Odada Bulunma Ayrıcalığı: Elitlerin Zaptı ve Epistemik Hürmet

“Sunumu göndermekten vazgeçtim çünkü bu yazıyı yazacak doğru insan ben değilim – Siyah olmak nasıl bir şey, hiçbir fikrim yok… İstersen notlarımın olduğu dökümanı sana yollayabilirim?” Bunu duyunca şöyle bir irkildim. Aslında masum ve olumlu amaçlarla yapılmış bir teklifti: Bağımsız bir gazeteci olan Helen, ırklar arası adalet değerlerine uygun davranma arzusuyla, benim için bir şeyden vazgeçmeyi teklif ediyordu.

Fakat ben bunun bir tuzak olmasından endişeliydim.

Helen’in bu diyalog içinde var olan güç dinamiklerini ıskalamasını bir kenara koysak bile (evet ben Siyah bir insanım, ama aynı zamanda kadrolu bir akademisyenim), burada daha önce sayısız örneğini gördüğüm bir başka sorun var. Helen’de olmayan deneyimsel bilgiye benim sahip olacağım varsayımının arkasında, bilgi ve politikaya dair, çok tartışmalı ve kutuplaştırıcı bir bakışın kültürel izleri görülüyor: Görüş açısı epistemolojisi [standpoint epistemology]. Görüş açısı epistemolojisini en temel tanımıyla ele aldığımızda bu düşünce etrafında dönen hararetli tartışmaları anlamak zor olabilir. Uluslararası Felsefe Ansiklopedisi [The International Encylopedia of Philosophy], bu kavramı kulağa gayet zararsız gelen üç teze indirgemiş:

 

  • Bilgi, toplumsal olarak konumlanmıştır.
  • Ötekileştirilen topluluklar, toplumsal konumları gereği kimi bilgi türlerini elde etmek konusunda diğerlerinden daha avantajlıdır.
  • Araştırma programları da bu gerçeği yansıtmalıdır.

 

[Britanyalı felsefe profesörü] Liam Kofi Bright’ın ikna edici bir argümanla savunduğu üzere, bu tezler 1) ampirizmin temel gereklerinin yerine getirilmesi; 2) hangi insan gruplarının olasılıkla hangi bilgiye yöneleceğinin toplumsal dünya tarafından şekillendirildiğini açıklayan asgari düzeyde makul bir çıkarımın bir araya gelmesiyle ortaya konulur. Peki, fikrin temelinde bir sorun yoksa, sorun ne?

Bana kalırsa sorun, ana düşünceden ziyade bunun eyleme geçirildiği hâkim normlarla ilgili. “En çok zarar görenlere kulak vermek” veya “en çok ötekileştirilenlere odaklanmak” yolundaki çağrılar hem akademik hem de aktivist çevrelerde son derece yaygın. Benimse hiçbir zaman aklıma yatmamıştır. Deneyimlerime göre, insanlar “En çok zarar görenlere kulak verelim,” dediğinde bu onların Skype’la mülteci kamplarına bağlanmak ya da evsiz insanlarla birlikte çalışmak niyetinde olduklarını göstermiyor. Daha ziyade ilginin ve konuşma yetkisinin, bu tür zorluklarla ilişkilendirilen kategorilere en rahat yerleştirilebilen bireylere devredilmesi anlamında kullanılıyor –bu kişilerin gerçekte ne bilip ne bilmediğinden veya kişisel olarak ne deneyimlediğinden bağımsız. Helen’le yaptığımız konuşmada, ait olduğum ırk kategorisi, ikimizin de sahip olmadığı bir deneyimle beni daha “sahici bir şekilde” ilişkilendiriyordu. Oyunun ikimizin de anladığı kuralları gereği, Helen’in bana hürmet etmesi gerekiyordu. Nitekim, önemli sonuçları olacak durumlarda bile –örneğin potansiyel araştırmacılar toplumsal bir olguyu nasıl kavrayabilecekleri üzerine tartışırken veya aktivist bir grup hedeflerinin ne olacağını belirlerken– bu kurallar çoğunlukla geçerliliğini sürdürür.

Buradaki tuzak, görüş açısı epistemolojisinin konuşmayı etkilemesi değil, nasıl etkilediğidir. Genel anlamda konuşursak, görüş açısı epistemolojisi eyleme dökülürken benimsenen normlar, hürmet davranışına sebep olur: Bu kişilere yardım ve destek sunmak, sahneyi bu kişilere bırakmak, sözlerine inanmak. Bu pek çok durumda iyi bir fikir de olabilir, ki bunları yapmaya istekli olmamızı bekleyen normlar takdiri hak eden bir niyetten doğmuştur: Bilginin kaynağı ve dolayısıyla hürmet davranışının haklı alıcısı olarak, ötekileştirilen insanların toplumsal gücünü arttırmak. Ancak bugünkü gibi bir kural veya varsayılan politik yönelim olarak hürmet etmek, gerçekte ötekileştirilen grupların çıkarlarına aykırı sonuçlar yaratabilir; özellikle de elit alanlarda.

Kimi odalarda sahiden de çok fazla güç ve nüfuz toplanmıştır: Beyaz Saray’ın Özel Durum Odası, haber merkezi, müzakere masası, toplantı salonu. Bu odalarda bulunmak, kişinin söyledikleri ve yaptıklarıyla kurumları ve geniş ölçekli toplumsal dinamikleri etkileyebilecek bir konuma sahip olması anlamına gelir. Bu odalara erişebilmenin kendisi bir tür toplumsal avantajdır ve çoğunlukla önceden var olan başka toplumsal avantajlar aracılığıyla elde edilir. Toplumsal bir görüş açısından bakacak olursak; cinsiyet, sınıf, ırk ve milliyet gibi politik önem taşıyan kimliklerle ilişkilendirdiğimiz toplumsal adaletsizliklerden “en çok zarar görenler” arasında, hapse girmiş veya niteliksiz işlerde çalışmakta olanların oranı, kıyaslanamayacak kadar fazladır. Veya sözgelimi, dünya nüfusunun %44’ü internet erişime sahip değildir –böylece hem güç odalarının dışında kalır hem de bu odalardakiler tarafından büyük ölçüde görmezden gelinirler. Odada bulunması en muhtemel kişiler, bu tür olumsuzluklarla özdeşleştirilen kimlikleri elekten geçiren muhtelif baskılardan sağ çıkmış olanlardır. Başka bir deyişle, bu kişilerin odada olmasının sebebi, tam da orada temsil etmeleri beklenen kişilerden sistemli olarak farklılaşmalarıdır (böylelikle, aslında muhtemelen onları temsil edemeyecek bir konumda olurlar).

Helen’in teklifinin bir tuzak olmasından şüpheleniyordum. Ama tuzağı kuran o değildi; hepimiz kapana düşme tehlikesiyle karşı karşıyaydık. Geniş ölçekli kültürel normlar –örneğin, “Siyah bir erkek olarak…” gibi ifadelerle söze girerken başvurduklarımız– pek çoğumuzun bilinçli ya da bilinçsiz, ezbere bildiği ve görüş açısına saygı göstermeyi amaçlayan bir dizi pratik oluşturmuştur. Ne var ki peşi sıra gelen hürmet biçimleri, nihayetinde kendi altını oyar ve katkı sağladığına güvenebileceğimiz tek sonuç “elitlerin zaptı” olur. Yani, politik gündemler ve kaynakların, bir grubun en avantajlıları tarafından kontrol edilmesi. Şayet görüş açısı epistemolojisini kullanarak yapmaya çalıştığımız şey gücün adaletsiz dağılımıyla mücadele etmekse, daha ne kadar başarısız olabilirdik bilmiyorum.

***

Görüş açısı epistemolojisinin çok rağbet gören bu pratiklerinde neyin sorunlu olduğunu söyleyebilmek için bunların neden rağbet gördüğünü anlamak gerek. Burada kuşkucu bazı cevaplar beliriyor: Kimileri (özellikle toplumsal açıdan en avantajlı olanlar), sahici bir toplumsal değişim istemez –yalnızca değişim görüntüsünü isterler. Veya ezilen gruplardan gelen kişilere hürmet etmek, hürmet edenin, önemli sonuçları olacak bir görüşü daha etkili bir noktaya “çıkarabileceği” “oda içi” bir ayrıcalığa sahip olduğu gerçeğini temize çeken, bunun için af dileyen ya da sadece dikkatleri bundan uzaklaştıran bir performanstır.

Bunların hepsinde bir doğruluk payı olduğunu düşünsem de yeterince tatmin olduğumu söyleyemem. Bu hürmet normlarını destekleyip sahiplenen insanların büyük bölümü daha çok Helen’e benziyor: Doğru sebeplerle yola çıkıyor, ancak ortak olması gereken ahlâki taahhütlerinin en uygun politik ifadesini bulmak konusunda bu odaları paylaştıkları insanlara güveniyorlar. Burada sorun, “kötü oda arkadaşları” değil, tıpkı Helen’in iyi bir oda arkadaşı olmasıyla sorunun çözülmemesi gibi: Sorun, odaların nasıl kurulduğu ve yönetildiğiyle ilgili.

Helen örneğinde mesele sadece benim, onun zihninde canlandırdığı türden; dar gelirli ve kimi hizmetlere ulaşamayan bir toplulukta yetişmemiş olmam değildi. Epistemik açıdan çok daha kötü bir vaziyetteydik: Benim hayat olasılıklarımı Helen’in düşündüğü insanlardan farklı kılan tüm özelliklerim, tam da bir şeylerin onlar adına bana sunulmasını muhtemel kılan özelliklerdi. Onun düşündüğü türden bir toplulukta büyümüş olsaydım, herhalde telefonda bu görüşmeyi yapıyor olmazdık.

***

Toplumsal sistemimiz, pek çok yönüyle bir filtre mekanizması gibi çalışarak hangi etkileşimlerin, kimler arasında gerçekleşeceğini belirler ve böylece kimin, hangi örüntüleri gözlemleyebilecek konumda olduğunu da tayin etmiş olur. ABD’nin, 20. yüzyılın büyük bölümünde uyguladığı göçmen kota sistemi, vatandaşlığa gidebilecek yasal göçmenliği neredeyse tamamen Avrupalılarla sınırlandırıyordu (bu sayede “açıktan ırkçı nitelikte vatandaşlık ve göçmenlik yasaları geliştirmek konusundaki öncülüğü” tartışmasız olan Hitler’in de takdirini kazanmıştı). Ancak 1965 Göçmenlik ve Vatandaşlık Yasası, “nitelikli işgücünü” önceleyerek yeni göç olasılıklarına yol açtı. Ailemin nitelikli emekçi olarak statüsü onların bu ülkeye girişini açıkladığı gibi, arkasından oluşan ve benim içine doğduğum sınıfsal avantajlar ve mali kaynakları (servet gibi) da açıklıyor. Üstelik biz sıradışı bir aile değiliz; Nijeryalı-Amerikalı nüfusu, ülkenin en çok başarı kazanmış göçmen gruplarından birini oluşturur. (Gelgelelim yüksek diploma sahibi 112 bin kadar Nijeryalı-Amerikalının, günde bir doların altında bir gelirle yaşamaya çalışan 82 milyon Nijeryalı yanında ne kadar ufak kaldığını ve bu iki gerçek arasındaki kesişimi elbette kimse konuşmaz.) Burada göçmenlik yasasının seçiciliği, içinde yetiştiğim Nijeryalı diaspora topluluğunun yüksek eğitim düzeyini; bu durum benim lisede üstün başarı gösterenler için verilen ileri düzey derslere girişimi; bu ise yüksek eğitime erişimimi açıklıyor… Listeyi kolaylıkla uzatabiliriz.

Öyleyse, görüş açısı epistemolojisinin hürmete dayanan bu şeklinin, elitlerin zaptına her ölçekte nasıl katkı sağladığını görmek hiç zor değil. Güç ve nüfuz odaları, eleme ve seçimlerin gerçekleştiği bir nedensellik zincirinin sonunda oluşur. Eğitim düzeyi yükseldikçe toplumsal deneyimler daralır –kimi öğrenciler doktoraya giderken kimileri hapishaneye yollanır. Kimliklere hürmete dayalı yöntemlerle yaklaşmanın, böylesi eleme süreçlerinin yarattığı tahrifatı devralması ise muhtemeldir.

Bununla birlikte, sınırlı bir ölçek içinde bakıldığında –bu odada, bu akademik literatürde, bu alanda ya da bu konuşma içinde– hürmet yaklaşımının neden mantıklı geldiğini görmek de oldukça kolay. Çünkü çoğu zaman, bundan önce var olan epistemik pratiğe kıyasla bir gelişme vaat ediyor: Hürmet edilen kişi, sahiden de epistemik açıdan odadaki diğerlerinden üstün bir konumda olabilir. Odaların kendisine dair, içeride nasıl bir güç bulunduğu ya da kimin içeri alındığı gibi pek çok gerçeği sabit kabul edecek olursak hakikaten yapabileceğimiz en iyi şey bu olabilir.

Oysa bu gerçekler, sabit tutmak isteyeceğimiz son şeydir. Irk ayrımının tüm dünyada açıktan yapıldığı bir tarihten devraldığımız epistemik normların üstüne çıkmak, gerçekten oldukça küçük bir hedef. Kimin hangi odaya ulaştığını açıklayan gerçeklerin dünyamızı şekillendirmek konusundaki etkisi, halihazırda odaya girmişlerin prestijini kıyaslayan ağız dalaşlarından çok daha güçlü. Toplumsal adalet üzerine konuşacaksak, kimin hangi odaya girdiğini belirleyen toplumsal çarklar, çoğunlukla ele aldığımız toplumun zaten bir parçasıdır. Örneğin, özgürlüğü kısıtlanmış insanların fiziksel olarak üniversite kampüsünde gerçekleşen özgürlük konulu akademik tartışmalara katılamayacak oluşu, onların parmaklıklar ardında olduğu gerçeğiyle yakından ilgilidir.

Hürmet epistemolojisi, kendisini epistemik ve politik bir soruna karşı çözüm olarak sunar. Ancak bu sorunları çözmekte başarısız olduğu gibi, üstüne yenilerini de yaratır. Toplumsal adaletin nasıl tesis edilebileceğine ilişkin tartışmaların sağlık hizmeti, çalışma koşulları, temel maddi güvence ve kişilerarası güvenlik etrafındaki eşitsizliklerin tamirine odaklanması gerektiğini düşünebiliriz. Ne var ki toplumsal adalete yönelik tartışmalar, giderek ilginin ve söz söyleme gücünün dağılımını düzeltmek için her zamankinden daha spesifik pratikler önerenlerce şekillendiriliyor. Oysa ilgiyi düzenlemeye odaklanan girişimlere (örneğin “beyaz erkekleri yeterince okuduk, biraz da beyaz olmayan insanları okuyalım”) hizmet eden hürmet davranışları, sorguya son derece açık olan kendi kriterlerine göre bile başarısızlıkla sonuçlanabilir: Sözgelimi, ötekileştirilen grupların sözcülerine yöneltilen ilgi, dikkatleri bu grupları ötekileştiren toplumsal düzeni değiştirme ihtiyacından uzaklaştırabilir.

Ötekileştirilen gruplar içindeki elitlerin bu düzenlemeden sağladığı fayda, toplumsal açıdan bir ilerleme olarak kabul edilebilir. Ancak grup elitlerinin çıkarlarıyla grubun tamamının çıkarlarını sadece varsayımsal olarak dahi yan yana koymak, altından kalkamayacağımız bir politik naiflik olur. Elitlerin çıkarlarına bu şekilde yaklaşarak alınabilecek sonuç, kimliksel bir “Reaganomi”den[I] ibarettir: İlgi ekonomisiyle maddi ekonomi arasında bir değişim kuru olduğu fantezilerine dayalı bir strateji.

Süregiden bu insan kırımının kültürel açıdan en sahici ve biçimsel olarak en radikal tanımını bulmak için işe giren şanslı bir azınlığın kültürel bir kazanım oluşturduğunu da düşünebiliriz. Belki de çene çalan sınıfta bulunan bizler hak ettiğimiz nüfuzu elde edip torbamızı doldurduktan sonra, içindekilerin bir kısmı, sonunda yaptığımız konferansların ardından salonu temizleyen işçilerin üzerine, Küresel Güney’deki mega kentlerin varoşlarına ve taşrasına da saçılacaktır.

Ama muhtemelen öyle olmaz.

***

Hürmet pratiği ve görüş açısı epistemolojisinin yarattığı durumu tam ve hakkaniyetli bir şekilde ölçebilmek için teknik bir tartışmanın ötesine geçmek ve hürmet stratejisinin duygusal cazibesine kafa tutmak gerekir. Nüfuzlu odalarda bulunanlar, temsil ettikleri geniş gruba kıyasla “elit” olabilirler, ama bu içinde bulundukları odada nasıl muamele göreceklerini garantilemez. Sonuçta mutlak şekilde ayrıcalıklı olan bir insan da kendisini, deneyimlediği güç dinamiklerinin sürekli aşağı tarafında bulabilir. Hürmet epistemolojisi küçük görülmenin, görmezden gelinmenin, kenara itilmenin ve susturulmanın sahici ve manevi olarak ağır deneyimine bir tepkidir. Dolayısıyla damgalanan ve ötekileştirilen grupların üyeleri için epistemiden bağımsız, önemli bir çekiciliğe sahiptir: Ahlâki bir anlam taşıyan ilgi ve saygı gösterme eylemleriyle doğrudan bir müdahale gerçekleştirir.

Politik öznelliğimiz ve kendilik duygumuzu geliştirmek konusunda deneyimlediğimiz toplumsal dinamiklerin rolü son derece büyüktür. Ancak görüş açısı epistemolojisinin tam da bu gücü –bakış açısının önemini kavraması– hürmete dayalı pratik normlarla bir araya geldiğinde bir zayıflığa dönüşür. Hangi yollardan ötekileştirildiğimize yapılan vurgu, çoğunlukla dünyanın bizim deneyimlediğimiz şekliyle uyumludur. Fakat yapısal bir perspektiften bakacak olursak, hiçbir zaman girmek zorunda kalmadığımız odalar (ve bu odalardan kaçınmamızın nasıl mümkün olduğunun açıklanması) dünya ve bizim içindeki yerimiz hakkında daha çok bilgi verebilir. Görüş açısı epistemolojisinin hürmete dayalı bir yaklaşımla uygulanmasıysa bizleri deneyimlemediğimiz bu etkileşimleri dikkate almaya davet edeceği yerde, içinde bulunduğumuz odalarda gerçekleşen etkileşimlere odaklanır. Böylelikle, en çok ötekileştirilenleri “merkeze almamıza” engel olduğu gibi, onların sesini duymamızı bile imkânsız kılar. Kimlerin odada bulunabildiğini belirleyen koşullarla başkaları adına konuşma pratiğinin kendine özgü sorunları (özellikle bu gruplar kendi adına konuşmak için orada değilse) bir araya geldiğinde, başka türlü kendi yaşadığımız zorlukları –ya da ötekileştirilmiş grupların bizimle beraber odaya girebilmiş üyelerinin yaşadığı zorlukları– merkeze almamızın önüne geçebilecek olan baskılar da ortadan kalkıverir.

Fotoğraf: Elliott Jerome Brown Jr.

Hürmet politikasının bu özelliği ciddi tehlikeler taşıyor; özellikle gücün toplandığı odaların dışında kalanlar için ağır riskler söz konusu. Sözgelimi, hürmet edilen kişiler arasında gruba zarar veren normları aşırı beslemek gibi bir sonuç doğurabilir. Çatışma Şiddet Değildir: Hasarın Abartılması, Topluluğa Karşı Sorumluluk ve Tamir Yükümlülüğü[II]kitabının yazarı Sarah Schulman, travma ve yarattığı üstünlük duygusunun psikolojik etkileri üzerine tahrik edici bir gözlemde bulunmuş: Buna göre, travmaların kaynağı genellikle oldukça farklı sebeplerde yatıyor ve birbirinden farklı ahlâki statüler doğuruyor olsa da çoğu zaman oldukça benzer davranış örüntüleriyle sonuçlanıyor. Bunların en başında, çatışmanın olası sonuçlarının (çoğunlukla hasarın abartılması yoluyla) yanlış temsil edilmesi ve başkalarının bağımsız kararlarının (doğru konuları ya da doğru kişileri merkeze almamak gibi) düşmanca bir tehdit olarak algılanması geliyor. Arkasında yatan tarih ne olursa olsun, bu davranışlar hem bunları uygulayan bireyler hem de onların etrafındakiler üzerinde yıkıcı etkiler taşıyor; özellikle de topluluk normları bu davranışları sınırlamak ya da dönüştürmek yerine besleyip yaygınlaştırıyorsa.

Hürmet pratiği, bizzat hürmet eden tarafta ise ahlâki ürkekliği teşvik eder. Ortaya koyduğu normlar, sorumluluktan feragat etmek için toplumsal bir mazeret sunar: Böylelikle, bugün-burada bizler tarafından yapılması gereken iş; kahraman bireylere, kahraman bir sınıfa veya mitleştirilmiş bir geçmişe havale edilir. Üstelik, bunlara ait olan görüş açısı şu ya da bu konuda daha net olsa bile, sahip oldukları bakış genel olarak bizimkinden daha geniş ya da tarihten daha azade değildir. En önemlisi, hürmet pratiği hepimize ait olması gereken sorumluluk ve hesap verme yükümlülüğünü seçilmiş kişilerin omzuna yükler –ki çoğu kez söz konusu olan, bu insanların aşırı steril ve tamamen kurgusal bir karikatüründen ibarettir.

Hürmet taktikleri bizi eleştiriden korurken aynı anda bağ kurma ve dönüşümden de alıkoyar. Bu ise başka insanların mücadelesine sahici bir ilgi ve empatiyle yaklaşmamıza engel olur –oysaki koalisyonlar kurabilmenin önkoşulu budur. Kimliklerin her geçen gün daha ince elenip sık dokunarak tanımlandığı, ayrışma ve anlaşmazlıklarınsa giderek keskinleştiği bir sırada, “koalisyon politikası” denilen (ve farklılıkları bir araya getirerek mücadele vermek olarak anlaşılan) şeyin, aslında politika yapmanın ta kendisi olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, hürmet pratiği ve bunun politik ortaklık üzerinde yarattığı parçalanma sonuç olarak anti-politiktir.

Karşılıklı bağımlılığın yerine hürmet pratiğini koymak, kısa vadede bazı psikolojik yaralara iyi gelebilir. Fakat bunun bedeli ağırdır: Bütün bu tasarıyı ortaya çıkaran epistemik hedeflerin de altını oyarak, ayrıcalık ya da sınırlı bazı faydalar yerine özgürlük ve topluca kurtuluş için mücadele eden kimseyi memnun etmeyecek bir politika biçimine siper olur.

***

Görüş açısı epistemolojisini yapıcı bir yaklaşımla hayata geçirmek, hürmete dayalı bir yaklaşımdan nasıl ayrışabilir? Yapıcı bir yaklaşım, adaletsizliğe “suç ortaklığı” yapmaktan kaçınmak veya ahlâki ilkelere sıkı sıkı tutunmaktan çok, belirli hedef ve sonuçlar için çalışmaya odaklanır. Birilerine yardım etmek yerine, öncelikli olarak kurumlar inşa etmek ve bilgi toplama pratikleri geliştirmeyi amaç edinir. Hayranlık ve sembolizm cinsinden karşılığı olan ara hedefler yerine, kendisini doğrudan güç ve toplumsal kaynakların yeniden dağıtılması amacına göre konumlandırır. Odaların içinde ve odalar arasındaki trafiği düzenlemek yerine, odalar inşa etmeye ve mevcut odaları yeniden kurmaya odaklanır –bir tür dünyayı inşa etme tasarısıdır: Eldekilerin eleştirisiyle yetinmek yerine, sosyal bağlar ve hareketler için gerekli somut yapıları oluşturmayı veya yeniden düzenlemeyi amaçlar.

Michigan’ın Flint şehrindeki su krizi, epistemik politikalarımızı yeniden şekillendirdiğimizde ortaya çıkabilecek imkân ve kısıtlamalara dair iyi bir örnek. “Yerel halk sağlığını” korumakla görevlendirilmiş ve bünyesinde elli eğitimli bilim insanının bulunduğu bir devlet organı olan Michigan Çevre Sağlığı Departmanı (MDEQ), sorunun başladığı 2014’ten ulusal ölçekte dikkatleri çektiği 2015’e dek, bu halk sağlığı krizinin ölçeğini ve ciddiyetini gözlerden saklama çabalarının suç ortağıydı. Epistemik ve politik otoriteye sahip bir konumdan konuşan MDEQ, statükoyu sürdürüyordu. Kurum, “Flint suyu[nun] içmeye uygun” olduğunu ileri sürmüş ve bu beyan, 2014 Nisan’ında Flint Nehri kaynağına bağlantı yapılırken Flint Valisi Dayne Walling tarafından “nehir hakkındaki efsaneleri ortadan kaldırmak ve gerçeği aktarmak” amacıyla yapılan açıklamada alıntılanmıştı. Bu bağlantı yapılırken ekibin başında bulunan kişiyse şehrin afet yönetim başkanı Darnell Early’ydi (zehirlenmelerine yardım ettiği şehir sakinlerinin büyük kısmı gibi bir Afrikalı-Amerikalı). Federal Çevre Koruma Ajansı (EPA) içinde yapılmış ve Flint suyundaki kurşun oranlarının kaygı verici olduğunu ifade eden 2014 Temmuz tarihli bir yazışmanın Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU) tarafından sızdırılmasından sonra, Michigan Çevre Sağlığı Departmanı raporun üzerinde oynayarak kirli çıkmış iki su örneğinin gizemli bir şekilde dikkatten kaçmasını sağlamış ve genel kurşun oranı federal olarak onaylanmış sınırlar içinde kalmıştı.

Şehir sakinleri derhal tepki verdi. Su kaynağının değiştirilmesinden hemen sonraki ay, Flint sakinleri musluklarından akan suyun bulanık olduğunu ve kötü bir koku yaydığını bildirmeye başladı. Bu noktada ihtiyaç duydukları şey, yaşadıkları ezilmenin “kutlanması”, “merkeze alınması” veya en yeni akademik jargonla söylersek anlatılanması [narrate] değildi. Zehirlenmenin nasıl bir şey olduğunu diğerlerinin de anlamasına ve hissetmesine ihtiyaçları yoktu. İhtiyaçları olan şey, sularına sızan kurşundan kurtulmaktı. Böylece işe koyuldular.

İlk adım, epistemik otoriteyi tesis etmekti. Bu amaçla yeni bir oda oluşturdular: Flint’te yaşayanlar ve aktivistlerin laboratuvarda gerekli testleri yaparak MDEQ’in raporunun düzmece olduğunu kanıtlayabilecek bilim insanlarıyla aktif işbirliği yapacağı bir oda. Flintlilerin çağrıları, bilim insanlarının mücadeleye katılması sağlamıştı. Ardından başlatılan “yurttaş bilimi” kampanyasında insanlar, suyun kalitesi hakkındaki ikazları yaygınlaştırarak komşularına test edilmek üzere numune kitleri dağıtmışlardı. Bu aşamada şehir sakinleri ve bilim insanları arasındaki ittifak başarılı olmuş ve Flint’teki çocukların zehirlenmesi, ulusal bir skandal haline gelmişti.

Fakat bu tek başına yeterli değildi. İkinci adımda –suyun temizlenmesi– devletin durumu teslim etmesinden fazlasına ihtiyaç vardı: Suyu iyileştirmek ve sağlık konusunda devam eden kaygıları yatıştırmak için işgücü ve kaynakların bölüştürülmesi gerekiyordu. Başta, Flintlilerin yönetici elitlerden alabildiği şey, basmakalıp sözler ve biraz da alaydan ibaretti (bu elitlerin bazıları, şehir sakinlerinin çoğuyla aynı ırk kimliğini paylaşan bir Başkan tarafından kişisel olarak görevlendirilmişti).  Ancak bu yıl, Flint sakinlerinin yorulmak bilmez mücadelesi ve ekip arkadaşlarının giderek genişleyen listesi, yeni ve daha anlamlı zaferler elde etmiş gibi görünüyor: Hâlâ devam eden kampanya, sorunlu hizmet hatlarının değiştirilmesinde son açamaya geçilmesi ve Michigan eyaletinin zarar gören ailelere 600 milyon dolar tazminat ödemek konusunda uzlaşması için güçlü bir şekilde bastırıyor.

Bu sonucun topyekûn bir zafer olduğu kesinlikle söylenemez: Tazminatın önemli bir kısmının avukat masraflarına gitmesi bir yana, şehir sakinlerinin gördüğü zarar bu uzlaşmayla geri çevrilemez. Tek başına yapıcı bir epistemoloji, ezici bir sistem karşısında zafer kazanılmasını garantilemek için yeterli olmaz. Halklarla heybetli bir devlet sistemi arasındaki muhtelif güç asimetrilerini ortadan kaldırmaya yetecek hiçbir epistemik yönelim yoktur. Ancak oyunu daha rekabetçi hale getirmemize yardımı dokunabilir –hürmet epistemolojisiyse oyuna bile girmez.

Toplumsal adaleti sağlama çabalarının ve bilgi ekonomisinin önündeki en büyük zorluk, güçsüz kılınmış grupların çektiği, ilginin dağılımından kaynaklı ya da kişiler arası epistemik sıkıntıları en hassas çerçevede ve en isabetli şekilde tarif edecek daha fazla jargonun eksikliği değildir. Asıl tehlike, bilginin üretimi ve dağılımı üzerinde halkın güç sahibi olması için gereken; özellikle de etkili politik eylemleri çoğaltacak veya elitler tarafından el konulmasını engelleyecek pratik ve maddi temellerin aşındırılmasıdır. Bu temellerin sağlam bir konum edinmiş olan elitler tarafından zapt edilmesi ve yozlaştırılması, bugün pek fazla sorgulanmaksızın, olanca şiddetiyle devam etmektedir: Yerel [veya tematik] haberlerin tekelleşmesi, gazetecilik mesleğinde süregiden talan ve yıkım, devletler ve şirketlerin önemli demokratik süreçlere müdahale etmesi, araştırma üniversitelerinde sürdürülen bilgi üretiminde elitlerin çıkarlarının hâkim gelmesi ve tahrif olmuş tüm bu süreçlerle edinilen sonuçların anaakım medya kurumları tarafından dolaşıma sokulması.

Tüm bu tehditlerle yüzleşebilmek için bazı odaları terk etmek –ve elbette yenilerini oluşturmak gerekiyor.

***

Görüş açısı epistemolojisine yapıcılıkla yaklaşmak çaba isteyen, talepkâr bir iş. Akıntıya karşı yüzmemizi, tarihin bizim için kurduğu odalarda sağduyulu bir şekilde hareket etmekle yetinmek yerine hesap verebilir olmamızı, henüz odada olmayanların taleplerini dikkate almamızı ve hep beraber oturabileceğimiz türden yeni odalar inşa etmemizi gerektiriyor. Bunlar epey yüklü görevler olsa da, bilgi politikası söz konusu olduğunda bu, beklenmesi gereken bir şeydir. Amerikalı felsefeci Sandra Harding’in meşhur tespitinde söylediği gibi, görüş açısı epistemolojisini hakkıyla yerine getirmek, bilim ve bilgi üretim süreçlerinde genel olarak daha büyük bir emek ister, daha azını değil.

Bunların yanında, hâlâ değinmediğimiz önemli bir nokta daha var. Görüş açısı epistemolojisinin hürmetle uygulanması, çoğu kez deneyime yönelik bir kaygı ve ilgi paketiyle birlikte gelir. Bu bakımdan özellikle travmatik deneyimler öne çıkar.

Bu noktada, bu olguyu açıklayan akademik analiz ve tezler benim için yetersiz kalıyor. Dolayısıyla buradan sonra söyleyeceklerim, bir tartışma olmaktan çok bir yargı niteliği taşıyacak. Ancak kitaplar arasında geçmiş bir ömürden öğrendiğim kadarıyla, ifade ediliş şekilleri ne kadar farklı olsa da yargıların da bize öğreteceği çok şey olabilir; o yüzden devam edeceğim.  

Travma konusundaki kaygıları son derece ciddiye alıyorum. Ben Amerika Birleşik Devletleri’nde büyüdüm; yerleşimci sömürgeciliği, ırka bağlı kölelik ve bunların ardından herkese yetecek kadar toplu ve tarihsel travmanın biriktiği bir ulusun içinde. Aynı zamanda Nijeryalı bir diaspora topluluğunda yetiştim ve birçoğu için soykırım hâlâ fazlasıyla canlı bir hatıraydı. Hem ulusal ölçekte hem de topluluk ölçeğinde gördüğüm pek çok grup normu, kişilik özelliği, tuhaf alışkanlık ve davranışın kaynağında tam da bu gerçeklerin yattığından şüpheleniyorum. Bireysel deneyimimden konuşacak olursam, onurumu ya da canımı kaybetmekten korktuğum, büyük bir acı veya aşağılanma yaşadığım olaylardan sonra, buna tepki olarak nasıl değiştiğimi bizzat gördüm ve hissettim. Ancak gerideki bu travmatik anlara dönüp bakarken, nadiren şöyle düşünmüşümdür: “Bundan çok şey öğrendim.”

Bu deneyimler, şayet çok şanslıysak temel yapıtaşlarımıza dönüşebilir. Ortaya ne çıkacağıysa taşların nasıl bir araya getirildiğine bağlıdır. Görüş açısı epistemolojisini savunanlar bunu “edinim tezi” [achievement thesis] olarak adlandırır. [Feminist epistemoloji üzerine çalışan] Briana Toole’un açıkladığı şekliyle, kişinin toplumsal yeri onu yalnızca bilebilecek konuma getirir. “Epistemik ayrıcalık” ya da avantajın elde edilmesiyse bu konumdan verilen bilinçli ve planlı bir mücadeleyle olur.

Ezilme deneyiminin bu şekilde sonuçlanmasının kesinlikle mümkün olduğunu teslim ediyorum: Aşağılanma, mahrumiyet ve acılar (Toole’un altını çizdiği gibi, özellikle “bilinç yükseltmek” için verilen kasıtlı ve yapılandırılmış çabalar çerçevesinde) kurucu ve yapıcı bir nitelik kazanabilir. Ancak aynı deneyimler yıkıcılıkla da sonuçlanabilir ve hangisinin daha sık galip geldiği üzerine bir bahis oynayacak olsam, kesinlikle ikincisini seçerdim. [Chicago Üniversitesi’nden felsefeci] Agnes Callard’ın yerinde bir tespitle ifade ettiği gibi, travma (ve beraberinde getirdiği en haklı öfke bile) insana soylu özellikler bahşedebileceği gibi, kolaylıkla yozlaşmasına da sebep olabilir -hatta muhtemelen genelde böyle olur.

Eski deyişin aksine, acı –ezilmeden doğsun ya da doğmasın– kötü bir öğretmendir. Acı çekmek taraflıdır, uzağı göremez ve tamamen kendine dönüktür. Bunun aksini uman bir politikayı sürdürmemeliyiz: Ezilmek, bir tür hazırlık okulu değildir.

Sonuç olarak, hürmet epistemolojisine dair derinden hissettiğim şey, bu pratiğin travmadan veremeyeceği bir şeyi beklediğidir. Yapıcı yaklaşım ne kadar talepkâr olsa da aslında hürmet yaklaşımının talebi çok daha büyük ve adaletsizdir: Topluca paylaşmamız gereken yükleri travmatize olmuş kişilerin omuzlamasını ister. Kendi travmalarıma bakarken aldığım büyük dersleri düşünmüyorum. Zihnimde doğan düşünce, hayatta kalmanın sessiz onuru oluyor. O anların, hikâyemin son bölümünü oluşturmamış oluşu, kendi kendisini anlatan, yeterince güçlü bir gerçek. Bu deneyimlerden bir şey umacaksak, burada olup hâlâ bunları hatırlıyor oluşum kendi başına yeterli olacaktır.

Hürmet epistemolojisi, bizden potansiyelimizin altında hareket etmemizi ister –üstelik bu bizim faydamıza bile değildir. Nick Estes’in yerli halklar politikasıyla ilgili açıkladığı gibi: “Travma politikasının sinsi tarafı, konu ister ırkla ister yerli halkların vatandaşlık ve aidiyet haklarıyla ilgili olsun, sahici insanların sahici mücadelelerini alıp bir incinme konusuna çevirmesidir. Bütün bir halkı sahip oldukları istekler ya da salt insanlıkları yerine, büyük ölçüde yaşadıkları travma üzerinden tanımlar. ”Bu performanstan fayda sağlayan ise yerli halklar değil, “beyaz seyirciler ya da güç sahibi kurumlardır.”

Yazar James Baldwin’in, kendisine en çok acı vermiş olan şeylerin, kendisini “tam da yaşamış ve yaşayan tüm insanlara bağlayan şeyler” olduğunu söyleyişi aklıma geliyor. Hem rastlantısal koşullar hem de şiddet yüzünden neredeyse ölümle burun buruna gelmiş ve çeşitli şiddet biçimlerinin ardından hayatta kalmış oluşum (bunların özellikleri etrafımdakilerden farklılık gösterebilse de), oyun haline getirilmiş toplumsal etkileşimlerde kullanacağım bir kart ya da prestij için verilen savaşlarda çıkaracağım bir silah değil. Grup adına konuşmak, değerlendirme yapmak ya da karar almak için bana özel bir hak sağlayan bir şey de değil. Daha ziyade, beni bu dünyadaki pek çok insana bağlayan kırılganlığımın, somut, deneyimsel bir göstergesi. Diğer insanlarla benim aramda bir duvar değil, bir köprü.

Bu yüzden, uzun bir tartışmanın ardından Helen’in teklifine başka bir öneriyle cevap verdim: Neden birlikte yazmıyoruz?


[I] İng. Reagonomics. 1980’lerde ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından devreye sokulan neoliberal ekonomi politikalarına atıfta bulunuluyor –çev.

[II] Conflict Is Not Abuse: Overstating Harm, Community Responsibility, and the Duty of Repair (2017).


Bu yazı 2020’de The Philosopher dergisinde yayımlanmıştır.

Çeviren: Deniz Gedizlioğlu

Görsel: Max Böhme