“Türkiye’de siyasal, toplumsal ve iktisadi muhalefeti bu ‘tencere-iktidar’ ilişkisi konusunda fazla iyimser buluyorum”
Emre Özçelik ile Söyleşi (I)

Hocam önce biraz kendinizi tanıtmanızı istesem?

Önce teşekkür etmek isterim. Yaklaşık olarak yarım asırlık insanım, çeyrek asırlık akademisyenim. Bana “Sizinle söyleşi yapmak istiyoruz, ne dersiniz?” diye soran pek olmaz. Daha önce bir kez böyle bir taleple karşılaşmıştım; BirGün gazetesine bir söyleşi vermiştim.[1] Siz ikinci oldunuz, teşekkür ederim. İnsanın gururu okşanıyor tabii. Ama “Allah Allah” da diyorsun, “Ben birtakım konularda fikri merak edilecek birisi miyim?” Bunu baştan şunun için söylüyorum: Ben hiçbir sosyal bilim alanının uzmanı değilim aslında. Gayet “yerli ve millî” bir akademisyenim; lisans, yüksek lisans ve doktora olmak üzere ODTÜ-İktisat’tan üç diplomam var, ama kendimi pek de iktisatçı olarak yetiştirmedim, görmedim. Soran olursa, “Siyasal iktisatla, kalkınma meseleleriyle ilgiliyim,” deyip geçiştiririm. Bu iki alanda da uzmanlık iddiam yok, doğrusu.

Hani Ahmet Mithat Efendi’nin (1844-1912) “Oğlum sana söylüyorum, Osmanlı aydını sen anla” yollu meşhur bir öğüdü vardır. Der ki: Osmanlı’nın o devirdeki durumunu anlamak için eksik gedik de olsa her şeyi öğrenmeye, bilmeye çalışmak lazımdır, ama ileride uzmanlaşma daha kıymetli olacaktır. İleride “her şeyi” eksik gedik değil, “bir şeyi” tastamam bilmek önem kazanacaktır. Yani mealen der ki: Oğlum! Şimdi her şeyi öğrenmeyi, bilmeyi tavsiye ediyorum, ama sen kendi oğluna uzmanlaşmayı tavsiye et. Velhasıl “yazı makinası” lakaplı büyüğümüz, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki müstakbel torunlarına uzmanlaşmalarını öğütlemiş. İşte ben Ahmet Mithat Efendi’nin dede nasihati dinlememiş bir torunuyum galiba.

“Tencere iktidarı götürür,” diye bir laf var malum. Ekonominin bozulduğu zamanlar, bunun siyasal alana yansımasını tarif eden bir cümle. Siyasal alana yansıması çok konuşuluyor ancak siyasal alanın hangi tercihlerinin ekonomiyi “bozduğu” konusunda kafalar biraz karışık gibime geliyor. Ekonomiyi hangi tercihlerin kötüleştirdiğine geçmeden önce, ekonominin kötüleşmesinden neyi anlamalıyız? Yani bahsedilen krizden neyi anlamalıyız; siz nasıl tanımlarsınız krizi?

Önce bu “tencere-iktidar” konusunu konuşalım mı biraz? “Tencere iktidarı götürür” sözüne dair geniş bir literatür var aslında. Gök kubbenin altında literatürü olmayan bir konu var mı acaba? “İktisadi oy verme” (economic voting) diye bilinen bir literatür bu. İşte, ekonomi iyi gidiyorsa seçmen sandıkta iktidarı ödüllendirir, kötü gidiyorsa cezalandırır. Basit, mantıklı, sezgisel olarak da saptanabilecek bir ilişki bu. Fakat literatürün dallanıp budaklandığı, can sıkıcı hale gelebildiği bağlamlar var. Örneğin, tencere-iktidar arasındaki ilişkinin beklendiği gibi oluşmasına mani olabilecek durumlar, koşullar var mıdır? Örneğin, seçimden iki-üç sene önce ekonomi çok kötüyken seçime bir yıl kala bir toparlanma başlarsa seçmen iki-üç sene önceyi mi daha baskın olarak hatırlar, yoksa son bir yılı mı? Seçmenin geçmişe bakışı yeterince geniş midir, yoksa uzak ve kötü geçmişi kolay unutup yakın ve iyi geçmişe odaklanarak mı oy verir? Rekabetçi-otoriter/popülist rejimlerde bu ilişki nasıl seyreder? Bunlar önemli sorular ve çeşitli dönemleri, ülkeleri, ülke gruplarını içeren türlü türlü çalışma var. Literatürdeki bulgular genellikle tencere-iktidar ilişkisinin önemli ve belirgin olduğuna işaret ediyor olabilir, ama kayıtsız-şartsız bir mutabakat var mı, emin değilim.

Siz şimdi bahsi buradan açınca, bir iki sene önce okuduğum, “tencere-iktidar” konusuyla ilgili bir yazı aklıma geldi. Dünyada otoriter/popülist eğilimlerin yükseldiği ve çok tartışıldığı bir devrede, The Economist dergisinde çıkmış, akademik literatüre de değinen bir yazıydı.[2] Yazıda özetle diyor ki tencere-iktidar ilişkisi günümüzde eskisi kadar belirgin olmayabilir. Kimlik ve kültür meseleleri de son yıllarda önem kazandı; seçmenler ekonomik performansa doğrudan odaklanmak yerine, ekonominin kendi kimliklerini nasıl etkilediğine bakarak oy vermeye başlamış olabilirler. Bu ihtimali es geçmemekte yarar var.

İktidara muhalifseniz ve ekonomi kötü gidiyorsa, “tencere-iktidar” ilişkisinde kayıtsız-şartsız ve güçlü bir nedenselliğe inanmak isteyebilirsiniz. Ama özellikle Türkiye gibi son yıllarda çok enteresan ve tuhaf bir vakaya dönüşen bir ülkede o nedenselliğin güçlülük düzeyi, tarihî eğilimden hızla ve önemli ölçüde sapabilir. Bir ihtimaldir bu. Bana öyle geliyor ki o nedenselliğin “kayıtları ve şartları” üzerinde daha çok kafa yormalıyız.

Mesela, rekabetçi-otoriter bir ülkede “iktisadi oy verme” ve “medya etkisi” konularına birlikte bakan bir çalışmadan bir süre önce haberim olmuştu.[3] O çalışmada incelenen rekabetçi-otoriter ülke Türkiye olduğu için konu bizim için daha ilginç hale geliyor. Alper Yağcı ve Cem Oyvat’ın o çalışmalarında önemli bulgular var. Birincisi, Türkiye’de iktidar medyası iktidar seçmeninin ekonomik performans algısını pekâlâ yönlendirebiliyor. İkincisi, iktidar medyasını takip eden seçmen, kendi aile ekonomisinde krizi hissetse bile ülke ekonomisinin pek de fena durumda olmadığına inanabiliyor. Dahası ve bence en önemlisi, seçmen ekonomik performansı nasıl algılıyor olursa olsun, iktidar değişikliğinin ekonomiyi daha da kötüleştireceğine kanaat getirdiği için seçimde statükoyu, yani iktidarı desteklemeye yatkın olabiliyor. Bu sonuçları hem siyasal muhalefetin, hem toplumsal muhalefetin, hem de iktisadi muhalefetin ciddiye alması iyi olur bence.

Bu “tencere-iktidar” konusunda Türkiye üzerine yapılmış başka çalışmalar da var mı?

Var. Hem de çok. Mülkiye’den Tuncer Bulutay, ta 1960’ların sonunda, 1970’lerin başında bu konuyla ilgili bir-iki yazı yazmış. Türkiye’de “iktisadi oy verme” konusuna ilk eğilenlerden biri, Tuncer Hoca galiba. Tabii sonraki dönemlerde, daha yakın geçmişte yapılmış çok sayıda çalışma da var. Bu konuyla ilgilenmiş, akla ilk gelen isimler şunlar mesela: Ali Akarca, Cem Başlevent, Ali Çarkoğlu, Yılmaz Esmer, Ersin Kalaycıoğlu; başkaları da vardır mutlaka. Benim ucundan kıyısından, “hobi” gibi ilgilendiğim bir alan bu. Anlayabildiğim kadarıyla, Türkiye üzerine yapılmış çalışmalarda ekonomik gidişatın iktidar partisinin oy oranı üzerinde belirgin bir etkisi olduğu bulundu genellikle. Ekonomi-dışı faktörler de etkili olabiliyor, ama ekonomik faktörlerin etkisi genellikle beklendiği gibi ve önemli. Yani kötü ekonomik performans, iktidarı sandıkta cezalandırmak için belirgin bir sebep olarak karşımıza çıkıyor. Tarihsel olarak, Türkiye’de seçmenin ekonomik performansa epeyce duyarlı olduğuna dair genel bir bulgunun varlığından söz edebiliriz, sanırım.

Fakat benim merak ettiğim şu: Eskiden beri var olan bu güçlü ilişki son yıllarda, özellikle de 2016 darbe girişiminden sonra zayıflamış, aşınmış olabilir mi? Şimdi siz benimle söyleşiyorsunuz, ama ben de bu konuda, bahsettiğim uzmanlarla söyleşmek isterdim. Yaklaşık olarak 2012’den, 2013’ten itibaren, hem siyasal hem de iktisadi gidişat bakımından ülkenin çivisi çıkmaya başladı gibi geliyor bana. Çivisi çıkmaya başlayan bir ülkede, eskiden güçlü olan birtakım nedensellik ilişkileri pekâlâ zayıflayabilir, aşınabilir, hatta ortadan kalkabilir. Yani eskiden beri ekonomik performans iktidar partisinin oy oranını etkilemede başat bir faktördü ülkemizde, tamam. Ama çivisi çıkmış bir ülkede sosyokültürel kutuplaşmanın yükselişi, kimlikler-arası husumetin büyümesi, otoriterliğin ve popülizmin pekişmesi, ahbap-çavuş ekonomisinin kriz durumunda bile kendi çarklarını döndürmeyi sürdürebilmesi vesaire derken, aslında literatürdeki eski ve güçlü bulgular bugün, yani 2020’lerin bu ilk yıllarında artık eskisi kadar güçlü olmayabilir mi acaba? Şimdilerde, güncel anket sonuçları sorduğum bu soruyu “Bulgular hâlâ güçlü görünüyor” diye yanıtlamamıza yol açabilir. Ama bahsettiğim “çivisi çıkmış olma” koşullarında anket sonuçlarına ne ölçüde itimat etmeliyiz?

Tamamen sezgisel olan şu görüşümü belirtmeme izin verin: Türkiye’de siyasal, toplumsal ve iktisadi muhalefeti bu “tencere-iktidar” ilişkisi konusunda fazla iyimser buluyorum. Cari muhalefette, ekonominin bozulmasının iktidarı neredeyse otomatik olarak düşüreceğine dair yaygın bir iyimserlik gözlemliyorum. O iyimserlik yeterince mesnetli mi? Bilemiyorum. Kuşkularım var. Bu, kendi başına, ayrı bir söyleşi konusu aslında. Bunu, konunun uzmanlarıyla derinlemesine konuşmakta bence büyük yarar var. Ben burada, duyduğum kuşkunun zannedildiğinden daha anlamlı ve önemli olabileceğini düşündüğümü belirtmekle yetineyim. Söyleşinin devamında bu kuşkumu belki biraz açabilirim. 

Ekonominin kötüleşmesinden, bahsedilen krizden neyi anlamalıyız peki?

Ekonomik kriz denince akla ilk gelen, enflasyondan arındırılmış ekonomik büyüme oranına bakmak. Reel büyüme oranı, yani. Ona baktığımızda 2020’de istisnai bir başarıya imza atmış gibiyiz; küresel salgın hastalık ortamında belli başlı ülke ekonomileri küçülürken biz pozitif büyüme kaydettik. Üstelik 2021 büyüme oranımız da belki çift basamaklı çıkacak, çok yüksek olacak yani. “Popülist” olarak nitelenen liderlerin bazı ortak özellikleri var, malum. O benzer yönlerden biri de iktisadi göstergeler arasında en çok ekonomik büyümeyi önemsemeleri. Az önce konuştuğumuz “tencere-iktidar” literatüründe en yaygın kullanılan ekonomik performans göstergelerinden biri de büyüme zaten. Popülist liderlerin en çok büyümeyi önemsemesinde bir hikmet olmalı. Neden? Çünkü iktisadi popülizm, birçok durumda, kesintisiz ekonomik büyümeye dayalı bir “yeniden dağıtım” (redistribution) mekanizmasının tesis edilmesi anlamına gelebiliyor.

Mesela bir popülist lider ve ekibi, reel ekonomik büyümeden kimin, ne kadar ve nasıl pay alacağını belirlemede giderek ustalaşabilir. Seçmenin “biz” ve “onlar” diye iki ana grupta kategorize edildiği popülist zihniyette, kendi destekçilerini korumaya, kollamaya yönelik “yeniden dağıtım” mekanizmaları büyük önem kazanabilir. Sadece ahbap-çavuş sermayedarları değil, aynı zamanda parti üyelerini ve geniş seçmen tabanını kayırmak, iktisadi popülizmin belirgin bir yönü olarak tezahür edebilir. Ama bu kayırma süreçlerinin devamlılığı herhalde her şeyden önce ekonomik büyümenin “öyle ya da böyle” sürdürülmesine bağlı. “Öyle ya da böyle” ne demek? Ekonomik büyüme uğruna diğer bazı önemli göstergeleri göz ardı etmek demek. Mesela yerli paranın rezerv paralara karşı hızla değer kazanmasını veya kaybetmesini, yani kur istikrarsızlığını umursamamak. Mesela enflasyon oranındaki ve enflasyon beklentilerindeki hızlı yükselişi önemsememek. Mesela mali ve finansal dengelerin bozulmasına göz yummak. Bu konuda bugün artık bir klasik sayılan, 1991’de yayımlanmış ve Latin Amerika vakalarına odaklanan bir derlemede, iktisadi popülizm tam da böyle tanımlanmıştı.[4] Yani iktisadi popülizm; bir yandan ekonomik büyümeye ve gelirin yeniden dağıtımına en yüksek önceliği veren, diğer yandan da enflasyonu, çeşitli makroiktisadi açıkları, dış kısıtları ve piyasayla uyumsuz agresif politikalara ekonomik aktörlerin verdikleri tepkileri umursamayan bir iktisadi zihniyeti yansıtır. İktisadi popülizmin ana vatanı Latin Amerika sayılabilir, ama çok partili siyasal sisteme geçişten itibaren Türkiye de –belki belirli kısa dönemlerin dışında– iktisadi popülizmin ana mecralarından biri olageldi hep. 

Yani iktisadi popülizmi, esasen, bazı temel sorunlara göz yummaya dayanan bir ekonomik büyüme takıntısı gibi düşünebiliriz, öyle mi?   

Evet düşünebiliriz, sanırım. Peki, popülist bir lider ve ekibi, örneğin kur istikrarsızlığını, fiyat istikrarsızlığını ve finansal istikrarsızlığı niçin göz yumulabilir sorunlar olarak görme eğilimindedir? Çünkü bu sorunlarla mücadele, bazı durumlarda, ekonomik büyümeden feragat etmek anlamına gelir. Fakat bir de rekabetçi-otoriter bir rejim söz konusuysa, üstelik seçim de yaklaşıyorsa, popülist zihniyet ekonomik büyümeden feragat etmeyi, kayırmacı “yeniden dağıtım” sürecini aksatacağı veya durduracağı için hiç uygun bulmayabilir. Diğer göstergeleri düzeltmek için ekonomiyi soğutmanın, yani büyümeden feragat etmenin zaruri olduğu durumlarda bile, bunu tercih etmek istemeyebilir popülistler. Çünkü o tercihin seçim sandığında başarısızlıkla sonuçlanacağını düşünürler.   

Hatırlarsanız, Turgut Özal bile diğer göstergelerin bozulması pahasına bayılırdı ekonomik büyümeye. “Bile” diyorum çünkü rahmetli, Türkiye’de liberal ekonomiyi kuran, Türkiye’yi dünyaya açan başkahraman olarak yâd edilir genellikle. Ama aynı zamanda ülke tarihinin büyük popülistlerinden biri olduğu pek hatırlanmaz. Ekonomik büyüme uğruna diğer makroiktisadi göstergelerin bozulmasına göz yuman; enflasyonu ve mali dengeleri önemsemeyen; kimi kararları alırken meclis denetiminden, yasal normlardan ve demokratik süreçlerden sakınan; başkanlık sistemine özlem duyan bir siyasetçiydi Özal. Ziya Öniş’in 2004’te yayımlanmış güzel bir makalesi vardır, Özal’a ve ekonomik mirasına dair.[5] Ziya Hoca’nın o makalesini, ülkemizde liberal ekonominin hangi “başlangıç koşulları” altında kurulduğunu nesnel bir çerçevede ve daha iyi anlamak isteyenlere öneririm. O başlangıç koşullarının ülke ekonomisinin evrimini günümüze değin nasıl etkilemiş olabileceği üzerinde düşünmemiz lazım. Başlangıç koşulları, patika bağımlılığı gibi konular, bana sorarsanız, çok önemli meseleler, ama konuyu dağıtmayayım şimdi.

Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ı rekabetçi-otoriter ve popülist bir lider olarak görebilir miyiz peki?

Neredeyse tüm dünya öyle görmüyor mu zaten? Özal’ın başkanlık sistemi hayalini gerçekleştirmek Erdoğan’a nasip oldu, malum. 2020’deki istisnai ve 2021’deki müthiş reel büyüme performanslarımızı da kendisine borçluyuz elbette. Ama ülkeleri gelir düzeylerine göre kategorize etmekte kullanılan, cari fiyatlarla dolar cinsinden kişi başına gelir 2014’ten bu yana sürekli geriledi ve 2020’de 2009 değerinin altına düştü, onu ne yapacağız? Vaktiyle üç katına çıkardık diye övünülen o gösterge, son yedi yıldır kesintisiz düştü; 2013’te 12.500 dolar civarındaydı, 2020’de 8.600 dolar civarına gerilemiş durumda. Geçtiğimiz yedi yıllık zaman zarfında, 2013 düzeyini biraz, ama gerçekten çok az yükseltmiş olabilseydik, bugün Dünya Bankası’nın üst-orta gelir grubu kategorisinden yüksek gelir grubundaki gelişmiş ülkeler ligine çıkmayı başardığımızı konuşuyor olacaktık (Banka’nın Temmuz 2021 güncellemesine göre, kişi başı geliri 12.695 doların üstünde olan ülkeler yüksek gelir grubunda kategorize ediliyor). Dolar cinsinden, cari fiyatlı bu göstergeyi vaktiyle (aslında uygunsuz biçimde) övünmek için ballandıra ballandıra kullandıysanız, şimdi de özeleştiri yapmanız tutarlı olur.

Öte yandan, enflasyon oranımız belli başlı ülkelere göre anormal yüksek, onu ne yapacağız? Türk lirasının rezerv paralara karşı değer kaybı dur durak bilmediği için döviz cinsinden dış borçların TL değeri sürekli artıyor; hem yurtiçi talebe yönelik üretimde, hem de ihraç malları üretiminde oldukça çok kullandığımız ithal girdilerin ve ara malların maliyeti sürekli yükseliyor. Merkez Bankası’nın politika faiz oranı enflasyon oranının 5 puan altında ve kamu bankaları üzerinden birtakım cevval hamlelerle piyasa faizlerinin de enflasyon oranının ve enflasyon beklentilerinin altına düşmesini sağlamaya çalışıyoruz galiba. Merkez Bankası’nın itimat telkin etme kabiliyeti, ardı arkası kesilmeyen siyasal müdahaleler nedeniyle tamamen yitirilmiş durumda. Ekonomiyi düzeltmek için ekonomiyi soğutmamızın gerektiği bir evrede, ekonomik büyümeyi sürdürmek uğruna kur istikrarını, fiyat istikrarını ve finansal istikrarı umursamayışın ders kitabı örneklerini dünyaya cömertçe sunuyoruz âdeta. Öte yandan, devletin mali imkânı olduğu hâlde yurttaşlar salgında pek çok ülkeye nazaran bütçe üzerinden yeterince desteklenmedi; bunu IMF’nin 2021 Fiscal Monitor raporundaki verilerden gözlemlemek mümkün. Türkiye salgın koşullarında sıkı bütçe politikası uygulayan istisnai bir ülke oldu. Muhtemelen, bütçe kaynakları yakın gelecekte seçim ekonomisi uygulamak üzere saklandı. Kredi genişlemesine dayalı, orta/uzun vadede sürdürülemez olduğu besbelli bir büyüme politikası uyarınca insanlar borçlanmaya sevk edildi...

Tüm bunlar can sıkıcı konular. Bahsedilen krizden neyi anlamalıyız diye soruyorsunuz ya, işte tüm bunları anlamalıyız herhalde. Bir de bunlar yetmezmiş gibi, 128 milyar dolar nerede!

Sahi, 128 milyar dolar nerede?

Can sıkıcı konuları say say bitmez. Türlü türlü “kurumsal gerileme” vakasını, demokratik açığın gün be gün büyümesini, ahbap-çavuş kapitalizmi denen illettin “yeni normal” oluşunu düşündükçe insan ülkesi için kederleniyor gerçekten. Ama bu “128 milyar dolar” hadisesi başlı başına çok hazin, çok ürkünç bir konu.

Çarçur edilen bu para, Merkez Bankası’nın döviz rezervleriydi, malum. Biz, biliyorsunuz, 2001’de dalgalı, yani esnek döviz kuru sistemine geçtik. Bu 128 milyar dolar rezerv bir iki sene evvel, kısa bir sürede tüketilirken de esnek kur sistemindeydik. Hâlâ da o sistemdeyiz. Aslında klasik ders kitabında, esnek döviz kuru sisteminde çok yüksek miktarda rezerv tutmaya gerek yok, diye yazardı. Yüksek miktarda rezerv tutmak, sabit döviz kuru sisteminde önemliydi. Çünkü o durumda Merkez Bankası kuru sabitlediği düzeyde savunmakla mükellef. O sistemde Merkez Bankası’nın bol rezervi bulunacak ki ekonomik aktörlerin döviz ihtiyacı hasıl oldukça, önceden belirlenmiş o sabit kurdan döviz aktarabilsin. Esnek kur sisteminde ise Merkez Bankası’nın böyle bir görevi yok. Kur piyasada belirlenecek, alan alacak, satan satacak işte. Öyle olunca da Merkez Bankası’nın esnek kur sisteminde çok yüksek miktarda rezerv tutması o kadar gerekli değil, kâğıt üstünde, klasik ders kitabında. O kadar parayı Merkez Bankası’nda âtıl olarak tutacağına birtakım yatırım alanlarında değerlendirebilirsin; işte bu da esnek kur sisteminin bir avantajıdır diye anlatılırdı. Fakat dünyada 1990’larda ivmelenen finansal genişleme ve 1990’ların sonundaki Asya finansal kriziyle birlikte, kur sistemi esnek de olsa, Merkez Bankalarının bir ihtiyat sinyali olarak yüksek rezerv tutmaları gerektiğine dair bir kanaat oluştu, çünkü kırılganlık ölçütlerini belirlemede “rezervlerin dış borca oranı” gibi rezerv bazlı göstergeler giderek daha çok önemsenmeye başladı. Çok rezerv tutuyorsan dış borcunun yüksekliği çok mühim bir sorun olmayabilir gibi bir yaklaşım bu. Fakat burada, bana sorarsanız, dünya finansal sisteminin bu son yirmi-otuz yıldaki gelişim eğilimi ile klasik ders kitabında anlatılan konu arasında bir çelişki ortaya çıkmış oldu. Hani esnek kur sisteminde Merkez Bankamızın yüksek miktarda rezerv tutmasına gerek kalmayacaktı? Hani esnek kur rejiminde ülkeye döviz girdikçe o kadar parayı Merkez Bankası’nda âtıl olarak tutacağımıza yatırımlarda değerlendirme imkânı bulabilecektik? Velhasıl, önce finansal kapitalizmin kendisi klasik ders kitabıyla çelişmeye başlamış oldu. Buna, “Ne yapalım, finansal sistem öyle evrildi,” deyip geçebilir miyiz, bilmem. Burada, denetimsiz sermaye hareketleri rejimi altında finans kapitalin kendi önceliklerini dayatmasıyla ilgili bir mesele var herhalde.

Neyse, koskoca finansal kapitalizm klasik ders kitabıyla çelişmeye başlar da bizim iktidar durur mu? 2010’ların ortalarından itibaren iktidarımız kendi iktisat teorilerini üretmeye başladı. Faiz-sebep-enflasyon-netice (FSEN) teorisi bu katkıların en iyi bilineni. Ama onun uzantısı olan ve pek de bilmediğimiz iki teorileri daha varmış meğerse. Bir aşamada diyorlar ki, tamam faizi düşük tutacağız, o cepte. Ama o zaman da kur ve enflasyon yükseliyor, onları düşük tutmak için ne yapalım? Faizi yükseltmek yasak olduğuna göre, geriye bir tek çare kalıyor, piyasaya ha bire döviz, yani rezerv satmak. İcat ettikleri ikinci teori bu işte. Rezerv-sat-kuru-tut (RSKT) teorisi, diyelim. Kuru böyle tutunca, faizi yükseltmeden enflasyonu da dizginlemiş olacaksın galiba, bu hesaba göre. 128 milyar doları buharlaştıran, bu RSKT teorisi işte. Günümüz dünyasının finansal işleyişi uyarınca, Türkiye gibi kırk türlü siyasal-iktisadi sorunu/riski olan bir ülkede, faizi yükseltmeyip salt rezerv yakarak kurun ilanihaye tutulamayacağını, Bitcoin meraklısı liseli gençler bile biliyordur belki. “128 milyar dolar” hadisesinin başlı başına çok hazin, çok ürkünç olduğunu söylerken, bunu kastediyorum.

Sonra araya kısa bir Naci Ağbal evresi girdi. Hah dedik, hatalarından ders aldılar herhalde. Almamışlar meğerse. FSEN teorisini geçtiğimiz eylülde 100 baz puan, ekimde 200 baz puan ve en son kasımda 100 baz puan faiz indirimi olarak tekrar devreye soktular. Şimdi diyorlar ki RSKT teorisini uygulayacak rezerv yok, ne yapalım? “Mutada inkıyat” ile diyorlar ki yeni bir teori icat etmek lazım. Bu kez de “cari-fazla-her-derde-deva” (CFHDD) teorisini icat ediverdiler: Madem ülkeye ödemeler dengesinin finans hesabı kanalıyla yabancı sermaye girmiyor, o zaman cari işlemler hesabı kanalıyla net döviz girişi sağlayalım. Nasıl? Yüksek kur rekabet gücümüzü artırsın, ithalat düşsün, ihracat artsın, cari fazla verelim, böylece ülkeye bol döviz girer. Döviz bolluğu kuru düşürür, düşük kur da enflasyonu. Sen sağ, ben selamet!

Bu yeni teori de işe yaramaz herhalde, öyle mi?     

Hangi işe yaramaz? Önce bunu sormalıyız galiba. Ekonominin düzelmesine yarar mı? Yaramaz.

Peki, iktidarın işine yarar mı? Belki yarar. Yaramaz diyemiyorum ben. İktidarın işi ne? Giderek büyüyen makroiktisadi ve finansal maliyetleri yarına ertelemeden, ötelemeden ekonomiyi bir an önce düzeltmek mi, yoksa seçime kadar ekonomik büyümeyi “öyle ya da böyle” sürdürmek mi? Eğer iktidarın işi, asıl derdi ikincisiyse, mevcut politika belki o işe yarayabilir. Pek çok iktisatçı diyor ki o işe de yaramaz. Haklı olabilirler. Ben yanılıyor olabilirim. Ama bana yine de, bir ihtimal, o işe yarayabilir gibi geliyor. Bu konuya az sonra dönelim mutlaka. Ama asıl sorunuzun yanıtını tamamlayayım izninizle.

Bahsedilen krizden neyi anlamalıyız? Ekonomik krizde miyiz? Ekonomik krizde değiliz gibi görünüyor; ekonomi “öyle ya da böyle” büyüyor işte. Üstelik 2021 büyümesi çok yüksek gelecek, yüzde 9, belki 10. Fakat tüm bu konuştuklarımızı ne yapacağız? Fiyat istikrarı yok, finansal istikrar yok, kur istikrarı yok. Olsun, yeter ki ekonomik büyüme sürsün! Bana sorarsanız, yaklaşık bir sene önce Instagram’dan istifasını veren Berat Albayrak’ın belirttiği gibi, “at izi it izine karışmış” gibi görünüyor hakikaten. Berat Bey’i öngörülü istifasından dolayı tebrik mi etmeliyiz acaba? Onun istifasını tetikleyerek Merkez Bankası’nın başına geçen, piyasa dostu ve rasyonel Naci Ağbal’ın beş ay gibi kısa bir sürede görevden alınması niçin tercih edildi peki? Bu “tercih” meselesiyle ilgili bir soru sormuştunuz, onun üzerinden devam edelim mi? 


[1] “Dönüşümü virüs değil örgütlülük sağlar”, BirGün, 6 Mayıs 2020, https://www.birgun.net/haber/donusumu-virus-degil-orgutluluk-saglar-299773

[2] “Does the economy affect elections any more?”, The Economist, 28 Kasım 2019, https://www.economist.com/finance-and-economics/2019/11/28/does-the-economy-affect-elections-any-more

[3] Yagci, Alper ve Oyvat, Cem (2018), “Economic Voting and Media Influence in a Competitive Authoritarian Setting: Evidence from Turkey”, Working Paper, https://doi.org/10.2139/ssrn.3295038.

[4] Dornbusch, R. ve Edwards, S. (1991), The Macroeconomics of Populism in Latin America, University of Chicago Press.

[5] Öniş, Ziya (2004), “Turgut Özal and his Economic Legacy: Turkish Neo-Liberalism in Critical Perspective”, Middle Eastern Studies (Vol. 40, No. 4), s. 113-134.