söylemek doğru kabul edildi; ancak öyle mi?

İslâmcılık sıklıkla modernlik eleştirisiyle birlikte anılageldi; oysa bu eleştiriyi de modernliğin içinde bulup sahiplenmiştir. İslâmi cemaatlerin insan kaynağı devşirme modelinde sanılanın aksine modernlikle kurulan ilişkinin büyük payı oldu; özellikle geçtiğimiz yüzyılın sonuna kadar Kur’an ile modern bilimin uygunluğu –bugün artık alay konusu olacak kadar– abartıldı. Bugünün genç Müslümanları arasında Kur’an-bilim uyumluluğuna inanan ve önem verenlerin sayısı hiç de az değil; hatta böyle bir uyumu yok saymak ya da gereksiz görmek bir tür marjinal anlayış olarak bile değerlendiriliyor. Modernliğin getirdikleri insanlığın kaçınamayacağı boyuta ulaştığında İslâmcı bir siyasetin de uyum sağlamak dışında bir seçeneği yoktu.

İslâmcılığın bu “realpolitik” yaklaşımı çoğunlukla cemaat ya da siyaset içinde uygulanmayan küresel demokrasi değerlerinin cemaat-siyaset dışı ilişkilerde istismar edilmesi biçiminde işliyor. İslâmcılığın kendine has bir Makyavelizm’i var. Dolayısıyla modern demokrasilerde 60’larla birlikte yaygınlaşan kimlik siyaseti İslâmcılık için uzun zaman verimli bir kaynak olageldi. Elbette, İslâmcılığın içinde bu değerleri kendi ötekisiyle “hakça” paylaşma çabasında olanlar çıkıyor; ancak böyle bir ahlâki olgunluğu taşıyan bireyler hareket içinde yalıtılıyor ya da gelecek “realpolitik” stratejisi adına vitrin için rezerve ediliyor. İslâmcılık, kendi içinde cemaatler/klikler olarak çekişmeler yaşamasına karşın görünüşte bu konularda tutarlı bir politik makine olarak işliyor. Başka siyasetlere göre üstün yanı insan kaynağı devşirme, yaratma ve seferber etme konusundaki kalıcı başarısı gibi görünüyor. Oysa yazının devamında açıklamaya çalışacağım gibi bugünlerde tam da zamanında yaslandığı kimlik siyaseti ve modern bilimle uyum arayışı nedeniyle önüne geçemediği bir kırılganlığa düşüyor; radikal milliyetçilik gibi başka aşırı-sağ siyasetlerin yaşamadığı bir kırılganlık bu ve kökünü İslâmcılıktan çok tam da İslâm dininin bir yaşam kılavuzu olarak kurgulanmış olmasında buluyor. İslâmcılık, sadece maske olarak kullanmayı hedeflediği kimlik siyasetinin içeri sızmasıyla karşı karşıya ve insan kaynağı devşirmedeki endüstriyel düzeyde başarısına karşın bununla baş edebilecek imkânlardan yoksun olduğunu gösteriyor. Üstelik İslâmcılığın çözülmesiyle birlikte İslâm’ın yaşam kılavuzu da (ya da dinselleştirip söyleyecek olursak İslâmcılığın ilmihali de) yeniden yazılacak. Bugün sosyal medyada yaşam tarzları üstüne alelade anlayış farkları gibi görünen şey İslâm’ın revizyona uğramasından başka bir şey değil; ılımlı İslâm tartışmaları sürerken İslâmcıların en çok korktuğu ve hep “dış mihrakların oyunu” olarak açıklamaya çabaladığı şey bizzat kendi çocukları tarafından gerçekleştiriliyor.

Modern sosyal hareketlerin –örneğin çevreciliğin, feminizmin ya da LGBT’nin– İslâmi değerlerle yakınlık içinde olduğunu savunmak bana göre zorlama olur. Kertenkele öldürmenin yararlarını öven bir hadisi çevrecilik ya da miras paylaşımında kadının aleyhine olan oransızlığı feminizm karşısında savunmak nasıl mümkün olabilir? Ancak bu hareketler İslâmcılığın modern demokratik platformlar üstünde varlığını sürdürmesini sağlayan araçları sağlamıştı. Yukarıda sözünü ettiğim Makyavelizm, İslâmcılığın post-modern demokratik değerlerle flörtünde görülebilir. Modern demokrasi değerleri maalesef İslâmcılık için bir araç işlevi gördü; bunlar, güncel siyaset meydanına donanımlı çıkabilmeyi sağlayan silahlardı. İslâmcılık için Batı düşüncesinin yarattığı çoğulculuk, tıpkı yine Batı teknolojisinin ürünü olan silahlar ya da aygıtlar gibiydi; kullanışlı yanlarıyla sahiplenilmek istendi; ama çoğulculuk asla İslâmcı düşüncenin bir değeri olmadı. Ötekinin değerini sadece teknik bir olanak olarak görmenin altında belki de günün sonunda “küfür tek millettir” kaidesine dayanan taassup ideolojisi yatıyordu.

En basiti, temelde LGBT hareketince üretilen “homofobi” kavramının bağlamının kaydırılarak “İslâmofobi” formuyla dolaşıma sokulması örnek gösterilebilir. “Fobi”leştirme elbette İslâmcılığa özgü değil; ama kendi fobilerini eleştirmemek İslâmcılığa özgü. Elbette İslâm’ın yaygın ve belirleyici olduğu ülkelerde bu tartışmalara kıyısından köşesinden sokulmak ihtimali bile yoktu; ama İngiltere’de ya da Kanada’da İslâmcılığın radikal görüntüleriyle kabul görmeleri için kullanışlı oldukları tartışılmaz. Suudi Arabistan, kadınlara araç sürme iznini ancak çok yakın bir tarihte bağışladı; buna karşılık Kanada ya da İngiltere’de ise Müslüman çocukları için özel okulların oluşturulması noktasında belli bir konsensüs oluştuğunu biliyoruz. Peki Türkiye gibi iki arada bir derede bir ülkede durum nasıl? İslâm değerlerini siyasetinin merkezine koyan bir hükümetçe yönetilmesine karşın Türkiye bir İran ya da Suudi Arabistan değil; örneğin kadınlara verilmiş sosyal/hukuki haklarda uzun vadede (en azından uygulamada) iyileşme görülmesi açısından umut var. Öte yandan Türkiye bir Kanada ya da İngiltere de sayılmaz; eşcinsel evliliklerine hukuki yol açılması ya da ifade özgürlüğünün tam olarak uygulanması yakın bir ihtimal olarak görünmüyor. Ama toplumla devletin ilerleme hızı eşit değil; işte bunu en yakından gözlemlediğimiz kesimse İslâmcı, hatta sadece “dindar” ailelerde yetişmiş gençlerin kendisi diyebiliriz.

Yeri gelmişken, Diyanet’in açıklaması sonrası alevlenen LGBT tartışması İslâmcılık açısından kendi saflarını sıklaştırma imkânı olarak değerlendiriliyor olabilir. Cinsel yönelim özgürlüğü Türkiye’de bırakalım İslâmi kesimi, seküler çevrelerde bile tam kabul görmedi. Halkın azımsanmayacak bir kesimi cinsel yönelimdeki farklılıkları tıpkı pedofili gibi kesinlikle önlenmesi gereken bir sapkınlık olarak anlamaya devam ediyor. (Burada durup tipik Bülent Ersoy, Zeki Müren ya da Selin Ciğerci gibi popüler örneklere saplanmanın da anlamı yok; Bülent Ersoy şarkılarıyla hüzünlenen pek çok baba, eşcinsel olduğunu öğrendiği çocuğunu dövüp evden kovmuştur.) Dolayısıyla LGBT’nin desteklenmesi yoluyla aile yapısının dış mihraklarca yozlaştırılmaya çalışıldığı yollu komplo teorisinin alıcısı az değil. LGBT karşısında ortak bir tutum yaratmak İslâmcı siyaset açısından örneğin yukarıdaki paylaşımların ortaya koyduğu kopmayı onarmanın, yeni kuşağı yine katı itikat çizgisine çekmenin bir yolu olarak anlaşılıyor olabilir. İslâmcı siyasetin içindeki yaşam tarzı aykırılıklarına ilişkin tartışma güçlendiğinde İslâm’ı bir kimlik olarak benimseyen ama kendi anlayışına göre yaşamak isteyenlerin sapkınlıkla suçlanması küçük bir ihtimal sayılmamalı; böyle bir durumda İslâmcı siyasetin üreteceği dışlayıcılığın boyutu yıkıcı olabilir. İslâmcı siyaset için insan kaynağının konsolidasyonu üstüne titrenen bir önceliktir; geçmişte aykırılıkları “kol kırılır yen içinde kalır” siyasetiyle yönetmek ve sınırlamak mümkündü. Bugünkü sarsıntının temelinde sosyal medya görünürlüğünün olduğu varsayılabilir; ancak asıl etkin olan genç bir kuşağın, en çok da genç kadınlardan oluşan ve İslâm’ı bir kimlik olarak taşıyan bir kuşağın, İslâmcı siyaseti dönüştürme kapasitesinin hesaplanandan yüksek olmasıdır.

İslâmcılığın siyasi hedeflerinde kullanabilmek için yakınlaştığı, kimliğe dayalı küresel sosyal hareketler, İslâmi bir yaşamı benimseyen gençleri de -beklenebileceği gibi- etkisi altına aldı. Beklenebileceği gibi diyorum ama cemaatlerin böyle bir tahminde bulunduğunu sanmıyorum; 90’larda tezini “özgürlükler” üstüne inşa eden siyasal İslâm muhtemelen iç kaynaklarını hep olageldiği gibi kolayca yönlendirebileceğini hesaplamıştı. Aslında uzun süre başarılı da oldu. Ancak kuşaklar tazelenip değiştikçe babaların değerlerindeki aşınma, tutarsızlık ve yetersizlik göze batmaya başladı. Daha önce İslâmi kesimde gençlerin deizme (aslında ateizme) yönelişleriyle ilgili endişelerin dile getirildiğini kimse unutmamıştır; ancak İslâmi kesimde bu yöneliş bana kalırsa hâlâ çok düşük, göz ardı edilebilir düzeyde. Asıl dönüşümse İslâm’ı, tıpkı yukarıda sosyal medya paylaşımlarını örneklediğimiz kişiler gibi, hem sahiplenen hem de önerildiği (hatta dayatıldığı) gibi yaşamak istemeyen bir kesimin doğması ve yükselişiyle gerçekleşiyor. Bu kesim İslâm’ı (hatta belki İslâmcılığı) bir kimlik olarak yaşamaya devam etmek istiyor. Babalarının yaşayışını yadsımak ya da silmek niyetinde değiller; tam tersine benimsemiş ve kendi dünyalarına göre geliştirmiş durumdalar. Evrensel bir Müslüman pasaportu yaratıyorlar. Bu pasaportun sahibi “Hafız” olmakla gurur duyuyor, ama belki aynı zamanda Lady Gaga konserine gidip coşmak istiyor. Ramazan’da orucunu aksatmıyor ama alkol alan arkadaşlarıyla aynı masada oturup Orhan Pamuk romanları üstüne konuşuyor. İslâm karşısında “fobik” ifadelere karşı öfkeli; tam da bu nedenle LGBT bireyler -ki onlar içinde de Müslüman kimliğiyle barışık olmak isteyenler azımsanır sayıda değil- haksızlığa uğradığında sesini yükseltiyor. Kimlik siyasetiyle itikat siyaseti yer değiştiriyor. İtikat bireyin iç dünyasının bir parçası olarak tanımlanıyor; buna karşılık, bu gençler İslâm değerlerini daha yüksek sesle dile getirebiliyor. Eleştirilere, hatta alaylara karşı daha hazırlıklılar; saldırganlığı değil, tartışmayı, kaçınmayı değil, yüzleşmeyi seçiyorlar. Bunlarsa, köhnemiş siyasal İslâmcılığın bütünüyle yabancı olduğu şeyler. Diğer bir deyişle sorun sadece genç bir Müslüman kadının bastıramadığı heveslerini dışavurması ya da genç bir Müslüman erkeğin davanın gereklerini kavrayamamış olması değil; siyasal İslâm’ın sadece propaganda amaçlı olarak depoladığı demokrasi kostümü bu gençlerin gündelik kıyafetleri olmuş durumda.

Çelişki şurada ortaya çıkıyor: İslâmcı siyasetin içinde hâlâ çok güçlü ve katı itikat anlayışını besleyen bir kesim var ve yaygın kabul görmüş fıkıh literatürüyle daha tutarlı bir bağ kurduklarını göz ardı edemeyiz. İslâm’ı bir kimlik olarak benimsemek mümkün; buna, demokratik değerler açısından itiraz getiremeyiz. Yine demokratik özgürlükler açısından bakınca, tesettürlü bir kadının spor yaparken ya da dans ederken görüntülerini paylaşması sadece kendini ilgilendirir. Peki İslâm açısından durum gerçekten nedir? Çok açık söylemem gerekirse, kendi öğrendiğim ve yaygın kabul gören ölçülere göre bu paylaşımlar gerçekten İslâmi açıdan uygun görülmeyecektir. İslâm, kadının az çok neşeli bir sesle konuşması karşısında bile temkini öneren tavizsiz ve katı bir anlayışa sahiptir. Kimlik siyaseti yeterince etkin bir aşamada olsaydı muhtemelen yerleşik katı İslâm anlayışı büyük bir sorun olmayacaktı; bir bakıma İhsan Eliaçık gibi güncel yorumcular bireylerin kendi itikat anlayışlarına sahip çıkması için düşünsel bir imkân yaratıyor. Ama halihazırda belli bir düzeyde medya görünürlüğü dışında etkileri olduğu tartışılır. Aslında yazının başında verdiğim örnekler bile belli bir eğilimi göstermelerine karşın kesinlikle çoğunluk değil; üstelik görece korunaklı dünyalarının bir adım dışına sızdıklarında, Youtube’da “Hafızlık Anıları”nı paylaşan genç kadında olduğu gibi acımasız bir hüküm kuşatmasıyla karşı karşıya kalıyorlar. Üstelik mevcut İslâm literatürü pek de bu yumuşak yenilikçilerin yanında sayılmaz; kadın aleyhine çok-eşliliği getiren, miras paylaşımında kadının alacağının azaltılmasını emreden ya da boşanma inisiyatifini sadece erkeğe veren dinin hem içinde olup hem de bir kadın olarak demokratik özgürlüklerini yaşamak nasıl olabilir? Bunun yanıtını elbette bu yaşama talip olanlar verecektir.

Bu gelişme karşısında “modern fıkıhçı” olarak tanımlayacağım kanaat önderlerinin ne pozisyon alacağına bakmak gerekiyor. İslâm’ın nasıl yaşanması gerektiği en azından Türkiye’de sadece İslâmcıların meselesi değil; inançlı ama siyasal İslâm ile mesafeli büyük bir toplum kesimi var. Aslında İslâm’ın nasıl yaşanması gerektiği üstüne söz söyleyen modern fıkıhçıları kabaca iki gruba ayırabiliriz:

İlk grup, Nureddin Yıldız, Hayrettin Karaman, Ebubekir Sifil gibi katı, sakınmacı, tavizsiz bir sünnet anlayışından hareket ediyor. Bu isimlerin hepsinin her konuda aynı görüşte olup olmadığını bilemiyorum; ama Hanefi mezhebinin yüzyıllar önce yaratılmış anlayışından yakın oldukları siyasi görüş lehine olmadıkça (TOKİ’den konut alımında faizin mubah görülmesi gibi) sapma göstermiyorlar. Diyanet’in resmî görüşleri de çoğunlukla bu birinci grupla yakın ya da aynı oluyor. Çeşitli tarikatların, hatta kendine özgü eğlenceli vaaz tekniğiyle sosyal medyada fenomenleşen Cübbeli Ahmet Hoca da -zaman zaman bu isimlerle ayrı düşüyor görünse de- bu grupta sayılabilir.

İkinci grup daha dağınık, etkisi daha düşük, iktidarla ilişkisi bakımından da tam destek bulamayan “rasyonalist”lerden oluşuyor. Aramızdan ayrılmış olan Yaşar Nuri Öztürk, 90’lardan 2000’lere bu grubun en çok bilinenleri arasındaydı. Basitçe, özünde İslâm’ın emirlerinin rasyonel bir temeli olduğunu savunurdu. Akla uygun olmayan hadisler ya da gelenekçi İslâm’a işlemiş hurafeler bu ilkeye göre elenmeliydi. Yaşar Nuri Öztürk daha çok seküler ya da ılımlı çevrelerde takipçi buldu; yine de CHP milletvekilli olmasına karşın siyasi bir gücü olduğunu söylemek zordur. 28 Şubat sürecinde Yaşar Nuri’ye Zekeriya Beyaz da katıldı; ama tam da 28 Şubat süresinin “dayattığı” bir din anlayışı olarak ortaya çıktığından rasyonalistler özellikle İslâmi çevrelerde tutulmadı. Bugünlerde rasyonalistler arasında Yaşar Nuri Öztürk kadar ün kazanan ya da destek bulanların olduğunu söylemek zor. İhsan Eliaçık, (bana göre bağlamından saptırdığı Kur’an okumalarıyla) sosyalist bir İslâm anlayışı yaratmaya çabalıyor; zayıf bir etkisi olmasına karşın iktidar yanlılarının öfkesini çekmeyi başarıyor. Mustafa Öztürk, kendini “tarihselci” olarak tanımlıyor; bu da İslâmcı çevreler için yeni bir okuma biçimi. Ayetleri ya da hadisleri yorumlarken dile getirildikleri tarihsel bağlamı dikkate almak, aslında İslâm geleneğine bütünüyle aykırı değil; hatta esbab-ı nüzul (iniş nedenleri) bilinmeden ayetlerin şerh edilmesi doğru görülmez, ama sanırım Öztürk’ün mevcut şerhlere katkı getirme ihtimali onu da rasyonalistler arasında tehlikeli bir alana itiyor. Bir ilahiyatçı olmamasına karşın Caner Taslaman’ın Kur’an-Bilim ilişkisi üstüne öteden beri söylenegelmiş şeyleri yeniden öne sürerek medya görünürlüğü sağlaması da bu grubun bütünüyle etkisiz olmadığını gösteriyor.

İki grup arasındaki en temel ayrılığı bana kalırsa Cübbeli Ahmet Hoca’nın vaazları çok daha net ortaya koyuyor; nasıl mı? Cübbeli Ahmet Hoca, malum “Türkçe Olimpiyatları”nı eleştirdiği bir vaazında “Bir insan, Türkçedeki bütün şiirleri ezberlese cennete girebilir mi?” diyor. Başka vaazlarında “Ahirette sana matematik, fizik, kimya mı soracaklar?” ya da “Ne yapacağım İngilizceyi? Kabirde geçmez, mahşerde geçmez…” gibi “güldürücü” yorumlarında aslında tek bir noktayı işaret ediyor: Din bilgisi dışında hiçbir bilginin birinci derecede önemi yoktur ve bu bilginin “rasyonel” olması zorunlu değildir. İlk grup her zaman din tartışmasının akıl düzlemine tam olarak taşınmasına karşı olmuştur. Nureddin Yıldız’a göre İslâm, “akıllılar dini, ama akılla yorumlanan bir din değil”dir. Ayetler ve sahih kabul edilegelmiş hadislerin yorumu konusunda hareket alanını daraltan ya da yok eden, ya da bir mürşide havale eden birinci grup karşısında ikinci grubun çıkış noktası çoğunlukla “Allah ile kul” arasında kurulabilecek, bireyin kendi iç dünyasından beslenen rasyonel din anlayışıdır. Ancak rasyonalizmi dinin ölçüsü haline getirmek beklenmedik aykırılıklar doğurur; çünkü toplumsal yaşam içinde akla uygun görmediğimiz şeylerin çoğu modern şehir hayatına uygun görmediklerimizle aynıdır. Sözgelimi kurban bayramlarında insanların evinin bahçesinde hayvanları boğazlaması modern hijyen anlayışımıza aykırı olduğu için akla-uygunlaştırılarak (pek başarılı olmasa da) kesim alanlarıyla kısıtlandı. Bu tür bir rasyonalizasyon muhtemelen birinci grupta sayacağımız katı sünnet anlayışını savunanların da işine gelmiştir; ama söz konusu olan kadının toplumdaki görünümü olunca, “dava” çok çeşitli boyutlardan risk altına girebiliyor.

Kişisel bir gözlemimi -yanılma riskini alarak- not düşmek isterim: Hali vakti yerinde İslâmcı ailelerden gelen gençler arasında ateizme ya da deizme yönelme daha düşük oranda seyrediyor. Ancak, ilk gençliğinde aile/tarikat/cemaat baskısında olup sonradan sıyrılanların inançlarıyla daha kısa süre barışık kalabildiklerini görüyorum. Günümüzde sınıfsallık çok daha karmaşık, anlaşılmaz bir biçim almış durumda; belki toplumsal sınıflardan çok sınıfsal ilişki ağlarından söz etmek daha doğru olurdu ama bu başka bir konu.  İnsanın içinde doğduğu kimliği benimsemesi aslında belli doğruları ya da ilkeleri kabullenmesinden çok sevdiği şeylerle kurduğu bağa dayanıyor. Madem başkaları üstüne ahkâm kestim, kendimden söz ederek tamamlayayım: İnançlı değilim ama İslâm kültürüyle ilgili değerli bulduğum çok şey var; işin doğrusu benim için bir kimlik bağı kurmak, inanan ama öğretildiği gibi değil, kendi bildiği gibi inanan birine göre çok daha kolay çünkü İslâm literatüründeki en temel metinler başta olmak üzere kendime göre bir okuma geliştirmemde, eleştiri yaratmamda hiçbir engel yok. Karşılaşabilecekleri zorlukları tahmin etmekle birlikte, bu ülkede hukuka dayalı ortak bir yaşam kurmak için bu yeni kuşak Müslümanların bir potansiyel taşıdıklarına inanıyorum. Bunun için önce sahiplendikleri kimliği köhnemiş siyasetin elinden alıp kurtarmaları gerekiyor.