Milattan sonra yaklaşık ikinci asırda yaşayan ve Katolik Kilisesi’nin kurucularından olan Tertullia “Şeytanı davet eden sensin! O ağacın mührünü de sen kırdın. Tanrı’nın yeryüzündeki görünümü olan erkeği de kolayca sen yere vurdun,” diye sesleniyordu kadına.
Bu seslenişten on sekiz asır sonra bu topraklarda siyasal İslâm’ın hegemonyasını kurmaya kalkışanlar benzer bir seslenişi İstanbul Sözleşmesi tartışması etrafında dillendiriyorlar.
Aslında dünün ve bugünün Tertullialarının ortak bir amacı var: arzuyu yok etmek!
Öyle ya Meryem’in bakireleştirelerek kutsallık katına çıkartılması da aynı amacı taşıyordu: arzuyu yok etmek!
Çünkü bir kutsalı arzu edemezsiniz. Bir kutsalla hercümerç olmayı, kutsallaştırılarak insani var oluştan çıkartılmış birisiyle yek vücut olmayı tahayyül edemezsiniz.
Arzulayamazsınız bedensel olarak onu.
Oysa arzu devrimcidir: Değişir ve değiştirir insanı.
Adı fark etmez
İster Hesiodos’un adını koyduğu Pandora olsun, ister tek Tanrılı dinlerin Havva’sı olsun sonuç değişmez. Her ikisinde de kadın, erkeği Tanrı ya da Tanrıların yolundan çıkartandır.
Yalan değil: Kadın tarih boyunca insana ölümlü bir canlı olduğu hakikatini göstererek onu yoldan çıkartandır! Ama ne iyi ki bu hayatta ölüm de yaşama dahildir. Ve son kertede var olduğumuz uygarlıkta insanın yürüdüğü yol “Eros ile Thanatos arasındaki sonsuz çatışmanın” izdüşümüdür.
Hal böyleyse bu hakikate ayna olana öfke nedendir?
Yaşamı ve ölümü birbirinden ayıran bakış Antik Yunan’dan mirastır insanlığa. O nedenle Platon’un Devlet’inde şiir ve dans yasaktır. Aşk yoktur. Beden lanetlidir. Tıpkı Aristoteles’in kadın bedenini pasif, teferruat ve “soğuk” sayması gibi.
Oysa Aristophanes’in anlattığı gibi o “soğuk” beden, Peloponez Savaşları’nı sona erdirerek barışı sağlayabilecek kudrettedir. Lir çalan, dans eden, şiir yazan ve erdem ile iffetin tutsaklığı karşısında tutkuya sarılan Sempronia gibi...
Hıristiyan öğretisi
Hıristiyanlık, Yahudilerin var ettiği “İnsanın Düşüşü” mitini günah ve utanç duygusuyla birlikte devraldığı için İsa’nın ilk takipçilerinin kadınlar olduğunu unuttu.
Bu unutuş ona St. Paul’un Romalılara yazdığı mektupta ifade ettiği gibi “etimde kötü bir şey” var dedirtti. O nedenle bu lanetli et parçası da Tanrı’ya âdeta bir kefaret olarak sunulmalıydı. “Çünkü Tanrı, ciltlerini yağlarla ovan, yanaklarını boyalarla çirkinleştiren, kaşlarını tozlar sürerek uzatanlara karşı”ydı.
“Onlar için yoktu” Tanrı!
O nedenle insan ancak içinden taşıp gelen duygulara eziyet ederek Tanrı’ya ulaşabilirdi.
Hal böyleyken utanılması gereken o bedene çırılçıplak bakmak mümkün olabilir miydi? Tahakküm öylesine güçlüydü ki 393 yılındaki olimpiyat oyunları, yarışmalar çıplak bedenle yapıldığı için iptal edildi. Eşcinsel genelevlerine baskınlar yapıldı.
Çıplak beden, Batı dünyasında bin yıl süreyle sarılıp sarmalandı. Gizlendi. Bastırıldı.
İnsan, Tanrı’ya ulaşmak hevesinin peşinde, bedeni ifade eden arzu ile aklı temsil eden irade arasındaki savaşa mahkûm edildi.
Cinsel arzu, insana hayat ve mutluluk veren bir hak olarak değil, bir Tanrı cezası olarak tanımlandı. Ne de olsa “anne” Meryem, “Kutsal Bakire bir oğlan çocuğuna hamile kaldığında ne bakireliğini kaybetmiş ne de cinsel bir zevk duymuştu”.
Kadınlar da aynı Meryem gibi cinsel arzularından vazgeçerlerse cennete ulaşabileceklerdi.
Ama kadın doğası zayıftı ve şeytanın baştan çıkarmasına eğilimliydi.
Klitoris doyumsuzdu.
Cadı kazanları çoktan kurulmuştu. Kadınlar yanıyordu, yakılıyordu...
Modernite
Aydınlanma, dinin zapturapt altına almaya çalıştığı insana özgürlük yolunu açtı kuşkusuz. Ancak kadını cadı kazanlarından alarak rejim ve ıslaha gark etti. Moda adına tenlerin solgun görünmesi için ishal ilaçlarına, lavmanlara boca etti kadını.
Rahip imgesinin yerini baba figürü aldı.
Ama aynı zamanda özgürlük yolunu da açtı ona. Prezervatifler, doğum kontrol hapları, dildolar ve siyaset sahnesine taşınan isyanlar, kadının bedeni ve arzusuyla birlikte varoluşunu muştuluyordu dünyaya. Bilimsel araştırmalar kadın üreme organlarını keşfettikçe kadın bedeninin zenginliği anlaşılıyor, klitoris ve vajinanın mutluluk anlamına geldiği gösteriliyordu. Edebiyat, Roxana ve benzeri kadınların dilinden “namus ve itaat kelimelerinin, özgür bir kadının bağımsızlığıyla nasıl bağdaşacağını bilmiyorum” diye ses veriyordu.
Akıl ve beden düalizmi ağır ağır aşılıyordu.
Seviştikleri yatakta zevk almamak için vatanlarını düşünmeye zorlanan, eğer zevk alırlarsa rahim kanseri ya da delilik illetine tutulacakları anlatılan, zevk aldıkları anda da kontrollü olmayı vaaz eden, aksi halde ruhsal dengesizlikler başta olmak üzere kimi hastalıklara düşecekleri anlatılan “bilimsel” iddialar gözden düşüyordu.
Tıp kurumu tarafından mastürbasyonun toplumu sarsacak bir hastalık olarak tanımlanması ve klitorise yoğunlaşmanın nemfomani ve lezbiyenliğe neden olacağı, kanama, rahim düşüklüğü, omurga iltihabı ya da kalp hastalıklarına yol açacağı savları tarih sahnesinden yavaş da olsa siliniyordu.
Dönemin ve günümüzün saygın bilim dergisi olan British Medical Journal’da mastürbasyon tedavisi olarak ayrıntılarıyla anlatılan klitoridektomi ameliyatları bir utanç belgesi olarak tarihteki yerini alıyordu.
Doğum sırasında kullanılan eter ve kloroform, kadının sancılarını dindiriyor ama kadınlara acısız doğum olanağını sağlayan İskoçyalı Doktor James Young Simpson bu başarısının bedelini, “şeytanın eseri” olan ve kadınları ferahlatma suretiyle onların dinsel duygularını köreltmek ve güç anlarında Tanrı’ya yalvararak yardım istemelerini önlemek, bu vesileyle Tanrı’ya yaklaşmalarını engellemek gerekçesiyle kiliseden aforoz ediliyordu.
Ve çok daha önemlisi, kadınların bu özgürlük adımları, cinsiyetler arasındaki farklılıklara dikkat çekerek eşitlik karşıtı tutum alan, kadın bedenini “sadece tek bir mesele var ve bu mesele çocuk” diyerek kamulaştıran, anneliğin ve namusluğun aşırı kutsanmasıyla toplumsal tahakküm kuran Nazi rejimi benzeri faşizan siyasetlerle mücadele ede ede gelişiyordu.
Tıpkı Türkiye’de bugün yaşandığı gibi...
Kaynak: Holland, J. Mizojini: Dünyanın En Eski Önyargısı - Kadından Nefretin Evrensel Tarihi, çev. Okyay, E., İmge, Ankara, 2. baskı, 2019.