Guatemala’da Yıkılası Bir Heykel

Uzaklarda bir noktaya kilitlenmiş muzaffer bakışları, başkalarının göremediği bir hedefi vurmaya niyetli olduğunu sezdiren dimdik, mağrur duruşu ve tek eliyle kavradığı İncil’i ile dünyayı aydınlatmaya hazır bir beyaz adam heykeli daha… Bu haliyle yeterince etkili bir efendi imajı uyandırmadığından olsa gerek, yardıma muhtaç bir yerli figürü eklenerek tamamlanmış karizması. Sanki kendi inancı yokmuş gibi İncil’e sarılmış, sanki kendisini koruyamazmış ve hep bir kurtarıcı beklemiş gibi diz çökmüş bir yerli ile…

Guatemala’nın başkenti Guatemala City’de, şehir merkezindeki Santo Domingo Kilisesi’nin bahçesinde tüm heybetiyle dikilen bu heykel, 1510’da İspanyol sömürgeciliği altındaki topraklara atanan ilk papaz olan Bartolomé de las Casas’a ait. On yıl önce, yağmurlu bir kasım gününde karşılaştım onunla. 2010’da, “yerlilerin ruhani lideri” olarak anılan Las Casas üzerine araştırma yapmak için altı aylığına Meksika’ya gitmiştim. Oradaki danışmanım Ricardo Méndez-Silva, Las Casas’ın mirasını tartışmak için 1990’dan bu yana düzenlenen bir uluslararası konferans dizisinin (Jornadas Lascasianas Internacionales) o yıl Guatemala’da olacağını ve mutlaka gitmem gerektiğini söylemişti. O zamanlar Las Casas’la ilgili çelişkili düşüncelerim vardı; söz konusu olan, ömrünü yerli haklarının korunmasına adamış bir rahipti, ancak aynı rahip, yerliler yerine plantasyonlarda Afrikalıların çalıştırılması için köle ticaretini desteklemişti. Yine de danışmanım Ricardo gibi birçok Latin Amerikalı akademisyen, Las Casas’ın sadece gençken, kısa bir süreliğine bunu savunduğunu ve ömrü boyunca bu hatasından dolayı pişmanlık duyduğunu söylüyor, onu hatalarıyla değil, yerli mücadelesine kazandırdıklarıyla anmamız gerektiğini düşünüyordu. Guatemala’daki konferans, tam da Las Casas adına dilenmiş bir özür gibiydi: “Latin Amerika’nın kültürlerine Afrikalıların katkıları”[1] başlığını taşıyor ve ülkenin doğusunda, Belize sınırındaki küçük bir kasabada, sadece Afrika kökenli Garífuna halkının yaşadığı, âdeta küçük bir Afrika olan Livingston’da düzenleniyordu. Guatemala yolculuğu, gerçekten de Las Casas üzerine düşüncelerimin netleşmesini sağladı. Ancak Ricardo’nun öngördüğü gibi değil! Daha başkentteki ilk günümde sürpriz bir şekilde karşıma çıkan heykel, gün gibi aşikâr olsa da göremediğim gerçeğin kucağına düşürmüştü beni: Kolomb’un ardından bu topraklara akın etmiş her İspanyol gibi Las Casas da bir sömürgeciydi ve aradan geçen beş yüz yılın ardından hâlâ dimdik ayakta duruyordu.

Yerlilerin ruhu var mı?

Her şey bir vaazla başladı: “Bu adanın çöllerinde, ben İsa Mesih’in sesiyim. Ve sizler ölümcül bir günah içindesiniz!”

İspanyol rahip Antonio de Montesinos, 21 Aralık 1511’de, Hispaniola’da (bugün Dominik Cumhuriyeti ve Haiti’nin yer aldığı ada) sömürgeci millettaşlarına böyle seslenmiş ve yerlilere ettikleri eziyetten dolayı onları kutsamayı reddetmişti. Dinleyenler arasında kendisi gibi Dominiken tarikatına mensup, genç bir rahip daha vardı. Las Casas, o vaazdan sonra, yerlilerin gördüğü zulüm karşında daha fazla sessiz kalamayacağını anlamıştı. Sonraki yıllar boyunca İspanya’ya gidip gelerek yerlilerin korunması için kraliyetin desteğini kazanmaya çalışan Las Casas, 1514’te encomienda (İspanyolların yerlileri zorla çalıştırmasını sağlayan kölecilik sistemi) payından vazgeçerek kendini yerlilerin haklarını savunmaya adadı. 1542’de, 28 yıllık çabası sonuç verdi ve İspanya Kralı Şarlken’e sunduğu raporla, köleliğe son verilmesini ve encomiendanın sınırlandırılmasını öngören Yeni Yasalar’ın (Leyes Nuevas) çıkarılmasını sağladı. Türkçeye Yerlilerin Gözyaşları: Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi  (İmge, 2009) olarak çevrilen rapor,  İspanyolların yaptığı kıyımı tüm dehşetiyle ortaya koyuyordu. Las Casas’ın tahminlerine göre, İspanyollar gelmeden önce Hispaniola’da üç milyona yakın yerli vardı ancak İspanyolların adadaki 50. yılında geriye sadece 300 yerli kalmıştı.  

Yerlileri ilk kez gördüğünde, Las Casas henüz sekiz yaşındaydı. Kristof Kolomb’un 31 Mart 1493’te Karayip adalarından getirdiği yedi Taino yerlisiyle birlikte Sevilla’ya ulaşmasının ardından,[2] yerliler, rengârenk kuş motifli kıyafetler içerisinde, şaşaalı bir geçit töreniyle Sevillalılara teşhir edilmişti. Belki de, doğduğu kentin sokaklarında tanık olduğu bu manzara yüzünden, Las Casas yerlilerle hiçbir zaman eşitlikçi bir ilişki kurmayı başaramadı. Yerlilerle İspanyolların aynı haklara sahip olması gerektiğini savunurken bile, onlara hep yukarıdan, bir kurtarıcı gözüyle baktı. Yerlileri “keşfedilen” nesnelere dönüştüren sömürgeci zihniyet, Las Casas’ın yerli haklarını savunmak için geliştirdiği kuramlara da yerleşmişti. Amerika’nın işgalini meşrulaştırmanın tek yolu, yerlilerin barbar olduğunu ve barbarca eylemleri yüzünden mülkiyet haklarını (dominium) kaybettiklerini göstermekti.[3] Las Casas, buna sonuna kadar karşı çıktı, ancak İspanyolların “Yeni Dünya”da kurduğu egemenliği de hiçbir zaman sorgulamadı. Yani İspanyollarla yerliler aynı haklara sahip olmalıydı ama kraliyet egemenliği altında! İspanyolların “keşfettikleri” topraklarda krallık haklarının geçerli olabilmesi için, kralla yerli halk ve efendileri arasında, krala bağlılığı gösteren bir sosyal sözleşme olmalıydı.[4]

Las Casas’a göre, Amerika’daki İspanyol varlığının tek haklı nedeni olabilirdi: Hıristiyanlığı barışçıl yollarla yaymak. İspanyolların yerlilere karşı tek sorumluluğu, onların ruhlarını kurtarmaktı. Las Casas, yerlilerin de bir ruhu olduğunu haykırıyor, fakat hemen ardından o ruhun “kurtarılması” gerektiğinden söz ediyordu. Oysa çok iyi biliyordu ki, ruhlarını ebedi huzura kavuşturmak istediği yerliler, cennette Hıristiyanlarla karşılaşmaktansa, cehenneme gitmeyi tercih ederlerdi. Bunu kendisine işkenceden dolayı ölmek üzere iken vaftiz etmeye çalıştığı bir yerli söylemişti.[5]

1537’de, Las Casas’ın düşüncelerinden etkilenen Papa III. Paul, yerlilerin de bir ruhu olduğunu kabul etti. Bu, yerlilerin Hıristiyanlığa kabul edilmeye layık bulundukları anlamına geliyordu. Böylece kıtanın sömürgeleştirilmesinin meşru dayanaklarından biri olan gösterilen “Hıristiyanlığı yayma misyonu” güçlendirilmiş oldu. Ne de olsa Tanrı dünyayı yaratmış, “onun başladığı işi tamamlayarak dünyayı keşfetmek, Hristiyanlaştırmak ve uygarlaştırmak da İspanyollara düşmüştü”.[6] İspanyol tarihinin temel mitlerinden birini oluşturan bu “misyonerlik” ruhunun dönemin tüm düşünürleri tarafından içselleştirildiğini söyleyebiliriz. Örneğin, Papa merkezli dünya görüşünü eleştiren ve siyasal egemenliğin meşruluk derecesinin hiçbir biçimde dinsel olamayacağını savunan Francisco de Vitoria’nın[7] kuramlarında da uygarlaştırma misyonu öne çıkıyordu. Uluslararası hukukun “babalarından” biri olarak görülen Vitoria’ya göre, “Yeni Dünya barbarlarının İspanyol hâkimiyetine geçmesinin haklı nedenleri” Papa’nın egemenliğine dayandırılamazdı, “barbarlara karşı haklı savaş” durumu İspanyolların iletişim, seyahat ve ticaret haklarının engellenmesi gibi durumlarda ortaya çıkabilirdi.[8] Seküler bir hukuk anlayışı geliştirmesine rağmen Hıristiyanlığın yayılmasının engellenmesi de Vitoria’ya göre bir diğer haklı savaş nedeniydi.[9]

Las Casas’ın dönemin çoğu düşünüründen farkı, yerlilerin hiçbir şekilde “barbar” kategorisine sokulamayacağını savunmasıydı. Uluslararası hukuk tarihinde çok önemli bir yeri olan Valladolid Tartışmaları’nda (1550-1551), Las Casas, yerlilerin barbar olduğunu ve barbarlara karşı savaşın da haklı olduğunu öne süren hukukçu Juan Gines de Sepúlveda’ya meydan okudu: Barbarlık, ancak katliam yapan İspanyollara yaraşırdı. Ne var ki Las Casas, barbarlık algısını değiştirmeye çalışırken yerliler hakkında “iyi vahşi” (buen salvaje) mitinin yayılmasına katkıda bulundu. Yerlileri “ahlaki açıdan mükemmel, saf, sevgi ve barış duygularıyla donanmış varlıklar” olarak tanımlayan Las Casas, böylelikle onları işkencelerden ve kölelikten kurtarabileceğine inanıyordu. Ancak bu mit, yerlilerin eğitilmesi gereken ilkel insanlar olarak görülmelerine ve aşağılanmalarına yol açmaktan başka bir işe yaramadı.  

Peki ya Afrikalılar?

Las Casas’ın yerlileri korumaya çalışırken yol açtığı esas sorun ise, plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Afrika’dan köle getirilmesi fikrini desteklemiş olmasıydı. Yerlilerin inci avcılığı gibi ağır işler altında ezildiğini gören Las Casas, Afrikalıların daha dayanıklı olduklarını söylemiş ve İspanya’nın Yeni Dünya’daki işgücü ihtiyacını köle ticaretiyle karşılamasını önermişti.[10] Afrika’dan köle ticaretinin 1501-1502 gibi çok erken bir tarihte başladığı, Las Casas Hisponiala’ya geldiğinde Afrikalıların halihazırda madenlerde çalıştırılmakta olduğu ve Las Casas’ın aslında köleciliği desteklemediği, sadece yerlilerin çalışma koşullarını iyileştirmeye çalıştığı, onu savunanların en sık başvurduğu argümanlar arasındadır.[11] Oysa belki de sorun, bugün dünyanın tüm sokaklarında öfkeyle haykırıldığı gibi, Las Casas’ın “siyah hayatları önemsememesinde” aranmalıdır.

Yerli halkların maddi manevi bütün değerlerinin sömürülmesinin, 16. yüzyıldan bu yana nasıl süregeldiğini gösteren También La Lluvia (Yağmuru Bile) filminde, Las Casas’ın genellikle görmezlikten gelinen bu yüzünü tartışan önemli bir sahne yer alır. İspanyol yönetmen Icíar Bollaín’in 2010’da çektiği filmde, suyun özelleştirilmesine karşı yerli hareketinin öncülüğünde gelişen kitlesel protestolar sırasında Bolivya’da bulunan bir film ekibinin hikâyesi anlatılır. Çektikleri film, İspanyol sömürgeciliğinin ilk döneminde geçmektedir ve elbette “yerlilerin ruhani lideri” Las Casas da tüm endamıyla filmde boy göstermektedir. Film ekibinin toplandığı bir içki masasında, Kolomb’u canlandıran oyuncu şu kritik soruyu sorar:

“Las Casas, buranın yerlileri yerine Afrika’dan köle istemişti. Bunu neden filme koymuyoruz?”

Filmin yönetmeni de dahil olmak üzere ekibin çoğu Las Casas’a destek verir, çünkü o son nefesine kadar piskoposları, tüccarları ve kraliyet mensuplarını kınamış, köle ticaretine verdiği destekten dolayı da daima utanç duymuştur. Önemli olan, yerli meselesinde zamanının çok ötesinde düşünebilen bir “radikal” olmasıdır. Dolayısıyla bütün hayatını tek bir hataya indirgemek haksızlık olacaktır. Soruyu yönelten oyuncu ise ısrarcıdır, o “tek hata”nın insanın peşini asla bırakmayacağını ironik bir dille ifade eder: “Futbolda olduğu gibi, tarih her zaman kaybedenlere karşı zalim olmuştur.”

Beş yüz yıl önce Las Casas’ı “hataya düşüren” ırkçı zihniyet, ne yazık ki bugün hâlâ bütün canlılığıyla yakıp yıkmaya, sömürmeye ve can almaya devam ediyor. 16. yüzyılın başlarından 19. yüzyıla kadar Afrika’dan Amerika’ya tahminen 12 ila 15 milyon arası insan zorla, bin bir eziyetle getirildi ve insanlık dışı koşullar altında canice köleleştirildi. Afrikalılar, sömürgecilik döneminden bu yana Latin Amerika’daki etnik hiyerarşinin daima en altında yer aldılar. Köle ticaretinin en önemli merkezlerden biri olan Brezilya, bugün Afrika dışında en büyük Afrikalı nüfusa sahip olan ülke konumunda. Sınıfsal ve etnik ayrımcılığa dayalı toplumsal eşitsizliklerin kesiştiği ülke, siyahlara yönelik ırkçılığın en yoğun ve şiddetli yaşandığı yerlerin de başında geliyor. Büyük kentlerdeki gecekondu mahallerinde (favela) yaşayan ve hem uyuşturucu çetelerinin hem de polisin yol açtığı şiddete en çok maruz kalanlar siyahlardan oluşuyor.

ABD’nin Minnesota eyaletinde, George Floyd’un beyaz bir polis tarafından boğulmasının ardından dünya çapında yayılan protesto dalgası, sömürgecilik ve kölecilikle hesaplaşma için önemli adımların atılmasını sağladı. Kolomb gibi tarihî figürlerin heykellerinin yıkılması, dünyanın her yerinde ilgi uyandırıyor. Ancak heykelleri yerinden eden bu hesaplaşma, Latin Amerika’da çok daha önce başlamış, son olarak geçen sene Şili’deki protestolarda kendini göstermişti. Ekim 2019’da başlayan protestolar sırasında ülkenin kuzeyindeki Arica şehrinde yer alan 109 yıllık Kolomb heykeli paramparça edilmişti.[12] Bugün, George Floyd’un öldürülmesinin ardından dünya genelinde yankı uyandıran protestolar, geç kalmış bir hesaplaşma sürecini tetiklemiş görünüyor. Bu süreçten Las Casas heykellerinin de nasibini alabilmesi için daha katedilmesi gereken çok yol var. Sömürgecilere ve ırkçılara göstermiş olduğumuz müsamahanın yerini utanç ve öfke almadıkça geçmişle yüzleşmek ve başka bir gelecek kurmak mümkün olmayacaktır.


[1] Orijinal adı: “Los aportes africanos a las culturas de nuestra América”. Konferansın başlığında, sömürgeci bir çağrışımı olan “Latin Amerika” yerine José Martí’nin şiirinden esinlenen “Bizim Amerikamız” ibaresi yer alıyor.  

[2] Christopher Colombus, The Diario of Christopher Columbus's First Voyage to America, 1492-1493, University of Oklahoma Press, 1991, s. 102.

[3] Anthony Pagden, “Dispossessing the Barbarian: The Language of Spanish Thomism and the Debate Over the Property Rights of the American Indians”, The Languages of Political Theory in Early-Modern Europe, Anthony Pagden (der.) içinde, s. 81.

[4] Cemal Bâli Akal, Modern Düşüncenin Doğuşu: İspanyol Altın Çağı, Dost Yayınevi, Ankara, 2005, s. 134-135.

[5] Bartolome de las Casas, Yerlilerin Gözyaşları: Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi, çev. Oktay Etiman, İmge Yayınları, Ankara, 2009, s. 51.  

[6] Gül Işık, İspanya: Bir Başka Avrupa, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 94-95.  

[7] Mehmet Ali Ağaoğulları (der.), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İletişim, İstanbul, 2011, s. 422. 

[8] Anthony Pagden ve Jeremy Lawrence (der.), Francisco de Vitoria: Political Writings, Cambridge University Press, Cambridge, 1991, s. 278-290.

[9] Pagden ve Lawrence, a.g.e, s. 284-286.

[10] Thomas E. Skidmore ve Peter H. Smith, Modern Latin America, New York, 2005, s. 330.

[11] José Ortega, “Las Casas, un reformador social ‘por abajo’”, Cuadernos hispanoamericanos, 512, 1993, s. 34-35.

[12] “Municipalidad de Arica resguardará restos de Monumento a Colón destruido”, 2 Kasım 2019,  https://www.muniarica.cl/9394/municipalidad-de-arica-resguardara-restos-de-monumento-a-colon-destruido