Adam, gecenin saatlerini aydınlatmak için gündüzleri insanların arasına karışıyor. Onlardan hiçbir şey istemiyor. Onlar ise ondan çok şey istiyorlar. Yüzleri adama acı veriyor. Aralarında ondan hoşlanacak olanlar var. Ama bu, adamı rahatsız etmiyor. Geceleyin anlardan kaçacağını biliyor. Ötekiler uyuduklarında, adam onlardan kurtulmuş olarak lambanın ışığında rahat soluk alabilecek.
(Elias Canetti, İnsanın Taşrası)
Geceyi düşünmek beraberinde gündüzü, zamanın kullanımını ve üretilme biçimlerini de düşünmemizi gerektiriyor. Gece ve gündüz arasındaki ilişkiyi tartışırken karanlık ve aydınlık, ölüm ve yaşam, kamusallık ve mahremiyet gibi kavramlar üzerinden de bir okuma pratiği geliştirmek gerekir. Meseleyi basitçe gün içindeki bir bölümlenme ve bu bölümlenmenin sunduğu veya yarattığı sosyallikler olarak kavramak yetersiz olur. Bu eksen konunun önemli bir veçhesini oluştursa da yeterli olmaz. Bu yazıda elimden geldiği kadar deneyimlenen gece ve gündüzün yanında metaforik bir gece ve gündüz tartışması yürütmeye çalışacağım. Metafor olarak gece ve gündüzü ele alırken, karanlık ve aydınlık, iktidar ve direniş ve son olarak kamusallık ve mahremiyet olguları etrafında düşünmeyi deneyeceğim. Ne de olsa gece ve gündüz etrafında örülen anlam kümeleri veya aileleri hayatlarımızda fazlasıyla etkili durumda. Deneyimlenen gece ve gündüz meselesini ele alırken ise kavramsal bir çerçeve için gece ve gündüzü birer dispositif[1], yani aygıt olarak ele almak istiyorum.
Gece ve gündüz kendine has bilgi üretim rejimleri olan, bu bilgi üretim rejimleriyle birlikte pratikler ve öznellikler üreten bir dispositif veya aygıt olarak düşünülebilir. Gece ve gündüz belli bir tarihsellik içinde farklı tavırlar, pratikler, eğilimler ve öznellikler üreten ve bunların yeniden üretilmesini talep eden zamansal ayrımlar olarak ele alınabilir. İçinde bulunulan tarih ve toplum ya da kısaca zaman bunların nasıl birer öznellik üretim aygıtı olduğunu ve olacağını belirler. Şüphesiz gecenin ve gündüzün kendine ait direniş aygıtları ve halleri de mevcuttur. Gece bu tür direnişleri belki daha fazla sağladığı için geceye yönelik derin bir muhabbet hep saklı tutulur.
Meseleyi ele alırken ve kendi açımdan “aydınlatmaya”, “ışıklandırmaya” ve “açıklamaya” çalışırken, konunun metaforik yönüyle başlamayı seçiyorum. Gece ve gündüz ayrımı en nihayetinde zamanın karanlık ve aydınlık etrafında bir bölümlenmeye ve sınıflandırılmaya tabi tutulmasıdır. Güneş’in Dünya ile ilişkisi bağlamında kozmolojik bir olay olarak gece ve gündüzün dışında sosyal, kültürel ve dilsel olarak inşa edilen bir gece ve gündüz bulunur. Şimdilik meselenin bu kısmına gecenin ve gündüzün sosyal inşası diyebiliriz. Bu sosyal inşa, gece ve gündüzle kurulan ilişki yanında bu iki kavram ve olgunun etrafında kümelenen tahayyüllerle ve kavramlarla da ilişki içindedir. Gecenin ve gündüzün karanlık ve aydınlıkla etrafında yaratılan temsili bu iki olgunun toplumsal ve bireysel tahayyüldeki yerleri hakkında da bizlere bilgi verir. Mesele biraz da karanlık ve aydınlık etrafında üretilen sembolik ve imgesel konumlandırmalar meselesidir aslında. Biraz da dilsel oyun sorunu. Gece ve gündüzü ele alırken karanlık ve aydınlığı; ve bununla birlikte ölüm ve yaşamı ele almak gerekir ki, uzun süredir Güneş’in Dünya ile olan flörtü pek de masum olmayan çözümlemelere konu olmuş durumda.
Işık ve Aydınlanma’nın Diyalektiği
Bu çözümlemeler çok eskilere dayanır. Her düşünsel çabanın olmazsa olmaz uğraklarından biri olan Platon’a ve onun mağarara metaforuna ufak bir seyahat elzem görünüyor. Mağara metaforu önemlidir; çünkü tam da karanlık ve aydınlık meselesini veya gece ve gündüz meselesini bilgi ve tefekkür ile bir araya getirir ve ilişkilendirir. Mağara karanlıktır, insanlar zincirlenmiştir ve hakikat ele avuca gelemeyecek kadar uzakta olup kendisini ancak ikincil görünüşlerle ve yansımalarla sezdirir.[2] Bu görünüşler veya hakikatin kopyaları içeride ve karanlıkta hapsolanlar için hakikatimsi etkisi uyandırır. Hakikat, ta ki içlerinden biri mağaranın dışına çıktığında ve güneşle karşılaştığında ortaya çıkar. Mağara metaforu sadece karanlık ve aydınlık arasında kurulan hiyerarşinin önemli bir göstergesi olarak kalmaz, aynı zamanda bilgelik ve cehalet arasındaki ayrımın da temsilcisi olur. Bilginin aydınlıkla ve ışıkla kurulan ilişkisi uzun süre düşünce serüveninde kendini bir doxa olarak korur. Ancak ışık, aydınlık ve bilginin bir araya gelerek cehalet ve karanlıkla sonu gelmez bir savaşa konu edilmesi Aydınlanma çağı ile mümkün olur. Aydınlanma Fransızcası ile le siecle de lumière, Almancası ile Aufklärung ve İngilizcesi ile Enlightenment[3] daima ışıkla ilgili bir anlam etrafında kurulur. Aydınlanma kendisini daima karanlığın ve gecenin karşısına yerleştirerek var eder. Karanlık kötülüğün, cehaletin ve olgun olmama/olamama halinin bir gösterileni olur. Almanca Aydınlanma kavramı olan Aufklärung ışık ve aydınlığı, çocukluktan çıkarak ergin olma halini ve dahası konuşabilme ve dili kullanabilme halini imler. Bu yönüyle akıl ve rasyonel olan aydınlıkla ve ışıkla anlatılırken, duygular, mitoslar, önyargılar ve çocuksuluk hep karanlıkla bir araya getirilir.
Şüphesiz Aydınlanma tartışması etrafında kurulan umutlar kendisinden sonra yaşanan toplumsal, ekonomik ve siyasal kargaşalarla birlikte yitip gitmiş ve yerini “kara-msarlığa” bırakmıştı. Aydınlanma’nın idealleri olan ilerleme, özgürleşme, rasyonelleşme ve çelişkisiz toplum yerine teknolojik hegemonya, metalaşma, sömürü, savaş, kontrol ve disiplin gelmişti. Tarihe tutulan ışık anlaşılan pek de bekleneni vermemişti. Bu yönüyle Aydınlanma’nın iman ettiği akıl Habermas’ın deyimiyle yaşam dünyalarının sömürgeleştirilmesini beraberinde getirdi. Peki, Aydınlanma ile ne aydınlatılmak istenmişti? Aydınlanma ile birlikte üretilen “ışık” nasıl bir iktidar dispositifi haline gelmişti? Çok söylemeye gerek yok, Horkheimer ve Adorno bunu Aydınlanmanın Diyalektiği adlı kitaplarında çok güzel anlatırlar. Aklın hükümranlığı, doğanın ve ötekinin sömürgeleştirilmesi ve tabiiyet altına alınması ile sonuçlanmıştı.[4] Aydınlanma’dan yayılan ışık daha çok tekno-ekonomik-bürokratik iktidarı konsolide eden ve yeni iktidar teknolojileri ve stratejileri üreten bir aygıt veya dispositif haline gelmişti.
Kapitalist Modernlik, Işık ve İktidar
Bütün bu hikâyenin gündüzle yoğun bir ilişkisi var. Aydınlanma ve modernleşme süreci kendine ev olarak öncelikle gündüzü seçti. Ne de olsa Aydınlanma’nın ışığı aynı zamanda gündüzün ışığı demekti. Bundan böyle akılla birlikte yayılan ışık gündüzün ışığı ile birleşecek ve arzu edilen düzeni oluşturacaktı. Karanlık geride bırakıldığına göre, geceye kalan uslu uslu yerinde durmak ve gündüze yol vermekti. Bütün hikâyenin bütünleştiği bir süreç olarak kapitalist modernlik geceye verdiği rolle yetinmeyip onu sömürgeleştirmeye de çalıştı. Bugün biraz da dikkat etmemiz gereken olgu gecenin sömürgeleştirilmesidir. Gündüzü biliyoruz. Tüketimin, bürokrasinin, kontrolün ve hiyerarşinin zamanıdır. Peki ya gece? Kolaylıkla gündüzün tam karşısına yerleştirilebilir mi artık? Bir zamanlar için gündüzün iktidarının karşısına yerleştireceğimiz gece gün geçtikçe kapitalist mantığın yeni av sahası haline gelmiyor mu?
Yine de kapitalist modernlik daha çok gündüzle yoğun bir ilişki içindedir ve iktidar aygıtlarının çoğunluğunu gündüz işletir. Okul, kışla, bürokrasi, hastane, din, medya ve daha birçoğu gündüzle ve ışıkla var olurlar. Gündüz kendine has bir pratik ve öznellik üretim rejimi oluşturarak toplumsal formasyonun vazgeçilmez aygıtı haline gelir. Roller dağıtır, görevler verir, mekânsal ayrışmaya tabi tutar, işe koşturur, tutuklar, tedavi eder, yasaklar. Güneşin doğmasıyla birlikte bütün iktidar aygıtları kendilerini göstermeye ve hissettirmeye başlarlar. Bu mesajı alan özneler de buna göre tavır ve hallere bürünürler. Gündüz ve aydınlık kendine has bir özne kurma ve çağırma rejimine sahip olur böylece. Bu rejimin temel parametreleri de disiplin, kontrol ve terbiyedir. Gündüz uysal bedenler üretme konusunda eşsiz bir maharete sahiptir. Disiplin, kontrol ve terbiye gündüzün temel stratejileridir. Bütün bu strateji içinde geceye biçilen rol ise, ertesi güne hazırlanma ve tekrar disipline, kontrole ve terbiyeye hazır bedenler oluşturmadır. Ruhu ve bedeni esir almak isteyen gündüz Deleuze’ün deyimiyle onları üretimin ve ulusun ihtiyaçları doğrultusunda kodlar. Homojenleştirme, farklılaştırma, dağıtma ve konumlandırma bu kodlamanın araçlarını oluşturur. Gündüz ve ışık iktidarın en büyük yardımcısı haline gelir. Çünkü iktidar ancak görerek ve görünür kılarak işler. Görmediğini de görünür kılmaya çalışır. İktidar bütün yüzlerini gündüz ve ışık yardımıyla bize gösterir. Gece ise sınırlı da olsa bu haliyle Deleuzecü anlamında bir “kaçış çizgisi (lines of flight)” oluşturur. Gündüz Vassaf’ın deyimiyle “… gün boyunca, ister sabah saat on, ister öğleden sonra üç olsun, hepimiz gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur”.[5]
İktidarın görme, görünür kılma ve ışıkla olan ilişkisi Michel Foucault tarafından da çok güzel anlatılmıştır. Deleuze bu ilişkiyi ve Foucault’nun konuyu nasıl ele aldığını oldukça kapsamlı bir şekilde Foucault adlı kitabında açıklar. Deleuze, Discipline and Punish kitabının bütünüyle görme ve görünürlük üzerine kurulu olduğunu belirtir.[6] Panopticon imgesi en başında aydınlatma, ışıklandırma ve görünür kılmayla ilişkilidir. Gözün ve ışığın iktidarı kurularak beden ve ruh tarafından bu iktidarın içselleştirilmesi ve uysal bedenler yaratılması amaçlanır. Işık ve görünürlük iktidarın çalışma teknolojisi haline gelir.[7]
“Hapishane büyük ölçüde görünür olanla ilgilenir. Sadece suçu ve suçluyu görünür kılmaya çalışmaz bunun yanında kendisiyle birlikte bir görünürlük mefhumu oluşturur. Taşlarla çevrili bir bina olmaktan önce bir ışık sistemidir. Bu yönüyle de ‘Panoptikizm’ olarak tanımlanır: görsel ve aydınlık bir çevre kurarak (ortada merkezi bir kule ve etrafındaki hücrelerle) gardiyanın bütün mahkûmları görmesini sağlarken, mahkûmların gardiyanı ve de birbirlerini görmelerini engeller.”[8]
Bu anlamıyla disiplinci iktidar işleyebilmek için görünürlük mekânları ve zamanları yaratmaya çalışır. Gören, görünür kılan ve buna bağlı olarak özneyi yeniden üreten bir uzamsal aygıt haline dönüşür hapishane. İktidar karanlık ve aydınlığı dağıtarak neyi görünür kılmak istediğini, neyi nasıl bir şekilde disipline etmek ve üretmek istediğini açığa çıkarır.[9] Bu hikâye zamanın üretimi kadar mekânın üretimi ve mimarlık pratiği ile de kesişir. Bütün bunlar ışığa ait ve onunla ortaya çıkan bir varlık ve öznellik alanı oluşturur.[10] Gece ve gündüz meselesini ele alırken gündelik hayatımızda gündüzün nasıl bir görünürlük rejimine ev sahipliği yaptığını, iktidarın ışığı ve aydınlığı nasıl kullandığını ortaya çıkarmak elzemdir.[11] Tabii burada iktidar derken basitçe devlet iktidarından, siyasal iktidardan veya belli toplumsal iktidarlardan değil de genel olarak tüm iktidar süreçlerinden bahsediyorum. Bu siyasal iktidar süreçleri olabileceği gibi, öteki ile kurulan ilişkide, bir grupla kurulan ilişkide veya bir mekân ile kurulan ilişkide ortaya çıkan iktidar da olabilir.
Gece ve Direniş
Umarım buradan gündüzün ışık yardımıyla bir dispositif haline bürünmesini anlatabilmişimdir. Bu dispositifin çalışma biçimini ve gece ile olan ilişkisine şimdi geçebilirim. Gündüz dispositifi kendine ait bir demir kafes, belirlenmişlikler ve tutsaklıklar alanı yaratırken gece bu belirlenmişliklerin ihlali için gün geçtikçe azalsa bile çeşitli fırsatlar sunar. Her türlü sınır geceleyin çok daha kolay ihlal edilir veya ihlalciler ancak geceyi kendilerine güvenli bir mekân-zaman olarak seçerler. Gecenin gündüzden ayrı bir kültürü vardır. Farklı kendilik sunum stratejileri gece ile birlikte devreye girer. Gece ayrı bir öznellik ve kendilik kazandırır insanlara. Bir yönüyle günün karanlık tarafına sıkıştırılmış bir şenlik ve karnaval zamanıdır gece. Gündüzün sınırları yiterken gece ile birlikte yeni sınırlar ve iktidar alanları oluşur. Gece, gündüz dispositifinin kısa devre yaptığı, aygıtın işleme kapasitesinin düştüğü bir zamansal dilime denk gelir.
Gece verilen rollerin, sosyal uzamdaki konumlandırmaların bozulabildiği ve kendini yeniden üretme ve sunma stratejilerinin geliştiği bir ânı imler. Rancière Nights of Labor adlı kitabında, işçi sınıfının nasıl da kendine biçilen rolü ve sosyal ve siyasal uzamdaki konumlandırılışı geceleyin ihlal ettiğini anlatır.[12] Fabrika aygıtı işçilerin gündüz var güçleriyle çalışmalarını ve gece de dinlenerek ertesi gün için kendilerini hazırlamalarını ister. Parti işçilerden çalışma zamanı dışında kalan zamanı parti propagandası için ayırmalarını ister. İşçi ya militan olmalıdır ya da proleter. Başka bir çıkış yolu yoktur. Fakat işçiler proleterlik ve militanlık dışında başka şeyler de isterler. Edebiyat okumaları, tiyatro, sanat ve entelektüel tartışmalar… Gece işçiler için önemli bir kurtuluş durağı haline gelir ve işçiler kendilerine yüklenen bütün rollerden sıyrılarak kendileri için yeni bir öznellik yaratma fırsatı bulurlar bu zaman diliminde. Kurulu iktidarların onlara hak görmediklerini tabiri caizse söke söke gece alırlar.
Gece bir anlamıyla şenlik ve karnaval halidir, demiştim. Gecenin karanlığı tıpkı karnaval ortamında maskenin gördüğü işlevi görür. İnsanlar bir nevi anonimleşmeye ve bu anonimleşme ile birlikte verili rollerden kurtulmaya başlarlar. Gece kontrol eden ve edilen açısından da bir özgürlük sağlar. Daha az izleneceğimizi bildiğimiz gibi daha az da izlemeye başlarız. Toplumsal kontrol biraz olsun azalır ve yeni eylem alanları açılır. “Gece düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımızı düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. Askerler de hepimizden önce yatağa girerler. Dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda.”[13] Gözün ve bakışın o inanılmaz baskısı gece biraz olsun ortadan kalkar. “Gece başkadır; gün ile zıtlığına karanlık ve tehlike damgasını vurur; ancak korkularını telafi eden özgürlükleri de vardır. Gece, günün angaryalarından, insanlığı belli vazifeler, yükümlülükler ve işlerle tanımlayan rutinlerden kaçış sağlar.”[14] Gece bilinçaltının kendini gündüze göre daha serbest hissettiği de bir andır. Bastırılan gece daha kolay döner ve onunla daha kolay yüzleşiriz.
Gecenin Sömürgeleştirilmesi
Fakat modernleşme ve biraz da geç kapitalizmin post-modern saldırıları ile birlikte gecenin sömürgeleştirilmesi ortaya çıkar. İktidardan kaçma ve yeni öznellikler yaratma fırsatı sağlayan gece aynı zamanda yeni tabiiyet ilişkilerinin de mekânı olmaya başlar. Kapitalizm gündüzü sömürdükçe geceye de sirayet etmeye çalışır ve meta ilişkileri ve parayı daha fazla geceye sızdırır. Gece daha fazla üretim ve sömürü için sömürgeleştirilir. Marx’ın emeğin biçimsel boyunduruk altına alınması olarak ifade ettiği işgücünün daha fazla çalıştırılarak sömürülmesi, teknoloji yardımıyla gece de sürdürülür. Gece bir anlamıyla gündüzün devamı kılınmaya çalışılır. Doğanın esirgediği teknolojinin gücü ile yaratılır. Tıpkı doğanın tabiiyet altına alınması gibi, rasyonel akıl da zamanı tabiiyet altına almaya çalışır ve zaman insanın sözde sınırsız maddi arzularının av sahası haline getirilir. Kapitalizmi en güzel anlatan tabirlerden biri de yayılma olacaktır. Kapitalist akıl bulduğu ve önüne gelen her şeyin içine yayılmaya ve onu kendi üretim arzusunun bir parçası yapmaya çalışır. Zaman ve mekân bu arzunun kendini ifade ettiği olgulara dönüştürülür. Doğanın sömürüldüğünü ve beraberinde felaketler getirdiğini iyi biliyoruz. Ya sömürülen zaman ve bu sömürünün felaketleri? Doğanın ve mekânın krizi vaki peki ya zamanın krizi? Yine de şunu söyleyebiliriz hâlâ: bütün bu sömürgeleştirmeye rağmen gece hâlâ gündüze oranla ele geçirilmemiş ve iktidar tarafından tamamen sömürülememiş bir zamandır. Bu yönüyle de direniş ve ihlale ev sahipliği yapma potansiyeli gündüze göre çok daha fazladır.
[1] Burada dispositif veya aygıt kavramıyla belli bir bilgi, pratik ve öznellik üretim mekanizması anlaşılmalıdır. Dispositif özünde bir iktidar mekanizmasıdır ve bu mekanizma beraberinde kendi bilgi ve pratik rejimine uygun öznelliklere hayat verir. Bir yönüyle bir yeniden üretim mekanizması olarak da düşünülebilir. Daha ayrıntılı bir açıklama için bkz. Gilles Deleuze, Foucault, çev. Sean Hand, University of Minnesota Press, Minneapolis, 2006.
[2] Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007.
[3] Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim yayınları, İstanbul, 2009.
[4] Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev. Nihat Ülner, Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı, İstanbul, 2010.
[5] Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s. 18.
[6] Deleuze, a.g.e., s. 32.
[7] A.g.e.
[8] A.g.e. (çeviri bana ait)
[9] A.g.e., s. 57.
[10] A.g.e., s. 58.
[11] A.g.e., s. 59.
[12] Jacques Rancière, The Nights of Labor, Fransızcadan çev. John Drury, Temple University Press, Philadelphia, 1989.
[13] Vassaf, a.g.e., s. 16.
[14] Bryan D. Palmer, Karanlığın Kültürleri, çev. Şebnem Kaptan, Ayrıntı, İstanbul, 2001, s. 27.