"Bu Kimin Heykeli?"
Belma Akçura ile Söyleşi

Geçtiğimiz günlerde Kaldırın Şu Heykeli Buradan adlı kitabınız yayımlandı, kısa bir süre önce de muhalif İngilizler, köle taciri Edward Colston’ın heykelini yıktılar. Bu heykelin bugüne kadar “ayakta kalmasına” üzülmeli miyiz, ya da geç de olsa “kaldırılmasına” sevinmeli miyiz, ben işin içinden çıkamadım. Siz ne dersiniz?

Bu üzülmek ya da sevinmekle açıklanabilecek bir durum değil. Ama şunu söyleyebiliriz.  Sadece İngiltere’de değil, dünyanın birçok yerinde, öğretilmiş resmî tarih yeniden yazılıyor. İlginç olan, ülkelerin geçmiş tarihi, bu heykeller üzerinden sorgulanıyor. Bu heykellerin kırılması, parçalanması ya da yerlerinden sökülüp sağa sola atılması gerekçelendiriliyor; birçok siyasetçinin, askerin, sanatçının, hatta bilim insanının heykelleri ırkçı, ayrımcı, cinsiyetçi ya da tacizci olduğu iddialarıyla yerinden sökülüyor.

Köle tüccarı Edward Colston'ın heykeli yıkılırken izlediyseniz; indirenler, ABD'de polisin ölmeden önce George Floyd'a yaptığına atfen, yere indirdikleri heykelin boynuna dizleriyle bastırdılar. Yani heykeli önce nefessiz bıraktılar, sonra nehre attılar. Neden başka bir heykel değil de Colston? Sorunun yanıtı da bu nedenle önemli. Colston 1600’lü yıllarda seksen bin Afrikalıyı köle olarak satmış bir tüccar ama öğretilen tarih öyle demiyor. O, kiliselere yardımda bulunduğu için hayırsever olarak tarihe adını yazdırıyor. Tarih, yalan ya da saklanan gerçekler üzerinden yazılabilir; ama daima gerçekten yanadır.

Amerika bunu 2015’ten bu yana zaten yapıyor. Trump, iç savaş döneminde köleliği savunan Konfedere Devletler temsilcilerinin heykellerini savunsa da, neredeyse ülke genelinde bu heykeller kaldırıldı. Hâlâ da kaldırılıyor. Düşünün ki bugün bile Amerika’da ırkçılıkla suçlanan yedi yüzün üzerinde kişinin heykeli var.

Sadece İngiltere ve Amerika ile de sınırlı değil. Örneğin, Edward Colston'ın heykeli kaldırıldıktan hemen sonra Belçika’da da II. Leopold’un heykeli kaldırıldı. Ben kitabı yazdığım dönemde, Belçika, 19. yüzyıl modern tarihinin ilk soykırımcısı olarak bilinen Kral Leopold’un heykelinin neden kaldırılmadığı sorusunu Meclis’e taşımıştı. Belçika bu tartışmayı heykelleri kaldırmadan ama kaidelerine “Özgür Kongo Devleti’nde hayatını kaybedenleri üzüntüyle anıyoruz…” yazılı levhalar koyarak çözmeye çalıştı. Fakat bu yetmemiş olmalı ki, Belçika’da başlatılan imza kampanyası sonuç verdi ve tarihin en büyük toplu katliamlarından biriyle hatırlanan Leopold’un heykeli binlerce insanın köleleştirilmesine neden olduğu gerekçesiyle kaldırıldı.  

Heykellerin gündeme geldiği ikinci olaysa memleketimizde yaşandı. Ordu’da Ertuğrul Gazi’nin heykelini dikmek isteyen belediye, bir televizyon dizisinde onu canlandıran Engin Altan Düzyatan’a benzeyen bir heykel dikti. Sonra da apar topar kaldırdı. Haberi duyunca ne hissettiniz? Kitapta bolca anlattığınız “hem trajik hem komik” durumlardan…

Ben Türkiye’de heykel kültürü sorusuna yanıt ararken basına en çok yansıyan ve sorulan sorulardan birinin “Bu kimin heykeli?” sorusu olduğunu fark ettim. Sadece Ertuğrul Gazi’nin değil, belediye, Timur ve Cengiz Han’ın büstlerini de kaldırtmış, "benzemiyor" diye. Kitabımda da bu benzetememe haline konu olacak çok örnek var. Mesela 1980’li yılların sonunda Melih Cevdet Anday’ı arıyorlar. Orhan Veli’nin heykeli dikilecek, bilgi almak için. O da saatlerce Veli’nin bütün karakteristik özelliklerini anlatıyor; Veli şöyle otururdu, böyle giyinirdi diye…  Heykel yapıldı. Ertesi gün gazeteler “Heykeli yapılan bu adam kim?” demek zorunda kaldı. Çünkü Anday’ın anlattığı Orhan Veli’den heykelde eser yoktu. Atatürk de örneğin, kendi heykelini Lenin’e benzettikleri için kaldırdı. Münir Nurettin Selçuk’un heykeli mesela. Oğlu Selim Selçuk, babasının heykelini görünce “Münir Nurettin oldu Al Capone” dedi. Ben bir sanat tarihçisi değilim ama özellikle son yıllarda bizde heykel sanatı şipşak fotoğraf meselesine dönüşmüş görünüyor. Oysa Emil Zola, Rodin’den Balzac’ın heykelini yapmasını istediğinde Rodin, Balzac’ın bütün karakteristik özellikleri üzerine tam sekiz yıl çalışır… Şimdi o esere paha biçilemiyor. Fakat dünyada da bu tartışmalar olmuyor değil. Örneğin İtalya’da da Papa II. Jean Paul’un heykelini Mussolini’ye benzettikleri için kaldırıp yeniden yaptılar.

Saddam deyince aklıma gelen ilk birkaç görüntüden biri, Saddam heykelini yıkmaya çalışan Irak halkının öfke dolu görüntüsü oluyor. Ama bu öfkeli hareketlerin içinde bir şevk de var. Yine, sizin de örnek olarak gösterdiğiniz gibi, Angelopulos’un Ulis’in Bakışı filminde parçalanmış bir Lenin heykelinin gidişine ağlanıyor. Heykelin yok olması “son hamle” olarak algılanıyor, “bu da olduğuna göre her şey bitti” gibi düşünmek bir bakıma. Sahiden heykelin yok edilmesi, yok eden için zaferini ilan etmeyi, heykele duygusal bir yakınlık hisseden içinse yolun sonuna gelindiğini mi ifade ediyor? 

Eğer yıkılan, parçalanan, boynuna ip geçirilip sokaklarda sürüklenen, gözü oyulan, kafası ezilen lider heykellerinden bir sergi açsanız dünya siyaset tarihinin resmîgeçit törenini izler gibi, dünya siyaset tarihinin nereye doğru yol aldığını görebilirsiniz… Her ülkede, bir rejimin yarattığı bir liderin başka bir ülke için ne anlama geldiğini de görebilirsiniz. Örneğin Meksikalılar Aliyev’in heykelinin kaldırılmasını istedi. Gerekçelerinden biri, bağımsızlığı temsil eden, İngiliz sömürgesine karşı duruş sergileyen Gandi heykelinin yanında bu heykelin olmaması gerektiğiydi. Ama aynı Gandi siyahiler için başka bir anlam ifade ediyor. Ganalılar da ırkçı söylemlerini hatırlatarak, “Gandi’nin heykeli üniversitede olamaz” diyerek kaldırdılar. Rejimlerin yarattığı travmalar bunlar. Birinin kahramanı, diğerinin düşmanı ya da haini olabiliyor. Tam da bu nedenle heykelleri, tabuları yıkan ya da her şeyi tabulaştıran, nereye doğru yol aldığı belli olmayan insanlık tarihinin en “canlı” tanığı olarak algılıyorum.  Kitabımda da belirttiğim gibi; geçmişten miras heykellerin günümüz dünyasında nasıl algılandığını, niçin yıkıldığını, parçalandığını ya da kaldırıldığını anlamaya yönelik çabam aynı zamanda toplumların, dünya siyasetinin ya da insanlık tarihinin nasıl bir değişim ya da dönüşüm geçirdiğini anlamak içindi.

Bir de, hayattayken heykeli dikilen insanlar var. “Heykeliyle karşılan insan” mizah yönü de kuvvetli bir film ya da kitap ismi gibi geliyor. Dünya gözüyle heykelini gören insan ne hisseder sizce? Kabul ettiğine göre -en azından itiraz etmediğini göre- bir mutluluk duyar ama, içten içe bir gerginlik de hisseder gibi geliyor bana. Mesela Fenerbahçe’nin Brezilyalı futbolcusu Alex, heykeliyle karşılaştığı an ağlamıştı… Gerçi onun hikâyesi de ilginç, heykelinin dikilmesinin üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra sözleşmesi feshedilmişti. Soruyu şöyle de genişletebiliriz belki: “O an” heykelinin geleceğine dair bir tedirginlik de hisseder mi kişi?

Ne hissedilir bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Heykel, tarihe adını yazdıracak önemdeki şahsiyetleri bir topluma unutturmayan, sonsuzluğu tanımlayan bir mühür gibidir. Fakat günümüzde o devasa görkemli heykeller algısı, yerini artık bir mizaha konu olabilecek, karikatürize edilmiş liderlerin heykellerine bıraktı. Heykelin varoluşunu yeniden yorumlamak gerekiyor belki de, çünkü heykel algısı giderek farklılaşıyor. Örneğin Trump’ın karikatürize edilmiş heykelleri buna en iyi örnek.     

Bir de aslında sanatçının durumu var. Mesela yaptığı Chavez heykelinin bir köprüden sallandırılışını canlı yayında izlemiş midir sanatçı… Tüm bu hikâyenin en “garip” kişileri onlar sanırım…

Bu soruya ben yanıt veremem… Sanatçı değilim ama heykeltıraşların da heykel algısının değiştiğini görebiliyorum. Örneğin, Şaron’un heykelini o komada iken yapan heykeltıraş bunu politik düşünceleri üzerinden yaptığını açıkladı. Berlusconi’nin ölmüş, yumruk yemiş heykellerinde de bunu görebilirsiniz. Paraguaylı heykeltıraş, Latin Amerika’da 20. yüzyılın en uzun süre görevde kalan diktatörü Alfredo Stroessner’in heykelini, kafasını iki taşın arasına sıkıştırılmış, ezilmiş bir şekilde yaptı. Yani heykeller sadece kültürel değerleri ifade etmiyor. Bir sanat eseri olmanın çok ötesinde. O nedenle heykelinin başına gelenlere üzülen heykeltıraşlar olabileceği gibi, heykele konu olan bir siyasetçinin başına gelecekleri bizzat hayal eden, kendi heykelindeki şahsiyeti “kimliksiz” hale getiren heykeltıraşlar da var.

Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla artık her şeyin “parodisi” de daha kolay yapılır oldu. Bu da “yetkili mercilere” ufak da olsa bir otokontrol kazandırdı sanki. “Dur şimdi, dertsiz başımıza dert açmayalım” türü bir otokontrol tabii bu. Artık “heykeli dikilen insan” olmak daha da zorlaştı sanırım değil mi?

Bu dünyada farklı biçimlerde kendisini gösteriyor. Ortadoğu’da, Müslüman ülkelerde zaten kültürel değerler açısından kontrolsüzce yapılan işler var. Örneğin, bizde son dönemde yapılan heykellere bakın, belediyeler sıraya girmiş âdeta. Hepsinde de tartışmaya yol açmayacak tarihî figürleri öne çıkmış görünüyor. Üstelik tarihte yer alan çoğu şahsiyetin gerçekte neye benzediği konusunda net bilgi sahibi bile değiliz… Örneğin Cengiz Han. Kaşları Mr. Spock gibi yukarı doğru mu, düz mü biliyor muyuz? Bazı ülkelerde de heykeli dikilen insan sorun olmuyor da heykelin nereye dikileceği ciddi bir soruna dönüşebiliyor. Örneğin İngiltere’nin, Margaret Thatcher’ın heykeline yer bulamaması gibi ya da Japonya’nın, Güney Kore’nin götürüp büyükelçiliğinin kapısına koyduğu seks kölesi heykeline “buraya koyamazsınız” diyerek ülkeler arasında krize yol açması gibi…

Son olarak, heykele karşı beslenen sevgi ya da nefret başta olmak üzere çeşitli duyguların yoğunluğu ve bu duyguların reaksiyona dönüşme biçimleri, toplumların hiçbir konu üzerinde ortaklaşmadığı kadar evrensel. Yakma, yıkma vs. bu eylemlerin yöneldiği heykel kişisi “olumsuz” bir figür olsa bile, aslında bu eylem biçimleri şiddetle ilgili bir şeyler de söylüyor gibi geliyor bana ve evrensel örnekleri ile karşılaşmak bazen tedirgin edici görünüyor. Hınç ile linçin sadece fonetik olarak değil, kavramsal olarak da yakınlığı... Siz ne düşünüyorsunuz?

Heykeller dünyanın birçok ülkesinde rejimlere karşı yürütülen protestoların, büyük çaplı gösterilerin odağına oturan bir “araç” oldu. Tarihini sorgulayanların ırkçı, sömürgeci, cinsiyetçi kimliklere, dikta rejimlerinin vücut bulmuş haline simgesel anlamda karşı çıkışının aracı… Bazı ülkelerde hınç ve linç kültürünü de beraberinde getiriyor. Örneğin Kristof Kolomb. Biz onu Amerika’yı keşfeden bir gezgin kâşif olarak biliriz değil mi? Ama Venezuela’da öyle değil. Heykelinin üzerine çıkıp önce sanal bir mahkeme kurdular. İdama mahkûm ettiler, boynuna ip dolayıp meydanlarda sürüklediler. Bunu yerlilerin Direniş Günü’nde yaptılar. Çünkü o, ülkelerini yağmalayan, soykırım yapan bir sömürgeciydi.