Derin Ekoloji ve İnsan Merkezcilik

Derin ekoloji, kavram varoluşu gereğince değiştirmek istediği anlayışı “sığ” sıfatıyla etiketler ve sığ ekolojiye toplumun hakim çevrecilik paradigmasını ifade etmek için başvurur. Tanımı genişletecek olursak bacalara filtre takımı, enerji tüketim optimizasyonları, geri dönüşümün teşviki gibi müdahalelerle sınırlandırılmış bir çevrecilik anlayışı ve neoliberal piyasanın sadece üretimi sürdürülebilir tutmak gayesiyle bu tür icraata başvurması olarak onu anar.

Derin ekoloji takipçilerinin öngördüğü çevrecilik ise köktenciliğiyle bu tip yaklaşımlardan kendini ayırır. Akıbeti geciktirici yavan önlemlerin yerine sorunun köküne kibrit suyu dökmeyi amaçlayan bir yaklaşımı amaçlarlar. Girift piyasa ekonomisine çentik atmaktan ziyade toplumun doğayla olan münasebetine yeni bir bakış açısı getirmeyi talep eden bir yaklaşımdır onlarınki.

Næss’ın üretim alışkanlıkları üzerine eleştirisini şöyle formüle edebiliriz: Şimdiki karbon vergisi, çevre temizlik vergisi, çevrenin kasten veya taksirle kirletilmesine bağlı cezalar aslında şirketlerin belirli bir ücret karşılığında faaliyetlerini sürdürmelerinin önünü açmakta ve hatta vazifenin tamamlanması hissiyle vicdani arınma sağlamaktadır. Derin ekolojiye göre bu müdahaleler pansuman işlevi görmekten öteye geçmezken piyasa ekonomisine eklemledikleri çevrecilik anlayışıyla aslında üretim alışkanlıklarını tekrar doğrulamaktalardır ve bu yüzden de asıl yapılması gereken geri planda kalmaktadır: yarayı henüz oluşmadan engellemek.

Sığ ekolojiyi benimsemiş piyasanın ve üretim dinamiklerinin altında insan merkezci moderniteyi bulmak güç değil. Hümanizm olarak da adlandırılabilen bu anlayış, akılcılığının tüm teknik -ve de büyük bir noktada ahlâki- getirilerini hiçe sayarak talep edilen hizmete göre doğaya bükülüp yoğrulabilirlik ve insan için var olmuşluk atfeden bir üretim anlayışını benimsemişti. İnsan ister yok etsin ister kurtarıcı olsun, düşüncenin temelinde hep bir doğadan kopuk olma durumu, müdahalede bir dışarıdanlık mevcuttu. Descartes’ın şeylerle olan bağları sislendirmesinden ve Aydınlanma’yla beraber aklın tepeye konumlandırılmasından sonra insanın hem topluluk yaşantısından hem de doğadan tecrit edilişinde bu çeşit dışlanmış bir bireycilik gözlemleniyor. Akılcılığın getirdiği liberalizm ise verimlilik ve parasal karşılığın cezbiyle değerleri piyasa odaklı hale getirdiğinden iki tecrit kanallarından da çeşitli eleştirilere tabi. Komüniteryen etik, birliktelik kavramını (aile, arkadaşlık, topluluk gibi) “iyi insan yaşamının vazgeçilmez parçası” (Buchanan, 1989) olmaktan çıkarması sebebiyle onu eleştirirken derin ekoloji bu eleştirinin devamına doğadan kopuşu da ekliyor.

İşte burada Arne Næss topu devralıyor. Ona göre insan ancak bu tecridi aşıp ait olduğu yeri doğa kabul ettiğinde hakiki bir çevreciliği benimsemiş olur ve aynı zamanda doğaya zarar verecek eylemleri emellerine dahil etmeyi bırakır. Bu anlayış sayesinde piyasa üretim fazlalığından kurtulur; kültürel ve iktisadi gelişim biyosfere uygun şekilde gerçekleşir ve yerel kendini idame edebilir konuma gelir.

Bahsedilen şey idealizm kokuyor, biliyorum. Ancak dünyanın şimdiki istikameti tavsiyenin tam tersini işaret ederken yararcılık ve akılcılıktan uzaklaşıyor ve böylece kendiyle çelişiyor. Böyle bir terslikte Næss’ın fikri ilk bakıldığındaki kadar hayalci olmayabilir.

Şimdiki anlayışımız, sorunu oluşturup sonra çözmeye odaklandığı için gelecek tahminine dair bilişsel sınırlardan da mustarip. Bir köpek yarın alacağı iki kemik için şimdi birinden fedakârlık etmeyi akıl edemiyorken insan zihni daha uzun fedakârlıklara el veriyor olabilir. Bir yıl sonranın, beş yıl sonranın, hatta bir ömrün planları yapılıyor olabilir. Ancak bu planların hedeflediği gelecek belirli bir tarih sınırının ötesine geçince gerçeklikten uzak ve spekülatif bir hayal kurmayla karşı karşıya kalınıyor, planla değil. Küresel ısınma da görece uzak bir gelecekte ve kişinin her günkü dertlerinin dışında olduğu için (aynı zamanda da o bahsedilen ömürlük planlara dahil edilmeyecek kadar dışsal olduğu için: fabrikaların kayda değer çoğunluğu yirmi yıl sonraki çevrenin durumuna bağlanarak kurulmuyor. Küçük fabrika, neoliberal piyasadaki talep dinamiklerine uygun olarak küçük üretim hacmi demek) konusu geçtiğinde içselleştirilmiş bir ilgiyle yorumlanmıyor. Bunun hakkında da öngörü mekanizmalarının -özellikle bireysel çıkarlarla çatışma halindelerse- sadece belirli bir geleceğe kadar fonksiyonlu çalışabildiğini düşünmek pek güç değil.

Kendimize de biraz müsamaha göstermek lazım. Son birkaç asırdaki istatistikî iyileşmelerin temelinde iktisadi liberalizmi de körükleyen bireyci, akılcı ve yararcı aydınlanma anlayışı yatıyor. Üretimi kâr marjı sıfıra inene kadar arttırma düsturu ise türü tarihinin en refah dolu anlarına taşıdı. Belirli bir geleceğin ötesini içselleştiremeyen hayvanların önüne iki sahne koyulursa ve bunlardan biri türüne somut fayda sağlamış bir ideolojiye aitken öbürü bahsedildiği gibi, henüz içselleştiremediği bir sahneye aitse ve bahsedilen sahnede ona yarar sağlamış ideolojiye ket vurulmuşsa kararı da ona göre şekillenecektir. Geçmişte X yararına dokunmuşsa ve bahsedilen gelecek algısı henüz sınırlarına dahil olmayacak kadar uzaksa hangi içsel değer ona X’i bıraktırabilir?

Peki o zaman, üretimi ve tüketimi makul seviyede tutmayı hedeflemek insanlardan kapasitelerinin dışındaki bir şeyi istemek manasına gelebilir mi? Sanmıyorum, hayır. Ufuktaki sanrı gibi gözüken gerçeklik hayli uzun zamandır otoriteler tarafından endişeyle dile getiriliyor. Otoriteleri ayak direyerek takip eden hükümetlerin basiretsiz müdahaleleri ise uyuşuklukları sebebiyle halkın dikkatini gerekli noktaya çekme konusunda yeterince başarılı değil. Sorunun içselleştirilmesi ve gerekli ilginin toplanması için yukarıda bahsedildiği gibi gerçekliğin yaklaşıp görünür olması ve çoğunluğun hayatını etkilemesi gerekebilir, ki bu da pek iç açıcı bir senaryo gibi gözükmüyor. Köktenci adımlar için küresel ısınmayı ayan beyan hisseden bir neslin gerekebileceği ihtimali hem ekolojik akıbetimiz hem de bilimsel otoriteye duyulan güven açısından fazlasıyla tüyler ürpertici.

Ayrıca öyle bir neslin varlığı çözümün üretimi makul seviyelere çekmekte aranmasını kesinleştirmeyebilir. Çare yeniliklere sınırlandırılmış bir eylem planıyla doğa üzerindeki hakimiyet ve suniliği arttırmada bulunabilir. İnsanlık; iklim mühendisliği ile güneş ışığını yansıtan gazların atmosfere salınımı, plastik yiyen bakterilerin üretimi ve gen çalışmalarıyla yok olmuş türlerin tekrar canlandırılması gibi yeniliklere odaklanmış çözümlerle doğayı yoğurmaya devam edebilir. Kimbilir belki de uzay kolonizasyonunu hedef olarak belirler.

Arne Næss’a göre çözüm suniliğe sarılarak elde edilebilecek olsa dahi bahsedilen dünya insanın yararına olmayacaktır. O istikamette attığı her adım, onu ait olduğu yerden uzaklaşırken, yaşamı gittikçe rengini kaybedeceği için insan kendini gerçekleştiremeyecek (self-realization) ve tatminsiz bir hale bürünecektir.

Næss’ın nezdinde hakiki ekoloji sadece hayvanların ve insanların türsel refahını arttırmaya odaklanmaz, biyo-merkezci olmasıyla hayata karşı yeni bir yaklaşım biçimidir de. Önerdiği çözüm ekolojik olduğu kadar psikolojiktir. Kişinin kendi benliğinden kopmasının altında doğayla arasındaki bağın yıpranmışlığını bulur. Fazla tüketimi kişinin doğaya ve kendine yabancılaşması olarak yorumlar. Sermaye birikiminin sağladığı sahiplik hissi ise güç ve aidiyet illüzyonundan başka bir şey değildir. Kişi doğaya yakınlaşmadığı sürece, varlığının ıstırabına aradığı ilaç sahteliği davet edecek ve onu aslen aksak bırakacaktır. Daha fazla meta için açlık ise hiçbir zaman dinmeyecektir. 

Aydınlanma’dan itibaren düşünce tarihine üstünkörü bir bakış atıldığında ise derin ekolojinin benimsenme ihtimali o kadar da az görünmüyor. Faust’ta “kuşlara kim özenir tüm dünya kitaplarla başucuma inerken” minvalinde düalizmi, akılcılığı ve doğadan kopmayı tek bir cümleye sıkıştırarak modern insana telkin eden şahane bir söz vardı. 20. yüzyılda çeşitli düşünce okulları modernitenin vaaz ettiği tam da bu kopuk hümanizm anlayışıyla ayrı cephelerde savaştı. Özgür irade şedit sorguların sanık sandalyesinden yıpranarak çıktığında ise hümanizmin bir nebze boynu büküldü ve merkezcilik boyutuyla insan kategorisi bir kademe silindi.

Ardından kimlik politikalarının ve ideolojinin önem kazandığı bir dönem başladı. Topluluk ve güruhlar dilin ön vitrinlerinde sergilenerek Aydınlanma’nın topluluğu dışlayan tarafına meydan okur oldu. Kimliksel özellikler toplumda önyargılara karşı zafer üstüne zafer kazandı. Hâlâ da kazanıyor, işe alımda cinsiyet ve ırk gibi de facto kriterler erimeye yüz tutmuş vaziyette artık. Güruhlar halinde yeni aidiyetler arasak da kamusal düzende daha da yakınsanmış bir birliktelik halindeyiz. Kategorik boyutuyla insan şimdilerde bir kademe daha siliniyor.

Bunun devamında kimlik politikaları neden insan merkezli anlayışından çıkarak biyo-merkezci hale gelmesin? Geçmişimizi huzursuz etmiş olan ırka bağlı zekâ ayrımı, öjeni ve kafatasçılık gibi zorbalıklar sistematik bilim sayesinde silinmişti. Nörobilimin nimetlerini keşfetmeye devam ettikçe kendimize biçtiğimiz o arındırılmış değer, doğanın mekanizmalarına doğru kaymayı neden sürdürmesin? Kendimizi anlamak için etolojiye başvurduğumuz bir dünyadayken diğer canlılarla aramızdaki akrabalık ilişkilerinin daha kucaklayıcı hale bürüneceğini hayal etmek pek de zor olmamalı.

Düşünceyi kolektif bir süreç olarak anlatınca kişilerin akıntıya kapılmak dışında çaresiz olduğu yanılgısı doğabilir. Doğmasın, onun yerine şevklendirsin. Næss’ın ve devamında fikri geliştirenlerin işaret ettiği yol, düşünce sisteminde kolektif bir değişikliği talep ettiği için bireysel farkındalık son derece önemli.

Canlıların ortak değerini düşünen ve kapsayıcılığı amaçlayan bir felsefe, üretim dinamiklerini tepeden inme kurallarla değiştirmeye çalışsaydı ortada bir tutarsızlık ve verimsizlik oluşurdu. Düşünce okulunda yasalar ve devlet politikası açısından değişiklikler öngörülmüyor değil, aksine hedefi için bu kanal müthiş önem arz ediyor. Ancak onun makamında, nihai amaca kişide yeşermiş farkındalıklar yoluyla ulaşılabileceği için tavsiyeleri daha çok bireysel aktivizmi vaaz ediyor.

Hareketin keskin hatlarla çizdiği bir yaşam biçimi yok fakat harekete mensup insanların benimsediği yaklaşım ve davranışlar fikir edinmek açısından fazlasıyla doyurucu. Alan Drengson’ın bu yolla çıkıp düşünce akımının İskandinavya’daki taraftarlarını inceleyerek hazırladığı eylem listesi ise aşağıdaki gibi. Listenin altında ise düşüncenin pratiğe dökülmüş bir örneğini bulabilirsiniz.

  1. Basit yollara başvurmak. Gereksiz, karmaşık araçlardan ve diğer araç türlerinden kaçınma.
  2. İçlerindeki değerlere hizmet eden ve içsel değere sahip faaliyetlerin seçimi. Yalnızca yardımcı olan, gerçek değeri olmayan veya temel hedeflerden oldukça uzak olan faaliyetlerden kaçınma.
  3. Tüketicilik karşıtlığı. Sürekli satın alımın (1) ve (2)’yi tamamlayacak biçimde reddi.
  4. Herkes için yeterli olan malların, herkesin keyfini sürebilmesi için hassasiyet ve takdirle koruma altına alınması.
  5. Yeniliği sadece yeni olduğu için sevip benimsememek.
  6. Küçük ölçekli tarım, ormancılık, balıkçılık gibi birincil üretime takdir veya katılım.
  7. Irk, cinsiyet ve sınıf bazındaki sorunların tüketim eşitsizliğine ve toplumun doğayla olan ilişkisini şekillendirme açısından tarafların oynadığı aktif rollere yansıdığının farkında olmak.
  8. Birinci ve İkinci gelir seviyesindeki (bkz. Hans Rosling) ülkelerin şu anki durumlarının farkında olmak ve onlarınkinden çok daha farklı ve daha yüksek yaşam biçimlerinden kaçınmak (yaşam tarzında birlik).
  9. Evrenselleştirilebilen ve diğer insanlara veya diğer türlere haksızlık yapılmadan sürdürülmesi mümkün yaşam tarzlarının takdiri ve benimsenmesi.
  10. Sadece geçimini sağlamaktan ziyade mümkün olduğunca anlam içeren işlere katılım.
  11. Yaşamı toplum seviyesi (Gesellschaft) yerine topluluk seviyesinde (Gemeinschaft) yaşama (yerel otonomi ve ademimerkeziyetçilik için bkz. Arne Naess)
  12. Arzular yerine hayati ihtiyaçları karşılama çabası.
  13. Her canlının içsel değerinin olduğunun kabulü. İnsan haklarının bir adım ötesi.


Kaynakça

Næss, A. (1973). “The shallow and the deep, long‐range ecology movement. A summary”, Inquiry: An Interdisciplinary Journal of Philosophy, 16: 1-4, s. 95-100.

Drengson A. (2005). The Selected Works of Arne Naess, Springer, s. 105-106.

Arıkan, E. ve İşsevenler, O. (2020). “Bölüm 1: Derin Ekoloji”. Hukuk Düşüncesi Podcast.

Johns, D. (1992). "The Practical Relevance of Deep Ecology", https://core.ac.uk/download/pdf/37766292.pdf, s. 62-68.

Zimet, S. (2020). “Capitalism or Climate?”, https://quillette.com/2020/05/17/capitalism-or-the-climate/