Bir Bilgelik Önerisi: Aradakini Görebilmek

Sanatçı Hiroshi Sugimoto’nun fotoğraflarında ortadan geçen ufuk çizgisi, denizi, gökyüzünden ayırır. Gökyüzü açık, deniz dalgasız ve sahilsizdir. Uzun pozlamanın yapıldığı siyah beyaz fotoğraflar yer yer netliğin kaybolduğu, bulanık bir ruh taşır. Bağlamlardan ve eklentilerden sıyrılarak atmosferiyle öne çıkan seri, gözün göremediğine, bir gündüz rüyasına, sonsuz olasılıklara davet çıkarır. Bir yanda yüzyıllardır görüp bildiğimiz deniz temsiline dayanır, diğer yanda soyut bir forma doğru uzanır. Fotoğrafın cazibesi, temsil ettiği gerçekle soyut arasında bir yerde duruyor olmasındadır.

Sugimoto, mimari binaları ustalıkla fotoğrafladığı puslu serisinden söz ederken, binayı, bir idealle gerçek arasında yapılmış bir uzlaşıya dayandırır. Malum, bina inşa edilmeden önce ideal bir düş, düşünüş, çizim, projedir, ancak inşa edilmeye başlandığında, zeminin yapısı, hesap ve işçilik hatası, çatlaklar gibi pek çok gerçeklikle fedakâr bir uzlaşmayı ve idealinden sapmayı gerekli kılabilir. 

Bu fotoğraflar, gerçekle soyut, gerçekle ideal arasında bir yere doğru çağırır bizi. Kimbilir o yerde ne çok duyuş ne çok olasılık ve gelecek vardır. Akla şu soruyu getirir: İnsan bugün kendini bu denli sıkışmış hissederken, kendini ortaya koyup, iddia edebileceği[1] bir yer, bir aralık yeryüzünde hâlâ var mıdır?

Kültürel Konumlanış[2] isimli kitabında Homi Bhabha, çağımızda Batı uygarlığının transit bir anda yaşamak zorunda olduğunu ileri sürer. Zaman ve uzam kesişerek, sabit kimlikler, özellikle ırk-sınıf-cinsiyet üzerinden karmaşık bireyler üretmekte, üretilen bu bireyler, kimliklerin ve farklılıkların içinde siyah-beyaz, kolonize eden-edilen, doğal zekâ-yapay zekâ arasında sıkışıp kalarak hayatlarını sürdürürler. Diğer yandan Byung-Chul Han, yirmi birinci yüzyıl toplumunun performansa dayalı bir toplum olduğunu, insanın kendi kendini sömürdüğünü, bu yapının kaçınılmaz olarak yorgunluk, depresyon ve mağlubiyet doğurduğunu iddia eder.[3] Görünen o ki, bizler sıkışıp kaldıkça, yoruldukça kendiliğimizi ve birbirimizi anlayıp konumlandırabilmemiz güçleşmekte, kaybolmamak ve her şeye rağmen varlığımızı sürdürebilmek için tanıdık ve güvenli bulduğumuz kimliklerimize tutunup, farklı olana sırtımızı dönerek diyaloğu ve değişimi daha da imkânsız kılıyoruz. Üstelik ilerleme, hak, demokrasi gibi modern çağ kavramları anlamlarını anbean yitirirken, kendimizi farklı formlarda çalışan otoriter rejimlerin kontrolünde buluyoruz. Böylelikle, sistemsel olarak da ancak iktidarların onayladığı kimlik ve tavırların var olabildiği, bunların dışında kalan farklılık ve oluşların bastırıldığı, insanın kendini özgürce ortaya koyamadığı, diyalog, dönüşme ve değişim olasılıklarının daraldığı bir ortamda kalıyoruz.

Oysa biyoloji ve nörobilim örneğin, insanın doğası gereği değişmeye ve çevreye göre şekil almaya dönük bir varlık olduğunu bugün daha da güçlü bir biçimde ortaya koymaktadır.  Yaşamdaki yenilikler, genetik mutasyonlar ve varyasyonlar sonucunda ortaya çıkar. Canlıların işleyişlerini sürdürebilmek için gerek yaşadıkları dünya gerekse iç dünyaları hakkında sürekli enformasyon biriktirmeleri ve bu enformasyonu kullanabilmeleri gerekir. Ve uzun vadede en başarılı olan türler, istikrar ile değişim arasında doğru dengeyi sürdürebilenlerdir.[4] Biyoloji ve nöroplastisite hücrelerimizin ve beyin bağlantılarının akışkan ve dinamik olduğunu, bileşenlerin birbirine yeniden bağlanma, konumlanma, yeni bir amaç açısından çok daha serbest hareket edebilir olduğunu, beyindeki değişimlerin çevresel etkileşim ve deneyime bağlı olarak yaşam boyu sürdüğünü ortaya koyar. 

O halde, bulunduğumuz noktada diretmek yerine, farklılıklarla diyaloğa girerek başka türlüsünü hayal edip yaşama geçirebilecek içsel bir bilgeliğe sahibiz.

Sugimoto’nun fotoğraflarında kendini sakin bir deniz ya da puslu bir bina gibi serimleyen ve gerçekle soyut, gerçekle ideal olan arasına çağıran da bu bilgeliktir.   

Fransa’nın kadın hahamı Delphine Horvilleur bilgeliği, bir söyleşisinde[5] güzel tanımlar.  İbranicede “bilgelik” kavramına denk gelen sözcüğün “binah” olduğunu, sözcüğün etimolojik olarak, “in between”, yani arada olmakla ilgili olduğunu söyler. İngilizce ve Fransızca dillerindeki “intelligence”, yani akıl/bilgi sözcüğünün kökü inter-legere gibi aradakini görebilme, aradakini okuyabilme yeteneğidir bilgelik. Bir eşikte durabilme kapasitesi, ışıkla oyulmuş taş ocağı, bir tefekkür alanıdır.

Horvilleur, İslâmolog Rachid Benzine ile beraber İslâm ve Yahudilik arasında bir diyalog kurmak amacıyla bir kitap yazmıştır. Yazar, her bir diyalogda kaçınılmaz olarak anlaşılamayacak bir nokta olduğunu ve empati yapmaya çalışmak yerine, birbirimizi tamamıyla anlayabilmemizin imkânsızlığını kabul etmenin bilgelik yolculuğunda iyi bir başlangıç olduğunu söyler.  Zira aynı sözcükleri kullanıyor olsak bile, o sözcüklere atfettiğimiz anlamlar kültürden kültüre değişiklik gösterir. Hatta sözcüklere anlamlarını deneyimlerimiz verir. Örneğin der, Horvilleur, “community” (topluluk) sözcüğü ABD’de olumlu bir sözcük iken, Fransa’da bireysel özgürlüklere bir tehdit gibi algılanır. Şüphesiz, bunun sosyolojik, tarihsel ve dinsel sebepleri vardır. Nitekim, laiklik, demokrasi gibi büyük kavramların veya cemaat, ölüm, ağaç gibi basit sözcüklerin Fransa’da, Türkiye’de, hatta İstanbul ve Tatvan’da yankılanışı ve o sözcüklere yüklediğimiz anlamlar farklıdır. Böylece, benim anlattığım ile onun duyduğu arasında, kültür veya deneyim gereği her zaman bir farklılık veya boşluk olacaktır. Aradakini okuyabilmek için önce o farklılığı ve boşluğu kabul etmek gerekir. Bilgelik yolculuğunun ilk kuralıdır bu. Ve gerçek kardeşlik, Romain Gary’nin dediği gibi, ancak birbirimizi tam olarak anlayamayacağımızı kabul ettiğimizde yaşanır.

Bu toprakların da elbet, her bir seçimde, depremde, ölümde, törende, mezhepte, dilde ve filmde kendini gösteren anlaşılmazlıkları, farklılıkları ve boşlukları vardır.

Emin Alper’in Kurak Günler isimli filminin son sahnesinde, kendilerini kovalayan ahaliden kaçan iki adam, derin bir obruğun ucunda durarak, ahaliye karşıdan bakar. İki adamla ahali arasında büyük bir çukur, karanlık bir boşluk, bir tekinsizlik vardır artık.  Bu iki adam, çoğunluk karşısında az(ınlık) olandır. Biri savcı, diğeri yerel bir gazeteci düzeni değiştirebileceklerine kısmen inanmış, kendilerini akıl, (modern) bir bilinç kılmışlardır. Devletin ve entelijansın gücü ve adaleti ellerindedir. Biri cumhuriyetin güvenilir öz evladı, diğeri devşirilmiş üvey evlattır. Kendilerini dünyaya katmak arzusuyla, bu topraklarda çıplak olabilmenin imkânsızlığı arasında sekerek yol alırlar. Nasıl bir farkındalık ve güçle donatılmış olurlarsa olsunlar, bu toprakların acılı yazgısı bazen bir avlanma, kan ve fare zehri biçiminde, bazen de bir aslan sütü, kendinden geçiş ya da tereddüt halinde yakalarını bırakmaz. Gece karanlığında tırmanan gerilimler, duygular ve sarhoşluklar içinde, zaman zaman kendilerini ele verip değiştirmek istedikleri o yoz toprakların bir parçası olmaktan alıkoyamazlar. Yine de gün ağardığında, ahaliden farkları apaçık ortada, kendine alan açmaya ve direnmeye yazgılıdır, bu fark yok sayılamaz. Ahali de onları kovalar. İçine doğup bildikleri dünyanın kusuru ve direnciyle, iç güdüleri, tam da anlaşılamayan halleri, atalarının av ve avrat neşesi, yerine başka bir şey koy(a)mamanın gerçeğiyle…

Nihayetinde, her iki taraf da en iyi bildiği şeyi yapar: safını tutmak ve alanını korumak. Zira bu topraklarda hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Ortalarında bir yarık, bir mesafe, birbirlerine karşıdan bakarak pozisyon alacaklardır. Kovalamacanın telaşı ve sakarlığıyla ahaliden biri çoktan obruğa düşmüş ya da düşecektir. Varsın olsun. Ne ahali ne de iki adam bakışını bozar.  

Biz seyirciler içinse, bu sahne öylece akıp gitmez, bakışımıza takılır, bakışımızı sorgular. Bütün zamanların hakikatidir bu. “Kendi gizli tözlerini, maddi varoluş biçimlerini tuhafça iletir, gözümüzün önünde adeta kanarlar.”[6]

Obruksa artık hepimiz için, coğrafya kitaplarında, bilirkişi raporlarında tanımlanan bir çukur olmanın ötesinde, ucunda durulan, yüksekliği hissedilen, baş döndürücü bir içli dışlılıkla algılanan bir şeye dönüşmüştür. Başımızı döndüren kültür değil, obruğun kendidir artık. Yerkabuğunun dibine doğru hareketiyle, bize derinliği ve içkinliği anımsatır âdeta. Evreni, diğerleri pahasına üstünlüğü ile açıklamaya çalışan aşkın bir görüş yerine, varlıkların kendi farklı formlarında açımlandığı, evreni bir arada tutan içkin bir anlayışa gönderme yapar. Nihayetinde obruk için çevresinde konumlanan bu iki adam, ahali ve bizler, farklı olan değil, fark edilmez olanızdır. Bizleri, âdeta, Deleuze’ün farklı olmaktan değil, fark edilmez olmaktan geçen etik yoluna davet eder.

Filmin, bu son sahnesinin ardından neler olabilir? Obruğun ve aradaki mesafenin bilinciyle, biri obruğu doldurur içinde yüzülür mü, yoksa obruğun etrafında halay mı çekilir, dibine incir ağaçları dikilip yağmur duasına mı çıkılır… Ya da ölülerimizi bir bir gömüp ne o dilde ne bu dilde bir sözcükle, daha iyisi mi hepimizin ezelden bildiği bir çığlıkla ağıt yakarız da gözyaşlarımız Yanıklar Köyü’nün kuraklığına bir nebze çare mi olur… İhtimaller tükenmez.   

Şüphesiz, o iki adamla ahali, ben ve öteki, o ve bu arasında bilge bir ihtimal, bu toprakları herkes için daha güzel ve yaşanır kılabilir. Gücü yettiği oranda herkesin kendini yeryüzüne koyma hakkı vardır ve hayat Spinoza’nın dediği gibi akıl kadar içgüdülerin tatminine de dayanır. Bugün bu topraklarda her şey ortadan yarılmış gibi görünürken nasıl bir hayal ve hayat kurulabilir, burada nasıl bir bilgelik duruyor ya da uyuyor olmalıdır. Acaba buna, farklılıkların kabulüyle, birbirimizi tamamen anlayabilmenin imkânsızlığı ile bakmanın, aradakini okumaya çalışarak başkaca ihtimal ve formları çoğaltmanın zamanı değil midir?

Yeter ki bakışımızı iki şey arasındaki şeye çevirebilelim. Ve anımsayalım:

“Dünya, karşımda değil, çevremdedir.”[7]


[1] “Kendini iddia etme” derken, büyük ölçüde Blumenberg tanımına dayanıyoruz: “İnsanın varoluşunu tarihsel bir durumda ortaya koyduğu ve kendisini çevreleyen gerçeklikle nasıl başa çıkacağını ve kendisine açık olan olasılıklardan ne şekilde yararlanacağını kendisine belirttiği varoluşsal bir program.” Hans Blumenberg, The Legitimacy of the Modern Age, MIT Press, 1985, s. 158.

[2] Bkz. Homi K. Bhabha, Kültürel Konumlanış, İnsan Yayınları, 2017.

[3] Bkz. Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu, İnka yayınları, 2023.

[4] Bkz. Paul Nurse, Yaşam nedir? Beş Adımda Biyolojiyi Anlamak, Domingo, 2022.

[5] Bkz. La Maison Francaise of New York University, Delphine Hourveilleur, https://www.youtube.com/watch?v=FgF7_g5kqDQ

[6] Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, 7. baskı, Metis, 2023, s. 55.

[7] Maurice Merleau-Ponty, Göz ve Tin, 4. baskı, Metis, 2019, s. 56.


Fotoğraf: Hiroshi Sugimoto, "Boden Sea", Uttwil, 1993.