Mültecilik, göç, insan hakları ve sağlık günümüzde tartışılması gereken en önemli konular haline gelmiştir. Ölümlerin arttığı göç yolları, kimsesiz mezarlıklarının mülteci mezarlıklarına dönüştüğü, Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler için Akdeniz’in “mavi bir mezar” haline geldiği, sınırların yüksek dikenli tellerle örüldüğü ve mültecilerin en temel insan haklarından biri olan “yaşam” koşullarının sağlanılmaması bu kavramların ne denli önemli olduğuna dair somut bir işarettir. Mültecilerin gittikleri ülkelerde ayrımcılık, ötekileştirme ve en temel haklardan yararlanamayacak bir sosyal statüye tabi tutulması konunun derinlemesine incelenmesini zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluğun göstergelerinden biri ise artan mülteci mezarlıklarıdır. Mezarlıklar ve ölüm aynı zamanda toplumsal, kültürel ve siyasi söylemler içermektedir. Bir toplumsal grubun ölme şekilleri veya mezarlıklarının mekânsal konumu o grup hakkında önemli bilgiler vermektedir. Mülteci mezarlıkları bugün sınır boylarında, denizlerde ve dağlarda kimsesiz bir şekilde ölmüş insanlar ile dolmaktadır. Bu çalışmada mülteci olgusu, beden, ölüm ve mezarlıklar üzerinden tartışılacaktır.
Tarihin başından beri her topluluğun konumlandığı belirli bir alan ve bu alan içinde topluluğun oluşturmuş olduğu kültürel, siyasi veya toplumsal mekânlar bulunmaktadır. Mezarlık ise bu mekânlardan en önemlileri arasında yer almaktadır. Ölüm, kültürel veya mitolojik olarak toplumlar içinde bir yolculuk ritüeli olarak tanımlanmaktır. “Veda” edilen kişiye dair minnetin bir işareti olarak törenler, mezarlar ve anıtlar yapılmaktadır. Mezar, mezar taşları, anıtlar ve cenaze merasimleri ölüm ve hayat arasındaki geçiş ritüellerinin bir parçasıdır. Mezarlıklar toplumların sosyal, kültürel özelliklerini yansıtan bir mekândır. Mekân yalnızca statik bir öğe değil, aynı zamanda üreten dinamik bir öznedir (Lefebvre, 2014). Mekân siyasi olan ile toplumsal olanı, zihinsel olan ile toplumsal olanı birbiriyle ilişkilendirir. Mekân, anı, duygu ve zihinsel olan birçok süreci içinde barındırır. Bu bağlamda mezarlıklar mekânsal olarak incelendiğinde gruba, topluma, zihniyete ve durama yönelik fikir geliştirmede önemli veriler sunar. Bu bağlamda mülteci mezarlıkları incelenmesi gereken önemli bir alandır. Mülteci ölümleri göç yollarında, şehirlerde iş kazalarında veya ayrımcı-ırkçı saldırılar ile gerçekleşmektedir. Bunların her biri birer sağlık sorunu olarak ele alınmalıdır. Sağlık sosyolojisi toplumsal olan olguların bireyin sağlığı üzerindeki etkisini incelerken mültecilerin ölüm sebeplerinin salt biyolojik olgular olmadığı üzerinde durur. Artan mülteci ölümlerinin kimsesizler mezarlıklarını birer mülteci mezarlığına dönüştürmesi ise en çarpıcı noktadır.
Dağlarda, göç yollarında ve denizlerde boğularak ölen mülteciler görevliler tarafından hastane morglarına götürülmekte ve kimsesi çıkmadığı durumlarda ise kimsesizler mezarlığına gömülmektedir. Kimsesiz, törensiz ve bir mezar taşı olmadan gömülmek ise insanlık onurunu en incitici durumlardan biridir. Mezar taşlarına isimleri bile olmadan gömülen mülteciler; “yolda bulunan”, “boğulan”, “Suriye”, “kargodan gelen” veya “Afgan” yazılarak defnedilmektedir. Savaş veya salgın dönemlerinde fazlaca ölüm olması toplumların defin ritüellerini veya kutsal âdetlerine karşı hassasiyeti azaltmaktadır. Ya da bebek ölümleri sonrası yapılan defin işlemlerinde kültürel ritüeller tam olarak yerine getirilmeyebilir. Bu durumlar toplumsal bellekte acı bir iz bırakmaktadır. Ancak mültecilerin ölüm ritüellerinin gerçekleşmemesi veya kimsesiz bir biçimde gömülmesi oldukça önemli bir krizin göstergesidir. Mülteci mezarlıklarının konumlanışı, dizaynı ve defin işlemleri mülteci krizinin mekânsal halidir. Mültecilerin bir birey olarak değil, bir beden olarak görülmesi Agamben’in “kutsal insan” ve “mültecilik” üzerine kavramsallaştırmaları ile önemli ölçüde bağlantılıdır. Birey biyolojik bir olgu olarak doğum ile elde ettiği siyasal haklarını mülteci olarak kaybetmiştir.
Mülteci Sağlığı Sosyolojisi
Mültecilik farklı biçimlerde ele alınabilen, geniş sosyolojik bir olgudur. Mültecilik; siyasi, ekonomik, kültürel, demografik ve sağlık gibi birçok alanda incelenebilir. Modern dünyanın ortaya çıkarmış olduğu krizlerden biri olan mültecilik, insan hakları, sağlık, yurttaşlık ve ekonomi gibi birçok meseleyi tekrar gündeme getirmiştir. Mültecilik, bir halk sağlığı sorunu olarak savaş sonrası doğdukları veya yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalan insanların yaşamlarını güvenilir bir biçimde sürdürecekleri bir başka yere gitmesi anlamına gelmektedir.
Mülteci sağlığı konusunun, sağlık sosyolojisinin bir alt başlığı olmaktan öte, kapsamlı bir alan olarak tartışılması gerekir. Göç yollarının tehlikelileri, sağlıksız beslenme, barınma, ruh sağlığı, travmalar, üreme sağlığı, temizlik ve damgalanma gibi alt başlıklar, kapsamlı bir mülteci sağlığı sosyolojisi ile anlaşılabilir. Mülteciler, sağlık anlamında kötü şartlarda yaşamlarını sürdürmektedir. Sağlığa ulaşma noktasında mülteciler hakkında politikalar ülkeden ülkeye değişmektedir. Ancak temel olarak bir mülteci sağlığı sorunu olduğu söylenebilir. Mülteciler; barınma beslenme, sağlık ve sosyal imkânlara ulaşmada güçlük, şiddet ve damgalama gibi birçok nedenle sağlık alanında dezavantajlı bir grupta yer almaktadır. Isparta’da mülteciler ile yapılan bir araştırma sonucunda sağlık sorunu olan mültecilerin büyük kısmı “psikolojik rahatsızlıklarım var” demektedir (Önal ve Keklik, 2016). Yine bu araştırmada mültecilerin yaşadığı en büyük sorunun, hekimlerin olumsuz tutumları, iletişim sorunu ve maddi yetersizlikler olarak gösterilmektedir. Mültecilerin aylık sağlık harcamaları ise 30 lirayı geçmemektedir (Önal ve Keklik, 2016). Ayrıca bulaşıcı hastalıkların yayılma hızının sağlıksız göç ve barınma-kamp koşullarından kaynaklı daha fazla olduğu söylenebilir. Türk Tabipler Birliği’nin raporuna göre mülteciler savaşın etkilerinden dolayı “yaşam ve sağlıktan yana politik isteksizlik bulaşıcı hastalıkların dışındaki tehditler için de en büyük sorun olarak görünmektedir” (Türk Tabipler Birliği, 2016, s. 50). Bunun yanı sıra ucuz işgücü olarak kullanılan mülteciler çok sayıda iş cinayetine maruz kalmaktadır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi Türkiye’deki işçi ölümlerin büyük bir kısmını mültecilerin oluşturduğunu söylemektedir.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi 2019 yılı raporuna göre 6 senede 506 mülteci işçi hayatını kaybetti. 2013 yılından bu yana mülteci işçi ölümlerinin artan bir grafikte seyrettiği görülüyor. 2013’te 22 göçmen/mülteci işçi (toplam işçi ölümleri içinde yüzde 2), 2014’te 53 göçmen/mülteci işçi (yüzde 3), 2015’te 67 göçmen/mülteci işçi (yüzde 4), 2016’da 96 göçmen/mülteci işçi (yüzde 5), 2017’de 88 göçmen/mülteci işçi (yüzde 4), 2018’de 110 göçmen/mülteci işçi (yüzde 6) ve 2019’da 112 göçmen/mülteci işçi (yüzde 7) iş cinayetlerinde can verdi. 2019’da ölen işçilerin 40’ı Suriyeli, 36’sı Afganistanlı, 6’sı İranlı, 6’sı Özbekistanlı, 6’sı Ukraynalı, 4’ü Rusyalı, 3’ü Azerbaycanlı, 2’si Gürcistanlı, 1’i Bulgaristanlı, 1’i Çekyalı, 1’i İtalyalı, 1’i Kolombiyalı ve 1’i de Polonyalı. Bu veri, Afganistanlı işçi ölümlerinin son dönemde Suriyeli işçilere yaklaştığını da gösteriyor (Akdeniz, 2021).
Başka bir dezavantajlı grup olarak kadın mültecilerin yaşamış oldukları ise oldukça ciddi bir boyuttadır. Kadın mültecilerin sağlık imkânlarına ulaşmada yaşadıkları zorluklar, doğum ve üreme ile ilgili sağlık sorunlarını beraberinde getirmektedir. Ancak bu noktada tek sorun, sağlık hizmetine ulaşmada kadın mültecilerin yaşadıkları isteksizlik değil, aynı zamanda sağlık hizmetlerinin eksikliğidir.
Mülteci kadınlar Türkiye de bulundukları süre içinde bu konularda herhangi bir yardım almadıklarını belirtmektedirler. Hatta ‘Birinci basamak sağlık kurumları olan Toplum Sağlığı Merkezleri ve Aile Sağlığı Merkezleri ile Kamu Hastaneleri’ne bu amaçla başvuru yaptıklarında bu hizmetlerin verilmediği söylendiği’ni belirtilmektedir. Şanlıurfa’da bulunan Suriyeli kadınlarla ilgili yapılan bir çalışmada, kadınların %26,7’sinin gebeliği nedeniyle hiçbir sağlık çalışanına başvurmadığı, %47,7’sinin Türkiye’ye geldikten sonra düşük ya da ölü doğum şeklinde gebelik kaybı yaşadıkları, karşılanmamış aile planlaması ihtiyacının %36,4 olduğu saptanmıştır (Türk Tabipler Birliği, 2016, s. 53).
Bu anlamda kadın mültecilerin gereksinim duydukları sağlık hizmetlerinin yeterli miktarda verilmediği söylenebilir. Kadın mülteciler, yaşanan kısa süreli evlilikler nedeniyle cinsel yolla bulaşan hastalıklara maruz kalmaktadır. Ancak bu durum bireyi bir damgalama ile yüz yüze getirmektedir.
İnsan hakları temelli bir yaklaşımın eksikliği, göçmenlerin sağlık hizmetlerine erişimini daha da fazla engelleyen kesişimsel ayrımcılık örüntülerine de yol açmaktadır. Örneğin, kadın göçmenler, göçmen karşıtlığı ve ırkçılıkla harmanlanmış toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar. Ayrıca, kendi topluluklarında da dışlanmış kişiler, diğer bir deyişle hem kendi toplulukları hem de ev sahibi topluluk tarafından çoklu ayrımcılığa uğrayan kişiler, bu örüntülerle daha sık karşılaşmaktadırlar. Engelli kişiler, yaşlılar, çocuklar, HIV’le ya da başka bulaşıcı hastalıklarla yaşayan kişiler, LGBTQI+ kişiler, etnik ya da dilsel azınlıkların üyesi olan kişiler (örneğin Romanlar) bu ayrımcılık örüntüleriyle sık sık karşılaşmaktadırlar (GAR, 2020).
Mültecilerin gündelik hayat örüntüleri, etkileşimleri, kimlik ve rolleri yine sağlığa erişim noktasında önemli bir noktada durmaktadır. Mülteciler kendi içerisinde çeşitli gruplar oluşturur: Afgan, Suriyeli, Iraklı veya mezhepsel ayrışmalar. Mültecilerin kendi aralarında kurdukları ağlar, sağlığı erişim noktasında da önemli “faydalar” sağlamaktadır. Göç Araştırmaları Derneği (GAR) tarafından gerçekleştirilen “Göçmenlerin İstanbul’daki Sağlık Hizmetlerine Erişimlerinin Önündeki Engeller ve Kolaylaştırıcılar" isimli araştırma raporu mültecilerin Türkiye’de sağlığa erişme noktasında bazı sorunları ve engelleri kendi aralarında kurmuş oldukları ağlar ile aştığını göstermiştir. Göçmen ağlar, mahalle ve komşuluk ağları, sosyal medya ve yine mültecilerin kendi aralarında kurdukları sivil toplum örgütleri ve sivil inisiyatifler mültecilerin sağlığa erişimi noktasında önemli bir ayrıntıdır. Mültecilerin bu ağları oluşturmasının veya üretmesinin temel sebebi sağlığa ulaşırken karşılaştıkları engellerdir. Bu engeller yine Göç Araştırmaları Derneği raporunda da gösterildiği gibi, yasal statülerinin belirsizliği, ayrımcılık ve özelikle cinsiyet temelli ayrımcılıktır. Sivil inisiyatifler ve sivil toplum örgütleri mülteciler için sağlık hizmetlerine ulaşmada kolaylaştırıcı aktörlerdir.
Mültecilerin sağlık hizmetlerine ulaşımı noktasındaki büyük engel, yaşam koşulları ile birbirini yeniden üreten durumlarıdır. Mülteciler kötü koşullarda barınıyor, düşük maaşla ağır işlerde çalıştırılıyor ve bu nedenle sağlık hizmetlerine ulaşması gereken hastalıklarla yüz yüze geliyorlar. Yine mülteci olduğu için bu sağlık hizmetlerinden sınırlı biçimde yararlanıyor ve kendi ağları ile sağlık hizmetlerine erişim sağlıyorlar.
Nuri Bey’in Ugandalı bir mültecinin durumuna ilişkin ifadesi, sağlık ile çalışma ve yaşam koşullarının birbirine bağlı olduğunu kanıtlıyor: “Ugandalı bir kadın dört çocuğuna bakmak için buraya [İstanbul] gelmiş. Bir bisiklet fabrikasının boya departmanında çalışıyordu. Fabrikadaki kimyasallardan bir enfeksiyon kaptı. Yaşadığı yer zaten nemli. Enfeksiyonu evde daha da kötüleşti” (GAR, 2020, s. 33).
Ağır işlerde çalışan mülteciler düşük ücret ve yüksek risk altında çalışmaktadır. Bu ağır işlerde çalışan mültecilerin belli bir süreden sonra solunum yolu, kalp, karaciğer, cilt veya çeşitli organlarında hasarlar meydana gelmektedir. Bu hasarlar bireyin sigortası olmadığından kaynaklı işverene bildirilmemekte, yine sosyal ağlar içinde çözüm aranmaktadır.
Ayrıca, kayıtsız göçmenler iş kazası yaşadıklarında, kendi masraflarını karşılamaları beklenmekte ve kişiler işlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Kayıt dışı sektörde çalışan göçmenler işlerini kaybetmedikleri zaman bile günlük veya haftalık olarak ücret aldıklarından, işle ilgili bir hastalıkları veya yaralanmaları olduğunda genellikle gelirlerini kaybetmektedirler (GAR, 2020, s. 33).
Sağlığın yaygın tanımlamalarından biri “iyilik hali”dir. Mülteci sağlığı ise ayrımcılıklara, kötü beslenme ve barınma koşullarına “rağmen” iyilik hali olarak tanımlanabilir. Ayrımcılık, iş kazaları, iş hastalıkları ve sigortasız işler mültecilerin sağlığa olan talebini arttırmakta ve artan bu talep daha fazla ayrımcılık ile yüz yüze gelmektedir. Bu ayrımcılığa maruz kalmak istemeyen mülteciler ise kendi sağlık hizmetlerini yine kendi sosyal ağları ile üretmeye çalışmaktadır.
Biyosiyaset ve Mültecilik
Mülteci bedeninin sosyolojik olarak bir diğer inceleneceği alan ise biyosiyasettir. Biyosiyaset en temel anlamda bedenin bir nüfus düzenlenme aracı olarak kullanılması olarak tanımlanabilir. Agamben’in “çıplak beden” olarak kavramsallaştırdığı bürokratik bedenden ayrılan olgu mültecilikle örtüşmektedir. Bedenin siyasi bir anlam kazanmasının sebebini belli bir siyasi sınır içinde doğması olarak tanımlayan Agamben, bu sınırlardan çıkmak zorunda bırakılan mülteci bedeninin insan haklarından mahrum, vatandaşlık haklarından mahrum “çıplak beden” olarak kaldığını söylemektedir.
Ulus-devlet sisteminde, insanların güya kutsal ve ellerinden alınamaz olan hakları, bir devletin vatandaşına ait haklar biçiminden çıktıkları anda ortada korumasız kalıyor ve gerçekliklerini yitiriyorlar (Agamben, 2001, s. 153).
Agamben (2001, s. 255) 1789 İnsan Hakları Bildirgesi’nin eleştirisini yaparken hakların ancak bir ulus içinde geçerli olduğunu ve bildirgenin temelinde hakların taşıyıcısı olarak ortaya çıkan şeyin çıplak beden olarak doğal hayat olduğunu söylemektir. Ancak biyosiyasetin temeline yerleştirilen doğal hayatın vatandaş kavramı ile yok olduğunu söylemektedir. Doğum unsurunu vatandaşlık ve ulus-devlet ile birleştiren ve bireyi çıplak bir bedenden vatandaşa çeviren biyosiyaset “insanın doğumuyla oluşmaya başlayan çemberi” ile kapanmıştır (Agamben, 2001, s. 154). Bireyin tebaadan vatandaşa dönüşmesinde “doğum; doğrudan doğruya ulus” olmaktadır (Agamben, 2001, s. 155).
Doğum ile ulus arasındaki gizli fark Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’nın jeopolitik düzeninin yıkılmasından sonra süreğen bir kriz dönemine girdiği zaman Nazizm ile faşizm, yani doğal hayatı egemen kararların örnek/birincil nesnesi yapan bu iki biyosiyasal hareket ortaya çıktı (Agamben, 2001, s. 155).
Bu bağlamda mülteci bedeninin bugün modern anlamda bir kriz doğurmasının temel sebebi yersiz yurtsuz edilerek vatandaşlık ve doğum arasındaki bağın koparılmasıdır. Agamben’e göre mülteci bedeni insan ile vatandaş, doğum ile milliyet arasındaki sürekliliği koparmıştır. Bu durum modern egemenliğin doğasını bozmaktadır. Bu anlamda mültecileri biyosiyasal olarak tanımlamak modern anlamda oldukça zordur. Arendt (1998) yaşadıkları ülkelerdeki totaliter rejimlerden kaçan mültecilerin insan haklarının temeli olan barınma hakkını değiştirdiğini söylemektedir.
Yüzbinlerce devletsiz insanın ortaya çıkmasının ulus-devletlere verdiği ilk büyük zarar, uluslararası ilişkiler alanında İnsan Haklarının her zaman simgesi sayılmış yegane hak olan barınma hakkının lağvedilmesi oldu. Bu hakkın uzun ve kutsal tarihi, düzenli siyasi yaşamın başlangıcına kadar uzanır; eski zamanlardan beri hem mülteciyi hem de barınılan ülkeyi, insanların kontrolleri dışındaki koşullardan ötürü yasadışı olmaya zorlandıkları durumlardan korumuştur (Arendt, 1998, s. 276).
Mülteciler gittikleri ülkelerde çıplak bir beden, tüm vatandaşlık haklarından mahrum bir biyolojik kütle olarak var olmaktadır. Vatandaş olmayan ancak turist olarak gelmeyen ve ne kadar kalacağı ve ne yapacağı belli olmayan mülteci korkulacak bir şeye dönüşmüştür. Turist veya göçmen, modern anlamda bir tanımlama ve krize neden olmamaktadır. Çünkü geliş ve yerleşme süreleri tamamen kontrol altındadır. Planlı bir şekilde olmaması ve müphem hali mülteciliği modern biyosiyasette beden olarak yerleştirilecek bir yer bulunamamasına sebep olmaktadır. Modern anlamda ulus-devletler doğal hayat ile siyasal anlamda hiçbir değeri olmayan hayatı birbirinden ayırmaktadır. Agamben (2011, s. 160) mültecilik sorunun “münferit” bir olay olarak görmekten öte “kitlesel bir fenomen haline geldiği” günümüzde, mülteci krizinin çözülmemesinin temelini “kutsal ve ellerinden alınmaz, doğuştan gelen” hakların verilmemesi olarak göstermektedir.
Mülteci neyse öyle algılanmalıdır: Mülteci, doğum-ulus ilişkisinden insan-vatandaş ilişkisine kadar ulus-devletin temel kategorilerini radikal biçimde kuşku alanına çeken ve böyle yapmakla da, çıplak hayatın (ne devlet düzeninde ne de insan hakları yapısında) ayrı ve istisna sayılmadığı bir siyasetin hizmetine yeni kategoriler sunmanın (ki zaten bu iş çok gecikmiştir) yolunu açan sınırsal bir kavramdan daha az bir şey değildir (Agamben, 2001, s. 161).
Mülteci bedeni siyasal bir özne olmaktan öte bir kutsal beden, yani öldürülebilen ama kurban edilemeyen hayat olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle salt yardım ve koruma nesnesi olarak görülmektedir. Agamben’e (2001, s. 161) göre siyasetten koparılmış bir yardımseverlik mülteci sorununu algılamakta yetersiz kalmaktadır. Ayrıca kamp gibi mültecilerin kaldığı alanları ise “saf istisna mekânı” olan bir biyosiyasal paradigma olarak tanımlamaktadır. Mültecilik ve insan hakları kavramlarının birbirinden kesinkes ayrılması gerektiğini söyleyen Agamben (2001), Arendt ’in (1998, s. 120) “insan haklarının kaderi ile ulus-devletin kaderinin birbirine bağlı olduğunu, o kadar ki birinin yaşayacağı kriz ve çöküşün kaçınılmaz olarak ötekinin sonu anlamına geldiğini” düşüncesi üzerinde durulmasında ısrar eder. Mülteci bedeni doğuşundan kaynaklı sahip olduğu vatandaşlık, yani siyasi kütlesi, savaş nedeni ile çıktığı sınırların ardında anlamsız bir hale dönüşür. Mülteci farklı bir ülkede artık sadece çıplak bir bedendir. Agamben kutsal insanı Roma hukukundaki öldürülmesi günah olmayan ama yaşamasına da izin verilen beden üzerinden tanımlar. Bu anlamda mülteci ölümleri sosyolojik bir anlam taşımaktadır.
Mülteci Ölümleri ve Büyüyen Kriz Mekânları
Ölüm olgusu, biyolojik tanımının ötesinde kültürel, sosyolojik bir tanımlamadır. Ölüm ile toplumsal konum arasında anlamlı bir ilişki vardır. Charmaz (1980, s. 40), ölümün eşitsiz yaşam koşulları, tıbbi uygulamaların eksikliği, sağlık hizmetlerine ulaşma düzeyi gibi faktörler ile değiştiğini söylemektedir. Ölümün Sosyal Gerçekliği (1980) adlı eserinde Amerika’da azınlık ve göçmen nüfusun, beyaz ölümlerine göre çok daha fazla olduğuna dair istatistikler sunar. Bireyin almış olduğu sağlık hizmeti, beslenme koşulları, barınma durumu ölüm oranına bağlı risk faktörleridir. Bu anlamda bireyin ulaştığı tıbbi girişimlerdeki farklılıklar sosyal sınıflara bağlıdır. Bu bağlamda yine Charmaz, etnik kimlik ve ekonomik duruma göre Amerika’da yaşayan beyazların azınlıklara göre ölüm istatistiklerin farklı olmasını eşitsizlik ile ifade etmiştir. Ölüm oranlarının az gelişmiş toplumlarda yüksek, Avrupa ve gelişmiş toplumlarda daha düşük olduğu söylenebilir. Bu anlamda ölüme ve yaşama dair düşünceler toplumsal bakış açıları ile iç içedir. Ölüm kavramı hakkındaki genel kabul temel olarak siyasi bir söylemdir. Ölüme dair pratikler temel olarak güç ilişkilerini vurgulayan bir süreçtir. Bu anlamda ölüm bireye ait bir deneyim olduğu kadar ideolojik sınıf eşitsizliklerine dayanan bir olgudur.
Ölüme dair bireyin deneyimi ise anlama ve yoruma dayalıdır. Gündelik yaşam içinde ölüm pratiği dil ve kültürel tanımlamalar ile üretilmektedir. Ölüm ve ölme ritüelleri etkileşim süreçlerinde deneyimlenen ve üretilen semboller ile çeşitli toplumlarda farklı anlam taşır. Ölüme dair pratiklerin bireysel bir deneyim ile kişiye ne hissettirdiğini anlamak gerekmektedir. Ölüyü mezara gömmenin, yakmanın, küllerini saklamanın somut karşılıkları değil, toplumsal olarak yüklendiği anlamları yorumlamak ve kavramak ölüm hakkında önemli sosyolojik veriler oluşturabilir.
Toplumlar tarih boyunca ölüme ve mezarlıklara ilişkin semboller ve kültürel öğeler üretmiştir. Gündelik yaşam içinde ortaya çıkan coğrafyalara göre farklılık gösteren ritüeller farklı biçimlerde günümüze kadar taşınmıştır. Ölüm sonrası yapılan matem ritüelleri yas dönemi ile toplumsal bir birleştirici rol üstlenir. Ölüm sonrası ritüeller gündelik yaşamda bireyin ve toplumun ölüme yüklediği anlamı meydana getiren sembollerdir. Ölüm mekânları olarak karşımıza çıkan mezarlıklar bunlardan biridir. Toplumsal olarak birleştirici bir rol üstlenen mezarlıklar bir mekân olarak farklı anlamlar üretir. Mezarlıkların yerleşim düzeni, mezar taşları, mezarın kazılma ve ölünün gömülme şekilleri toplumsal simgelerdir. Geleneksel toplumlarda mezarlık evin içinde bile yer alan bir mekân olarak algılanabilirdi. Ancak günümüzde evin içinde veya bahçesinde yapılacak olan bir mezar oldukça ürkücü bir görüntü olarak karşımıza çıkmaktadır. Mezarlıklar günümüzde belediyelerin belirlediği alanlarda belli “resmî” kurallara göre üretilen mekânlardır.
Günümüzde, modern hayatın kurguladığı/kurgulandığı kentlerde ve metropollerde cenaze törenlerinin ve ölümle ilgili inanç, değer ve algılamalar artık değişmiştir. Ölüme ait kültürel törenler, merasimler, ritüeller yerini basit, sade ve tekdüze bir kültürel alana bırakmıştır. Belediye anonsları, belediyelerin cenaze hizmetleri, çeşitli biçimlerde sunulan mezar bakım ve dua hizmetleri, gazeteye verilen ölüm ilanları ve mezarlıkların değişmesi ya da standartlaşması gibi göstergeler, ölüm olayının kültürel ontolojik zeminine zarar verirken, kültürel bir metafor olarak ölüm imgesini de toplum dışına itmekte ve ölümün sosyolojinin yapılmasını zorunlu kılmaktadır (Sağır, 2012).
Mezarlıklar içinde toplumsal konumlar etkisini yitirmemektedir. Foucault bir heterotopya özelliği olarak geçmişteki etkisini günümüzde kaybeden mekânları mezarlık ile örneklendirir. Geçmişteki kültürel değeri artık taşımayan ve ürkütücü bir mekân olarak tanımladığı mezarlıkları heterotopya olarak açıklar. Mezar taşları bu anlamda mezardaki bireyin sosyal hayattaki statüsü hakkında bilgi verir.
Örnek olarak, ilginç bir heterotopya olan mezarlığı alıyorum. Mezarlık, kuşkusuz, sıradan kültürel mekanlara göre başka bir yerdir, yine de kentin, toplumun ya da köyün bütün mevkileriyle ilişkide olan bir uzamdır, çünkü her bireyin, her ailenin mezarlıkta akrabaları olabilir. Batı kültüründe mezarlık, pratik olarak, her zaman var oldu. Fakat önemli değişimler geçirdi. On sekizinci yüzyılın sonuna kadar mezarlık kentin ortasında, kilisenin yanında bulunuyordu. Burada, olabilecek her tür kabir hiyerarşisi mevcuttu. Cesetlerin, bireyselliklerini en ufak izine varıncaya kadar kaybettikleri kemiklikler var olduğu gibi, bazı kişisel mezarlar ve kilisenin içinde bulunan mezarlar vardı. Bu sonuncu mezarlar iki çeşitti. Ya bir işareti olan basit kapak taşları ya da anıtları olan mozoleler. Kilisenin kutsal mekanında bulunan bu mezarlık modem uygarlıklarda tamamen farklı bir görünüm edinmiştir ve ilginç biçimde, uygarlığın -kabaca bir ifadeyle- "tanrıtanımaz" olduğu dönemde Batı kültürü ölü kültü denen şeyi başlatmıştır (Foucault, 2005, s. 297).
Mezarlık önemli kültürel bir mekândır. Mezarlıklar bir toplumun kültürünü, ölüme bakış açısını ve gündelik örüntülerini açıklayan bir mekânsallıktır. Toplumsal değişimler mekânları değiştirmekte ve konumlarını yeniden üretmektedir. Ölüm ve ölüme dair kültürel simgeler sosyoloji tarafından incelenmiştir ancak mezarlık, mezar taşı gibi tanımlamalar literatürde oldukça az bulunmaktadır. Ölüm toplumsal bir ritüel olarak toplumu üretir, grup haline getirir. Ölüm iki grup arasında bağların artmasına ya da kopmasına neden olabilir. Ölüm mekânları olarak mezarlıklar ise bu toplumsal örüntülerin görünür alanlarıdır. Mekân temel olarak bir söylem üretir, toplumu düzenler ve oluşturur. Mezarlıklar, mezar taşları, mezarlık kapıları veya mezarlık girişindeki yazılar mekânsal söylemdir. Mezarlıklar kültür, ekonomi, sanat veya dinî görüşlerin yansıtıldığı bir mekândır.
Gösterişli mezar taşları, tüketicilerin maddi güçlerini gösteren ve sınıflar arası farklılıkları da vurgulayan sembollere dönüşebilmektedir. Bu farklılıkların yanında kabristanların fiziksel mekândaki konumları bile kabristanın toplumsal ve ekonomik değeri farklılaşabilmektedir. Çünkü kabristanlar maddi güce ve sınıflar arası farklılığa göre biçimlenebilmektedir (Öksüz, 2019).
Modernleşme toplumsal olan birçok mekânın değişimine yol açmıştır ve mezarlıklar da bu mekânlardan biridir. Mekân olarak mezarlıkların modernleşme ile birlikte anlamı farklılaşmıştır. Mezarlık ziyaretlerinin sekülerleşme ile ilişkisini açıklayan bir çalışma, günümüzde mezarların “modern dünyada mezarlıkların dini bir topluluktan ziyade giderek bir aile toplumu için alanlar haline geldiğini” öne sürmektedir (Colombo ve Vlach, 2021). Mezarlıklar mekânsal anlamda seküler alanlardır (Rugg, 2000). Mezarlık mekânları tamamen belediye yetkilileri veya özel sektör tarafından yapılmaktadır. Ayrıca Colombo ve Vlach (2021), çalışmalarında, “mezarlık ziyaretlerini dini bir faaliyetten ziyade nesiller arası ve nesiller arası bir sosyal yükümlülüğün ifadesi” olarak açıklamaktadır. Günümüzde mezarlıklar kentin içinde ancak bir o kadar kentten ayrı bir “ölü gettosu” haline gelmiştir. Mezarlık müdürlükleri oluşturulmuş, bu işlerle ilgilenen memurlar atanmış ve mezarlıklar duvarlarla kentten ayrıştırılmıştır. Yine başka bir çalışmada mezarlıklar modern olarak bilinçli olarak oluşturulmuş ve oldukça organize edilmiş kültürel peyzajlar olarak tanımlanmaktadır (Francaviglia, 1971).
Mezarlıklar temel olarak öleni kutsama, onu yapılabilecek saygısızlıklardan korumak için korunaklı mekânlar olarak tasarlanmıştır. Geçmişte toplumsal olarak birleştirici ritüellerin gerçekleştiği bir mekân olarak karşımıza çıkan mezarlıklar günümüzde ailelerin bireysel ziyaretleri ile varlığını korumaktadır. Mezarlıklar ölünün bedeninin kutsandığı, yasının tutulduğu ve hatıralarının canlandığı bir duygu mekânıdır. Birey ölenlerin yasını mezarlık mekânında daha yoğun olarak deneyimleyebilir. Bu anlamda mezarlık, ölen bireyin geride bıraktığı yakınları için bir yas, duygu ve değer mekânıdır. Bu mekânların ölenin kimliğine göre değersizleştirilmesi ise temelinde insan hakları ihlalidir. Arendt ve Agamben’in mülteci ölümleri ve mülteci bedenin doğuştan gelen haklardan sıyrıldığını ve “çıplak bedene” dönüştüğünü tanımlaması ve mültecilere yapılan insan hakları ihlallerini açıklaması oldukça önemlidir. Mülteci bedeni saygı duyulacak bir mezarlığa sahip olacak haklara sahip değildir çünkü mülteci “kutsal insandır”. Mülteci öldürülmesi günah olmayan ancak yaşamasına izin verilen bir bedendir. Tüm haklardan sıyrılmış bir varlıktır. Kendi vatanında doğması bireye haklar sağlar ancak vatan sınırları dışında birey, birden çıplak kalır. Biyolojik doğumdan gelen beden, birden mülteciye, yani farklı bir konuma dönüşür. Modern ulus sınırlarının temel krizi ise mülteci kimliğinin krizidir (Agamben, 2001; Arendt, 1998). Mülteci krizinin önemli bir boyutu ise mülteci bedenin ölümüdür. Büyüyen mülteci mezarlıkları ise mülteci krizinin mekânsal söylemidir.
Dağların, denizlerin, göllerin ve kimsesiz mezarlıklarının birer mülteci mezarlığına dönüşmesi mülteci krizinin önemli bir göstergesidir. Mülteciler önemli sağlık sorunları ile karşı karşıya kaldıkları göç yollarında bulaşıcı hastalıklara, vahşi hayvan saldırılarına maruz kalmaktadırlar. Bunların yanı sıra güvenlik önlemlerinin hiçe sayıldığı teknelerde, mülteciler ölümle yüz yüze gelmektedir. Geçişlerin güvenlik güçlerine yakalanmadan gerçekleşmesi için dağ yollarını kullanan mülteciler donarak hayatlarını kaybetmektedir. Bu zorlu yolcular sırasında savaşlarda olduğu gibi yine en çok etkilenen grup çocuklar olmaktadır. Çocuk mülteciler, zorlu göç yollarında yaşamlarını yitirmektedir. UNICEF geçtiğimiz hafta Orta Akdeniz’de meydana gelen ve yanlarında kimsesi bulunmayan çok sayıda çocuğun da yaşamını yitirdiği tahmin edilen göçmen ve mülteci ölümleri konusundaki kaygılarını dile getirdi (UNICEF, 2016).
Akdeniz mültecilerin önemli olarak kullandığı geçiş yollarından biridir. Akdeniz’de gerçekleşen kazalar ise büyük mülteci ölümlerine yol açmaktadır. Sadece Akdeniz’de boğularak ölen mülteciler Akdeniz’in büyük bir mülteci mezarlığına dönüştüğünün önemli bir göstergesidir. Denizde ölen mülteci bedenleri kimi zaman kıyaya vurmakta kimi zaman ise kaybolmaktadır. Büyük bir mezarlığa dönüşen deniz, mülteci bedenini değersizleştiren, yok eden bir mekân olarak tanımlanabilir.
Ülkelerindeki savaş, açlık ve hastalık sebebi ile yaşadıkları bölgeyi terk edip daha iyi bir gelecek için Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaşmak isteyen binlerce insan bu hayallerini çok riskli bir şekilde gerçekleştirebiliyor. 2014 yılından bu yana Akdeniz’i kullanarak Avrupa’ya göç etmek isteyen 20 binden fazla göçmen boğularak hayatını kaybetti. Her gün sahil güvenlik ekipleri tarafından kapasitesinin üzerinde yolcu taşıyan birçok mülteci teknesi yakalanıyor. Göç etmek zorunda kalan kişilerin çok azı Avrupa’ya ulaşabiliyor. Aşağıdaki rakamlar sadece tespit edilebilen kişilerin sayısını göstermektedir. 7 Haziran 2021 tarihi itibarıyla sadece Akdeniz’de boğularak ölen mülteci sayısı: 2014 yılı: 3.166 kişi, 2015 yılı: 3.794 kişi, 2016 yılı: 4.329 kişi, 2017 yılı: 3.003 kişi, 2018 yılı: 2.117 kişi, 2019 yılı: 1.336 kişi, 2020 yılı: 1.160 kişi, 2021 yılı: 1.453 kişi (Mülteciler ve Sığınmacılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, 8 Haziran 2021).
Mülteci ölümlerinin yoğun bir biçimde yaşandığı Akdeniz’de 2020 yılında önemli bir artış meydana gelmiştir. Bu artışta önemli ölçüt hızla tırmanan iç savaşlar ve kurulan otoriter hükümetlerdir. 2000’lerin başında Irak’ta başlayan, ardından Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerinde ortaya çıkan ekonomik istikrarsızlık, savaş ve katliamlar burada yaşayan insanların başka ülkelere göç etmesi durumunu bir zorunluluğa dönüştürmüştür. Savaş, bombalı saldırılar, siyasi iktidarsızlık bireyde umutsuzluk ve gelecek kaygısı oluşturmuştur. Daha iyi yaşam koşulları için başka ülkelere gitmek zorunda olan insanlar bunu yasal yollarla yapamayacak kadar yoksullaşmış ya da ulaşım hakları ellerinden alınmıştır. Akdeniz ise Ortadoğu’dan batıya giden geniş, güvenli olmayan ancak tek seçenek haline gelmiştir. Kara veya havayolu ile birçok katı yasal prosedürün uygulandığı sınır kapılarından geçişleri aşmak için kaçak olarak geçilmeye çalışılan yollar oldukça tehlikeli bir hal almıştır. Ülkelerinden göç etmek zorunda kalan birçok mülteci bu tehlikeli yollarda hayatını kaybetmiştir.
Uluslararası Göç Örgütü (IOM), tehlikeli deniz geçişlerinde Avrupa'ya ulaşmaya çalışırken ölen göçmen ve mültecilerin sayısının, bu yılın ilk döneminde 2020'nin ilk 6 ayına kıyasla iki katından fazla arttığını bildirdi. IOM'nin hazırladığı rapora göre, ocak-haziran arasında deniz yoluyla Avrupa'ya gitmeye çalışan en az 1146 kişi öldü, bu yolu kullanan insan sayısı da yüzde 56 arttı. Libya ile İtalya arasındaki Orta Akdeniz rotasının, 741 can alarak en ölümcül rota olduğu belirtilen raporda, Batı Afrika ve İspanya'nın Kanarya Adaları arasındaki Atlantik Okyanusu'nda en az 250, İspanya'ya giden Batı Akdeniz güzergahında en az 149, Yunanistan'a giden Doğu Akdeniz güzergahında ise en az 6 kişinin öldüğü bildirildi (Aparı, 2021).
Bu anlamda Akdeniz’deki mülteci ölümleri günümüz ahlâki ve politik tartışmaların belirleyici sorunlarından biri haline gelmiştir. İnsani yardım kuruluşları ölümlerin Avrupa'nın dışlama ve kapatma politikasından kaynaklandığını savunurken, caydırıcılık odaklı bir anlatı kullananlar daha da sıkı sınır kontrollerini savunmaktadırlar (Steinhilper ve Gruijters, 2018). Akdeniz’in büyüyen bir kimsesizler mezarlığına dönüşmesi mülteci sorunun önemli bir mekânsal söylemidir. Yine aynı biçimde karayolu ile sınırı geçmek isteyen mülteciler için dağlar, nehirler ve vadiler bir mezarlığa dönüşmüştür. Sınırın içinde ölen ve devlet tarafından bulunan mülteci cenazeleri tanıdıkları çıkıncaya kadar belli bir süre hastane morglarında bekletilmektedir. Belli bir süre sonra cenazeye ait bir istek olmadığı görülünce, mülteci cenazeleri kimsesizler mezarlıklarına gömülmektedir. Kimsesizlerin mülteci mezarlıklarına gömülmesi mülteci sorununun mekânsal bir temsilidir.
Van’ın Tuşba İlçesi’ndeki Seyrantepe Mezarlığı’nın bir bölümü resmi kayıtlarda Kimsesizler Mezarlığı olarak geçiyor. Ancak bu mezarlıkta yatanların tamamı Türkiye’ye kaçak yollardan gelen ve burada ölen göçmenler. Bangladeş, Pakistan, Afganistan ve İran gibi ülkelerden gelen mültecilerin yollarının kesiştiği yerlerden biri de bu mezarlık (Bozarslan, 2020).
Konuyla ilgili görüştüğümüz Van Barosu Göç ve İltica Komisyonu Üyesi Avukat Mahmut Kaçan, Van ve Ağrı gibi sınır kentlerine 80’li yıllardan itibaren, özellikle İran’da İslam Devrimi olduktan sonra muhalif kişilerin mülteci olarak Türkiye’ye geldiğini belirtti. 90’lı yıllardan itibaren de önemli sayıda Afgan göçmenin bu rotayı kullanmaya başladığını ifade eden Kaçan, şu ifadeleri kullandı: “Son 2 yıldır toplu ölümlerle karşılaşıyoruz. Son 8 aylık süreçte de Van Gölü’nün bu şekilde bir rota olarak kullanıldığını öğrendik. Sonra 26 Aralık 2019 tarihinde Adilcevaz yakınlarında bir teknenin batması sonucu 7 insan hayatını kaybetti. 27 Haziran tarihinde de 60 kişinin öldüğü bir kaza yaşandı. Özellikle Van’ın giriş ve çıkış noktalarından oluşturulan kontrol noktalarına yakalanmamak adına göçmen kaçakçıları tarafından küçük balıkçı tekneleri organize edilerek insanlar belirli noktalara bırakılıyor. En son meydana gelen kazada sağ kurtulan şüpheli şahsın beyanlarından göçmenlerin Tatvan’ın Reşadiye köyüne götürüleceği ifade edildi (Bölükbaş, 2020).
Ölüm modern dünyada sekülerleşen ve yaşam dışına atılan bir imge olarak tanımlansa da hâlâ kutsal ve değer veçhesini korumaktadır. Ölenlerin arkasından yapılacak olan ayin, ritüel ve yas törenleri toplumsal olarak bireye verilen değeri ve dayanışmayı üretir. Bireyin ölümü arkasından tanıdıkları bir araya gelir ve gizil bir işlev olarak ölüm bireyler arası bir dayanışmayı örgütler. Yeterli bir yas ve defin sürecinin yapılmaması ise bireyin ait olduğu toplum ve ailesinde derin bir travma yaratır. Bireyin sahipsiz olduğu ve ait olduğu toplumun ona sahip çıkmaması geri kalan bireyler için bir güvensizlik ve hüzün duygusu üretir. Mültecilerin yaşadığı ölümler ve kimsesizler mezarlıklarına bir mezar taşı bile olmadan gömülmemeleri bu anlamda önemli bir örnektir. Gazete Duvar’da bir röportajda, ölümden sonra definin öneminden bahseden Doç. Dr. Didem Danış mülteci ölümlerinin ve mezarlıklarının önemi vurgular:
Sonuçta bütün kültürlerde ölümden sonra uygun şekilde defnedilmek çok değerli bir şeydir. Huzurla uyumak denen şey bizim kültürümüzde bedenin geleneklere uygun bir şekilde toprağa defnedilmesi ve yakınlarının mezarının yerini bilmesiyle olabilir (Meral, 2021).
Mülteci mezarlıkları aynı zamanda toplumsal bir söylem üretmektedir. Mülteci algısının toplumsal algısı mekân ile mezarlıklarda ortaya çıkmaktadır. Van’daki mülteci mezarlığı üzerine çalışmalar yapan Prof. Dr. Suvat Parin’in mülteci mezarlıklarının toplumsal söylem oluşturduğunu söylemektedir:
Toplumsal algı, mezarlığa da yansımış. Her perşembe günü mezarlıkta inanılmaz bir yoğunluk oluyor. Burada halk, perşembeleri mezarlığa ziyarete giderler. Kimsesizler mezarlığı kısmı ise çok hareketsiz, sahipsiz… Mültecilerin şehirde karşılaştıkları şeyin bir kesitini aslında mezarlıkta görüyoruz (Meral, 2021).
Bu anlamda basitçe gerçekleştirilen haftalık, gündelik ritüellerin yoğunlaştığı alanlar incelendiğinde mülteci mezarlıklarının sakin kaldığı söylenebilir. Kimsesiz mezarlıklarında, mezar taşında tanımlayıcı bir öğe olarak yer alan numaraların ve bulundukları mevkinin adı ile gömülen mülteciler “çıplak beden” olarak görülmektedir.
Sonuç
Mültecilerin göç yollarında ölümleri büyüyen bir sorundur. Bu çalışmada bu sorunun mekânsal bir yansıması olarak mezarlıklar incelenmiştir. Denizlerin, dağların ve kimsesiz mezarlıklarının bir mülteci mezarlığına dönüşmesi oldukça ciddi bir konudur. Mezar, birey ve ait olduğu topluluk için önemli bir simgedir. Kimi inanışa göre bireyin ölümden sonra dirileceği düşünülen bir mekân olarak mezarlık farklı bir anlamda da bir anma mekânıdır. Bireyin anısının tekrar tekrar yaşatıldığı, topluluğu bir araya getiren bir mekân olarak mezarlıklar söylem içeren alanlardır. Mültecilerin mezarlarının denizlerde dağlarda kaybolması veya bulunduğunda ve kimsesi olmadığında gömüldükleri kimsesizler mezarlıklarında isimlerinin yazılmaması ait olduğu topluluk için toplumsal bir travma olarak tanımlanabilir. Agamben ve Arendt insan hakları ve “kutsal insan” bağlamında mülteci bedeni üzerine çeşitli çalışmalar yapmıştır. Biyolojik bir olay olarak doğum, bireyin çıplak bedenine bir vatandaş statüsü tanımlamaktadır. Doğduğu sınırlar dışına çıkan birey doğumdan gelen vatandaşlığını kaybedip yine bir çıplak bedene dönüşmektedir. Kutsal insan olarak mülteci, yaşamasına izin verilen ancak ölmesinin de suç sayılmadığı bir bedendir. İnsan kaçakçıları, mültecileri kötü koşullarda “istifleyip” farklı ülkelere götürmektedir. Sağlıksız koşullarda uzun yollar giden mülteciler boğularak, açlıktan, salgın hastalıklardan ötürü hayatlarını kaybetmektedirler. Bu ölümlerin somut bir biçimi için kimsesizler mezarlıklarının göçmen mezarlıklarına dönüşmesi incelenebilir. Bir halk sağlığı sorunu olarak mültecilik bireyin bedensel ve ruhsal sağlığına dair önemli bir risk faktörüdür. Kimsesiz bir şekilde gömülmek, sayılarla anılmak ya da kendi kültüründe ve istediği cenaze merasiminin yapılmaması bir insan hakları ihlalidir, insani değersizleştirmedir. Denizlerin, dağların, ormanların ve kimsesizler mezarlıklarının birer göçmen mezarlığına dönüşmesi mülteci krizinin mekânsal söylemidir.
Kaynakça
Agamben, G. (2001). Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (İ. Türkmen, Çev.). Ayrıntı Yayınları.
Akdeniz, E. (2021, Ocak 18). "Pandemi Fırsatçılığı Mülteci İşçi Ölümlerini Görünmez Kılıyor", İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi. http://www.isigmeclisi.org/20614-pandemi-firsatciligi-multeci-isci-olumlerini-gorunmez-kiliyor
Aparı, S. F. (2021, Temmuz 14). "Uluslararası Göç Örgütü: Denizden Avrupa’ya giden göçmen ölümleri geçen yılın aynı dönemine göre iki kattan fazla arttı", Anadolu Ajansı, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/uluslararasi-goc-orgutu-denizden-avrupaya-giden-gocmen-olumleri-gecen-yilin-ayni-donemine-gore-iki-kattan-fazla-artti/2304302
Arendt, H. (1998). Totalitarizmin Kaynakları 2: Emperyalizm (B. S. Şener, Çev.), İletişim Yayınları.
Bozarslan, M. (2020, Temmuz 20). "Türkiye’nin En Büyük Göçmen Mezarlığı Van’da", Amerika’nın Sesi | Voice of America - Turkish. https://www.amerikaninsesi.com/a/turkieyenin-en-buyuk-gocmen-mezarligi-vanda-/5510028.html
Bölükbaş, C. A. (2020, Temmuz 24). "Mültecinin 'statüsü' kimsesizler mezarlığı", Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/410123/multecinin-statusu-kimsesizler-mezarligi
Charmaz, K. (1980). The Social Reality of Death. ADDISON WESLEY PUBLISHING COMPANY.
Colombo, A. D. ve Vlach, E. (2021). "Why Do We Go to the Cemetery? Religion, Civicness, and the Cult of the Dead in Twenty-First Century Italy", Review of Religious Research, 63(2), s. 217-243. https://doi.org/10.1007/s13644-021-00454-1
Foucault, M. (2005). Özne ve İktidar (I. Ergüden & O. Akınhay, Çev.), Ayrıntı.
Francaviglia, R. V. (1971). "The Cemetery as an Evolving Cultural Landscape", Annals of the Association of American Geographers, 61(3), s. 501-509.
Lefebvre, H. (2014). Mekanın Üretimi (I. Ergüden, Çev.), Sel Yayıncılık.
GAR (2020). "Göçmenlerin İstanbul’daki Sağlık Hizmetlerine Erişimlerinin Önündeki Engeller ve Kolaylaştırıcılar", haz. P. S. Alpman, E. Sevinin, Göç Araştırmaları Derneği (GAR), https://bit.ly/2ZSBKZu
Meral, C. (2021, Ağustos 10). "Kimsesizler mezarlığında kimliksiz mezar taşları: Batsın bu dünya", https://www.gazeteduvar.com.tr/kimsesizler-mezarliginda-kimliksiz-mezar-taslari-batsin-bu-dunya-haber-1531093; Gazete Duvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/kimsesizler-mezarliginda-kimliksiz-mezar-taslari-batsin-bu-dunya-haber-1531093
Öksüz, M. (2019). "Ölüm Mekânından Hayata Bakış: Siirt Kent Mezarlıkları Üzerinden Sınıf, İktidar ve Toplumsal Cinsiyeti Anlamak", OPUS Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, https://doi.org/10.26466/opus.537882
Önal, A. ve Keklik, B. (2016). "Mülteci̇ ve Sığınmacıların Sağlık Hizmetlerine Erişimde Yaşadığı Sorunlar: Isparta İlinde Bir Uygulama", Süleyman Demirel Üniversitesi Vizyoner Dergisi, 7(15), s. 132-148. https://doi.org/10.21076/vizyoner.252112
Rugg, J. (2000). "Defining the place of burial: What makes a cemetery a cemetery?", Mortality, 5(3), s. 259-275. https://doi.org/10.1080/713686011
Sağır, A. (2012). "Halk kültüründe belirleyici bir öğe olarak ölüm: Toplu merasimlerden Belediye hizmetlerine kurumsallaşan ölüm bağlamında bir ölüm sosyolojisi denemesi", Turkish Studies, 7(2), s. 903-925.
Steinhilper, E. ve Gruijters, R. J. (2018). "A Contested Crisis: Policy Narratives and Empirical Evidence on Border Deaths in the Mediterranean", Sociology, 52(3), s. 515-533. https://doi.org/10.1177/0038038518759248
Türk Tabipler Birliği. (2016). Savaş, Göç ve Sağlık, Türk Tabipler Birliği Yayınları.
UNICEF. (2016). "UNICEF Akdeniz’deki mülteci ve göçmen ölümlerine dikkat çekiyor", 29 Haziran, https://www.unicef.org/turkey/bas%C4%B1n-b%C3%BCltenleri/unicef-akdenizdeki-m%C3%BClteci-ve-g%C3%B6%C3%A7men-%C3%B6l%C3%BCmlerine-dikkat-%C3%A7ekiyor