Afrikalı Reha için.
Everest Yayınları Fikret Ürgüp’ün Bütün Eserleri’ni yeniden basma işine Öyküler ve Şiirler: Çivili Sandıklar kitabını piyasaya sürerek başlamış. Yayınevi çalışmaya Ürgüp’ün ilk iki öykü kitabı Van ve Kısa Lodos Hikayeleri ile başlamış. Devamında da Ürgüp’ün kitaplarına girmeyen öykü ve şiirleri yer alıyor. Kitabı Sevengül Sönmez ile Haldun Soygür yayına hazırlamışlar. İlk baskısı Kasım 2018’de yapılmış. Eserin girişinde Behçet Necatigil’in “Bir Doktor Öldü, Hikayeciydi” yazısı yer alıyor. Necatigil’in bu yazısı Ürgüp’ün ölümü üzerine yazılmış olmalı. Kitapta olması elbette önemli. Yanı sıra derleyenlerden biri olan Haldun Soygür’ün üç yazısı var kitapta. Ürgüp’ün eserlerinin farklı basımlarına yazdığı Ön/Sonsözler bunlar. Yeni baskıya da alınmışlar. Sevengül Hoca’nın herhangi bir yazısı bulunmuyor kitapta. Soygür’ün yazdıkları azımsanacak şeyler değil, epey fikir de veriyorlar, önemli başlıklar şöyle sayılabilir: Yazarımızın bir oğlu bir kız kardeşi vardır. Bir de Enver Paşa’nın kızıyla bir süre evli kalmıştır. Şaşırtıcı bilgi elbette, hiç Paşa damadı olacak bir adam değil neticede andığımız kimse. Hele de “Nevzat” öyküsü dikkatle okunursa öykücümüzün etnik yahut cinsel toplumsal suçluluğumuza karşı epey mesafeli, soğuk olduğu da söylenebilir. Hepimizin malumudur, memleketimizde devletten uzak, bulutlara yakın entelektüel bulmak meşakkatli iştir.
Bununla beraber Soygür’ün yaptığı dökümde hoş ve farklı bilgiler var. Daha doğru ifadeyle, kitapta Van ve Kısa Lodos Öyküleri’nin öykücülüğümüzdeki yeri ve önemi üzerine bir yazı yoksa bile Soygür aracılığıyla sürülecek izler var. Ürgüp’ün zamanının önemli bir öykücüsü olması dolayısıyla yazarlığı üzerine daha çok duran yazıları hak ettiğini devamla ve ısrarla söylemek gerekiyor. Yazılmalı, birileri yazmalı.
Türkçenin dönemleri var, gün oluyor ortam şairlerin eline geçiyor, başka bir gün geliyor ve romancılar adına “Kültürel İktidar”ı diyelim, (ne menem bir şeyse artık) ele geçiriyorlar. Çok okunmasa da günümüzün en çok yazılan, yayımlanan türü de öykü olmalı. Haliyle bu tip Ustaya Saygı basımlarında bir okur olarak okur, yazarı, onun yazı anlayışını tartışan etraflı yazılar da bekliyor. Hoş bahsettiğin türde yazılar yazan bir öykücü tanıyor musun diyebilirsiniz, benim ilk aklıma gelen Behçet Çelik oldu. Birazı haksızlık, çok azı da gerçek ama ben onun denemelerini öykülerinden çok sever, Abi ne yazmış?, merak eder, buldukça okurum. Örnek bir çalışkanlığa sahip bir öykücü, yazardır kendisi. Yanı sıra Cihat Duman var. Aslanlar gibi yazar, yazamazsa deliler gibi yazar ama yine de kitabı şenlendirirdi. Yani iş yazar aramaya kalsın.
Ayrıca derleyicilerin ya da yayınevinin baştan bir döküm sunması da fena olmazdı. Sonunda günün birinde Ressam Ürgüp’ün resimlerinin toplandığı bir albüm de yayımlanabilecek mi? Sadece Tanpınar ve Sait Faik üzerine denemeleri değil, gazete ve dergi sayfalarında kalan yazıları da yayımlanabilecek mi? Şizofreni adlı bilimsel monografisi sanırım yayımlanır. Kalan veriminin geleceğini bilmek isterdim.
Bu bilgiler yok ama sağlık olsun demek dışında pek bir çare de yok. Bugün Ürgüp’ün eserleri yayımlanmasa bile kaç kişi biz bu kitapları neden bulamıyor, okuyamıyoruz diyecek, yayımlanmasını talep edecekti ki? Feyyaz Kayacan’ın, Hulki Aktunç’un, Selçuk Baran’ın kitaplarının basılması ara sıra talep ediliyor ama yeni baskılar geldiğinde okurunu buluyor mu, tartışılır, kısmen de olsa tartışılıyor da zaten.
Ürgüp’ten kopmayacak olursak eğer, Necatigil, “Çok severek karşılaştığım, konuştuğum Fikret Ürgüp’ü sanatçı yönüyle pek beğenirdim. Tekrar tekrar okuduğum pek az hikaye yazarlarından biriydi. Ona bir mektup yazmış olmalıyım ki, 17 Mayıs 1969 tarihli bir cevabı duruyor bende,” diyor. Ve mektubu alıntılıyor. Ürgüp’ün Necatigil’e cevabı şöyle:
Ne kadar sevindim bilemezsin mektubuna. Yazıyorum, yapıyorum, kimse takmıyor. Senin anlayacağın zaten biliyordum, onun için yazdım, çabaladım, yaşadığımı anlatmak istedim, sana ve birkaç kişiye. Lodos Hikayeleri’nin önsözü bunu anlatır. Kimse bir şey yazmadı bu işler üzerine şimdiye kadar. Ama ben yaşıyorum, seviyorum, dayanacağım.
Kitaba değinmeğe çalışırız çalışmasına da buradan sonrası bir iç sızısı. İnsan Ürgüp’e dair, onun yazdıklarını hele içi ürpermeden okuyamıyor. Ürgüp bir Sait Faik değil. Hani nasıl biliriz Sait Faik’i, aç değildir açıkta değildir, motora atlar adaya gider, döner Beyoğlu’na gelir. Sevilir, sayılır okunur. Üstelik entelektüellerin el üstünde tuttuğu da biridir. Yalnızlıktan yakınsa dahi çarşıya pazara indiğinde yazdığı insanları yanında bulur. Onlarla dost kardeştir. Kürt hamallardan tutun Ermeni balıkçılara, Rum meyhanecilere... Sadece halk mı, değil elbette. Fikret Ürgüp de yanındadır, Orhan Kemal de, ne bileyim ben Yaşar Kemal yahut Leyla Erbil de. Kuşaklar boyu bir sevgiyi almış bugüne getirmesini bilmiştir. Ürgüp tam tersi. Yapayalnız bir adam. Onu Sait Faik de yalnız bırakır, erken ölümüyle Ahmet Hamdi Tanpınar da.
Necatigil bahse konu yazısında Ürgüp’ün çilesinden devamla kitaplarını kendisinin bastırdığını söylüyor. “Şimdi hangi kitapçılarda bulunur? Yoktur. Doğru dürüst piyasaya bile çıkaramadı, tezgahlama nedir bilmiyor, hatta tam adamını bulmuş, bana soruyordu o mektubunda: ‘Bir yol gösterebilir misin?’”
Şairimiz biçaredir, yol gösterememiştir tabii.
Necatigil’in yazısında beni şaşırtan yanlar da oldu. Ürgüp telefonunu veriyor, görüşelim diyor, yazarımız neyi görüşecektim ki edalarında. E ama yani, hani sevdiğin dönüp okuduğun öykülerden biriydi, onları konuşurdunuz, fena mı diyor insan ister istemez.
Ürgüp’ün Çivili Sandıklar‘ını ben iki yıl önce, ilk yayımlandığında okumuştum. Bu yıl Van pek çok göçmen gibi benim zihnimde de korkunç imgelerle dolandı durdu. Gidip gezemediğimiz şehirler de böyleler demek, gelip bizi içlerine düşen ateşlerde sınıyorlar. Evvela söylentiler aldı yürüdü. Van’da dağlar ceset dolu deniyordu. İran üzerinden gelen Afgan mülteciler... Sonra bu cesetlere dair fotoğraflar çıktı ortaya. Kardan adamlar bir aradalar, cem, cemaat oluşturmuşlar, konuşuyor söyleşiyorlar. Kalın parkaları var, bıyıkları buz tutmuş, bir an onlara özendiğim bile oldu, soğuğun üşümenin, birbirine sarılmanın ne güzel sohbeti olmuştur, şimdi nasıl da yad ediyorlardır o cehennemi dediğim bile oldu. Çocukluğum Dersim’de geçmişti nitekim. Kışı ağırdı, seni öldürmezse sana bitmez tükenmez öyküler verirdi. Ama ardı arkası gelmeyen fotoğraflara dikkatle bakınca o karda kışta buzda soğukta elin donuyor, gövdenden kopuyor, buz bacağını kesiyordu. İnsan zihni durmuyor, sürekli elektrik akımlarına gebe, bir tuhaf, bir kötü oluyorsun, daha da iyileşebilmek çok zor oluyor. Sanki insanlar topluca, bir arada hiç ölmemiş, öldürülmemiş, kimse bunu göze alamamış gibi, oysa… Hele Van’da. Kendine bir sürü yalan söylüyorsun. Şimdiye bir ev bulmuş, iş bulmuşlardır, ailelerini yanlarına almışlardır. Nâzım Yoldaş hepimizi epey bi kandırmıştır hani. Adamın her bi şeyine inanmışızdır, temennileri de dahil.
Susuzluk da suya kavuşsun / ekmek de hürriyete / kardeşim / sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
Ne diyebiliriz ki? Söylenebilecek olanı Ürgüp kitaba da adını veren “Çivili Sandıklar” öyküsünde söylemiş zaten.
Olayları oldukları gibi görmenin verdiği sarhoşlukla, dertlere, çaresizliklere, insanın karanlık nasibine, bir deva, bir çare bulmayı unutmuştuk. Bizden sonra geleceklere mesajımız bu kadar kalmıştı. Çivili sandıkları sonradan açacaklar bizi bağışlasınlar.
Van dedik ya hani, benim de kulaklarımda Ürgüp’ün Van’ı çınladı durdu bu yılın başlarından bu yana. Bütün bu felaketler, ölüm kalım karaduygululuk fazlasıyla vardı onun öykülerinde. Aslında kötü bir sene değildi, yıl başlarken, seviyor, seviliyordum, hiç okumadığım kadar çok şiir okuyordum. Jacob Von Guntan’ı, Tanner Kardeşler’i yeniden okuyor, uzun uzun notlar alıyordum, kendimden okuduklarımdan memnundum, anladığım, anlamadığım ama sezdiğim her şeyden tat alıyordum, iyi gidiyor gibiydi. Az kalsın kendimi denemeci sanacak, sağa sola bir sürü yazı, çeviri yollayacaktım. Coşmuştum. Ama marta doğru başka bir Türk’ü daha işe aldılar, onun da yardımları sonucu ben işten atıldım. Koronavirüsü dünyaya yayıldı. Hem virüs hem birer cezaevi kapısını anımsatan sınırlar dolayısıyla göçmenler ölmeye başladı. Yılın tadı daha başından kaçtı. Erken iyi demişim, boşuna sevinmişim meğer. Herkes gibi benim de fazlasıyla burnumdan geldi bütün o sevinçler, coşkular. Ama yani nereden bileyim, müneccim de değilim, bir yıl da iyi geçsin istedimdi işte.
Kısa, yarım sayfa bir şey olduğundan mıdır, nedir, Fikret Ürgüp’ün “Yolculuk” öyküsünün başı sonu bir iyi aklımda kalmış, farkına varmadan ezberlemişim.
“Bizim eşşek ihtiyar değildi, ama birisini, bir şeyini kaybetmiş olacak, ölmeye karar verdi. Yemedi içmedi, gittikçe küçüldü, kurudu, sıska bir köpeğe döndü.” Devam ediyor. “Karlı bir gün üşümesin diye boynunu, göğsünü, kahverengi bakkal kağıtlarıyla sardık. Bacaklarından başka, her tarafı sargılar içinde yolcu ettik.“ Bu kısacık öyküyü o kadar güzel kurmuş ki insan çok şeyi aynı anda düşünmeden edemiyor. “Arkasında bir kızak, içinde yiyecekler vardı, biz akıl etmiştik ne olur ne olmaz, belki ölmekten vazgeçer de karnı acıkır, diye.”
(Ürgüp’ün hayvanlarla ilişkisi hep dikkat çekicidir, acıkırsa doysun diye yiyecek vermekle kalmaz, “Sen Bernar Köpekleri” öyküsünde yine hayvanlara döner. Onların soğuk kış geceleri donmasınlar diye boyunlarına asılı konyağı alır içer öykü kişileri.)
Ama bir ikilik vardır “Yolculuk” öyküsünde. Bir yandan eşeğin ölmek istediğini vurgular Ürgüp, diğer yandan gitmek istemediğini. “Gitsin istiyorduk. Ayrılamıyordu,” der. Hızını alamaz eşeği ağlatır, bir de öyle anlatır anlatıcımız. “Gözlerinden yaşlar akıyordu. Gözyaşları karın üzerinde koskoca delikler açıyordu. Bu kadar hazırlıktan sonra geri dönmekten utanır gibiydi. Alışılmış bir şeydi yaşamak.” Gidiyor mu, gitti deyip biz mi kovuyoruzdur birçok giden için bu her zaman hep tartışmalıdır zaten. Öyküde neden vaka belirsizliğini korumasın ki?
Ürgüp’ün teklifini bir an için kabul edelim, bunu bir eşeğin öyküsü gibi okuyalım. Okuduk, sürdürdüğümüz haliyle, alışılmış bir şeydi yaşamak, değiştiremiyorduk diyelim. Öykümüz sarsıcılığından bir şey kaybetti mi, hiç. Anlatıların ne kaybı olabilir ki zaten? Umudumuz kalmadığında, böyle yaşayacağıma ölürüm dediğimizde ve öldüğümüzde biz bir şey kaybediyor muyuz? Canımız gidiyor ama devletlerin, toplumların nazarında bu da önemsiz bi ayrıntı. Yazarımıza itiraz edelim şimdi de, bunu bir yabancının öyküsü gibi okuyalım. İsviçre’de kamplarda mülteci arkadaşlarımız bazı sözcüklerin eşanlamlarına çok öfkelenirlerdi. En başta da yabancı anlamını da içeren etrange sözcüğü gelirdi. Anlamı birden fazlaydı, ama başta gelenleri tuhaf ve yabancıydı. Canı sıkılan Efendilerin kapısına dikilir, “ne demek tuhaf, eşek miyiz yani biz?” diye çıkışırdı.
Eşek deyip geçmeyelim diyeceğim, hele “Yolculuk” öyküsü “Van”ın bir öncesinde kitapta yer alıyorsa, ama biliyorum bu aşırı bir yorum olacak. Lakin birçok Ermeni Süryani anlatısında da vardır, 1915’te Van’dan çıkmak için önden atlar eşekler gönderiliyordur, bugün İranlı Afgan mülteciler Van’a girmek için hayvanlarını önden yolluyorlar. Bir kısırdöngünün aktarımı mıdır Ürgüp’ün anlatmak istediği bilmiyorum.
Öyküye dönecek olursak, şu sözlerle biter: “Ürküttük. Kovaladık. Gitti. Arkasına bakmadan. Asil bir şekilde.”
Yazarımız yazıcılıkta normal bir insan değil. “Bana ne derler” gibi ilkel kaygılanmaların insanı hiç değil. Eşeğin yitip gitmesine de kaygılanabilir, “Sen Gideli” öyküsündeki yaptığı gibi bir deliliğe de yakalanabilir. “Termal Oteli”ndeki Doktor gibi, hastasının gözünün önünde ölmesine de şahit olabilir. Uç öykülerdir bunlar ve diğerleri ama Ürgüp bunlarla vardır. Haliyle “Yolculuk”taki gelgite şaşırmamakla birlikte onu saptırmalı, ondan yeni öyküler bina edebilmeliyiz.
Yolculuk mayınlı tarlaya sürülen bir eşeğin öyküsü olabileceği gibi, o sınırı geçen bir mültecinin de öyküsü olabilir pekâlâ. Afrika’dan Asya’ya, Lübnan’da, Türkiye’de ya da İsviçre’de göçmenlerin birinci şikâyeti eşek gibi çalıştırılmaktır. Sürekli yük taşımaları, çok kolay ölüme terk edilmeleridir. Tamam da toplumlar umarsızca insan öldürdüğünde onların içinden biri olsun çıkıp itiraz etmez mi? Bir kenara bir çentik olsun atmaz mı? Bazen anlatmak “Yolculuk” öyküsünde de gördüğümüz gibi temel bir itiraz şekli olamaz mı?
Günümüz öyküsünden örnek verecek olursak Bora Abdo’nun Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü kitabı da bir yanıyla bu tür bir tanıklık değil midir? Tacizler, tecavüzler, cinayetler… Abdo son nefesini veriyormuşçasına, inanılmaz bir söz bolluğuyla aktarmaz mı olanı biteni?
Ürgüp’teki az ve öz konuşmanın da, Abdo’daki patlamanın da toplumda karşılığı vardır. Van’ın yayınlandığı 1966 Türkiye’si henüz suskundur ama konuşacaktır. Çağanoz’un yayımlandığı 2014 Türkiye’si konuşmuştur, çok konuşmuştur. Ama sözler değil, eylem hakkını alamamıştır. Karşı eylem ise devlet terörü, kadın cinayetleri, göçmenlerin sayıları milyonları dahi bulsa birer rehine gibi elde tutulmasını getirmiştir.
Ürgüp’ün “Van”, “Sen Gideli”, “Termal Oteli”, “Tren Yolculuğu” ve “Nevzat” öykülerini okuyanların ne denli sarsıldığını göz önüne getirebiliriz. “Van” bir yanıyla kaybın, diğer yanıyla dengede durmanın, durulamazsa yok olmanın öyküsüdür. İnsanlar vardır, birbirine yabancı, Devlet Demir Yolları çalışanları vardır, alkol alırlar, kışa dayanmak zordur. Şakalaşmak belki mümkündür ama aşırıya kaçmak affedilir şey değildir. Üşümüş insan bedeni kolaylıkla kırılır. Ölüm kapıyı çalmakta hiç gecikmez. Günümüzde Van’a dair haberlerden de aynı dengesizliğin doğurduğu ölümcül sonuçları öğrenmiyor muyuz? Vanlılara göre denizin, çoğumuza göre ise gölün altından kısa bir süre önce altmış bir (61) ceset çıkarıldı. Gemi taşıyacağından fazla yolcu aldığından hâlâ su altında. Ölüleriyle birlikte yatıyor. Van’ın İran sınırında da durum aynısıdır denebilir. Dağlardan olur olmaz cesetler çıkıyor.
Ürgüp’ü anmamın, öykülerini yeniden okumamın sebebi de bu oldu işte. Bir türlü yakamızı bırakmayan ölüm. “Van” öyküsünde vardır hani. Şehre bir yabancı gelmiştir. Tanımazlar, merak etmez ama yaftalarlar. Adam Milli Emniyet’tendir ahaliye göre. Her şeyin fotoğrafını çeker, karın, dağların. Acayiptir, bir makinasına el konacak olsa ikinci bir tanesi daha vardır. Bir adam vardır, nüfuzludur diyelim, bir geyiğin peşi sıra gitmiş kaybolmuştur, güya büyük bir gazete ülkenin merkezinden bu yabancıyı adamı arama çalışmalarına katılması için yollamıştır. Oysa adamın peşi sıra gidip kaybolduğu geyik geri döner, bir trenin kompartımanına sığınır. Ama gazetecimizin hiç ilgisini çekmez bu. Ahali tedirgin olur, adama biçtikleri rol bu değildir. Neden düşündükleri gibi yaşamıyordur.
Bir arkadaşım var, adı İzzetullah. “Afganistan vatandaşıyım ama aslen Azeri’yim,” diyor. Azeri olduğunu eklemese annesi babası alınacak, bir daha onunla konuşmayacak sanki. Bir de abisi var. Adı ne diye sordum, “Ajan 05,” dedi önce. Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal ettiğinde Ajan 05 genç bir gazeteciymiş. İran’ın saygın üniversitelerinden birinde tahsil yapmış. “İnanmazsın ama eskiden İran’da iyi eğitim veren saygın üniversiteler vardı,” diyor İzzetullah bir yandan da. “İnanmazsın ama bizde de beş yıl öncesine kadar çok iyi üniversiteler vardı,” dediğimdeyse, “İnanmak isterim,” diyor, “ne oldu sizin akademisyenlere?”
Hapse düştüler, sürgüne gittiler, gazetelerde köşe yazıları yazıyorlar, diyorum. “İran Türkiye olmayacak,” diyor gülüyoruz.
Ruslara yakın bir gazetede işe alınmış Ajan 05. Ürgüp’ün fotoğrafçısı gibi ülkenin ücra bir köşesine yollanmış. Moskova’ya haber geçer yorumlar yazarmış. O zaman adı Ajan 05’e çıkmış zaten. Gazeteci olsa BBC’ye, New York Times’a çalışacağı söyleniyormuş. Ruslar ajan ararlarmış, yoldaş ajan, gazeteci değil.
Sonraları Afganistan’ın başına neler geldi hepimizin malumu. Ajan 05’in, yani sonradan öğrendiğim gerçek ismiyle Muhammed’in de başına gelmeyen kalmamış Afganistan bombalanınca. Çok güzel bir karısı varmış, öyle diyor İzzetullah. Teyzesinin kızıymış, Amerikan bombardımanlarından birinde ölmüş kadın. Muhammed adı, yoksulluğu ve çocuklarıyla ortada kalmış. Kızı on dördüne geldiğinde kaçırılmış, evlenmiş. Muhammed, karısı, İzzetullah, hep eğitimli kimselermiş. Kız daha okurmuş, ama kaçırılan hamile de kalıyor ya diyor İzzetullah, “Abim kızını geri getiremedi. Çok incindi. İran’a gitti, inşaatlarda çalışıyordu. İran parasının bir değeri yok. Abimin oğlu sürekli televizyon, telefon, bilgisayar istiyordu, bunları İran’dan almak, Afganistan’a sokmak imkânsız değil ama her biri için aylarca çalışman gerekiyor.”
“Abim İran’ın yoksulluğuna dayanamadı. Tek dayanağı, yaşama sevinci oğluydu,” diyor İzzetullah. “Tamam babasından çok şey istiyordu ama dersleri iyiydi, zeki çocuktu yeğenim. Çok para yolladım Muhammed abime,” diyor. “Şubat’ın sonunda ben de Avrupa’ya geleceğim deyince para lazım olur, dedim. Ama kaç ay geçti abim ne parayı aldı, ne de bir daha haberleşebildik. Para Western Union’da duruyor öyle. Geri çekmek istemiyorum. Paranın lafı mı olur, alsın da.”
İnsan üstünkörü bir iki öyküsünü okuyunca Ece Ayhan’ın Fikret Ürgüp’ün yazarlığından neden bunca etkilenmiş olabileceğini anlayabiliyor.
“Termal Oteli” öyküsünde Ürgüp hikâye anlatıcısını bir Doktor olarak konumlandırır. Doktorumuz hastasını, Termal Oteli’nin Garsonunu anlatıyordur. Bu adamın eşi yoktur, oğluyla bir başına kalmıştır. Çocuk babasının yoksulluğundan utanıyordur. Oynamak için arkadaşlar arar ama bulamaz, Termal Oteli’nde kalan herkes az çok varlıklıdır. O ise altı üstü bir garsonun çocuğudur. Yalnız kalır. Babasına iyi davranmaz. Onun yemek davetini dahi karşılamaz. Öyle bir başına oyuna dahil olmayı bekler. Ânın içinde, anlatı sürerken daha adam rahatsızlanmaya başlar. Kan kusar. Doktoru da öleceğini bilir ama bir anda değil. Daha birkaç yılı vardır onun tahminine göre. Adam can çekişiyordur ama bu ne diğer garsonların ne de müşterilerin dikkatini çekiyordur. Çevre zaten duyarsızdır da, oğula içerler anlatıcı.
“Çocuklar insafsız olurlar ve sonradan içlerinde bilmedikleri yaralar kalır,” der.
Ece Ayhan’ın yakınlık duyduğu bu olsa gerektir. Çocuğun büyük uçurtması çalınmıştır deliliğinden.
İzzetullah ile el ele verip Van’ı aradık, Emniyet’i, Baro’yu, çeşitli kurumları. Dağdaki ölülerin içinde abisi yoktu. Göldekilerde de yoktu. İsim, soyisim, kimlik fotokopisi, ne istedilerse gönderdik. Abisi yoktu. Bir ara İzzetullah bana, ben ona birkaç günde bir sorduk. Bir haber var mı? İkimizde de yoktu. Gün oldu İzzetullah “Ölse haberimiz olurdu,” dedi. Gün oldu, “Ölsün de kaybolmasın,” dedi. “Annem nasıl dayanır, oğlu nasıl dayanır?”
Şimdi oğlan televizyonu, bilgisayarı her şeyi arkadaşlarına vermiş. Sadece telefonu elinde tutuyormuş, “Babam ararsa, babam arayacak,” diyormuş.
Aylar oldu. Muhammed’den bir haber yok. İzzetullah İran’da birçok kurumu aradı. Bana birçok telefon numarası verdi, İçişleri Bakanlığı dahil birçok kurumu aradık. O isimde birini ölü ya da diri ne İran’da ne de Türkiye’de bulabildik henüz. Tutuklanmamış da.
Çocuklar insafsız olabilirler belki ama umarım Muhammed’in oğlu Ekber’in içinde bilmediği yaralar açılmaz. Ne göçmenler ne de Fikret Ürgüp peşimi bıraktılar bu son aylarda. Ne haberler bitmek bildi, ne de edebiyatla hayatın alışverişi.
Bu yazıyı canla başla yazmadım, ama yazmaya, insanlarla paylaşmaya da mecbur kaldım. Çok zorlandım. Hayat da böyle işte, Ürgüp’ün öyküleri gibi insana okumayı yazmayı dayatıyor.