Önce şunu bir yere -tercihen ve mümkünse beyinlerimize- not ederek başlayalım. “Sığınmak” bir “insan hakkı”dır. 1948’in son günlerinde kabul olunan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. maddesi şöyle başlıyor: “Herkesin, sürekli baskı altında tutulduğunda, başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkı vardır.”
6 Nisan 1949’da Bakanlar Kurulu toplanır ve “Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 10/12/1918 tarihli ve 217 (111) sayılı kararıyla kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin Resmî Gazete ile yayımlanması ve yayından sonra okullarda ve diğer eğitim müesseselerinde okutulması ve yorumlanması ve bu beyanname hakkında radyo ve gazetelerde münasip neşriyatta bulunulması, Dışişleri Bakanlığı’nın 28/3/1949 tarihli ve 36084/122 sayılı yazısı üzerine karar verir. Bu karar 27 Mayıs 1949 tarihinde neşredilen Resmî Gazete’de (72179) yayımlanır.
1967 protokolü, bir insan hakkı olarak tanımlanan sığınma hakkının ayrıntılarını düzenler. Bu protokol ile tabiri caizse sığınma hakkı gökyüzündeki/soyut bir kural/hak olmaktan çıkar, ayakları iyice yere basar. Nitekim protokolün giriş metninde bu durumun altı şu kelimelerle çizilir:
Birleşmiş Milletler Antlaşması ve 10 Aralık 1948'de Genel Kurul'ca kabul olunan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin, insanların ana hürriyetlerden ve insan haklarından, fark gözetmeksizin faydalanmaları ilkesini teyit ettiğini dikkate alarak, Birleşmiş Milletler’in, birçok defa, mültecilere karşı derin ilgisini ortaya koyduğunu ve mültecilerin temel hürriyetleri ile insan haklarını mümkün olduğu kadar kapsamlı bir şekilde kullanmalarını sağlamaya çaba gösterdiğini… Mültecilerin hukuki durumuna ilişkin daha önce imzalanan milletlerarası antlaşmaların tekrar gözden geçirilmesi ve bir araya getirilmesinin, bu antlaşmaların alanının ve bunların mülteciler için sağladığı himayenin yeni bir antlaşma yoluyla genişletilmesinin arzu edilir olduğunu… Sığınma hakkını tanımanın, bazı ülkelere son derece ağır yük yükleyebileceğini ve uluslararası kapsamı ile niteliği Birleşmiş Milletler'ce kabul edilmiş bulunan bir sorunun, uluslararası iş birliği olmaksızın tatmin edici bir şekilde çözümlenemeyeceğini… Bütün devletlerin, mülteci sorununun toplumsal ve insani yönlerini kabul ederek, bu sorunun devletler arasında bir gerginlik sebebi halini almasını önlemek için olanakları ölçüsünde ellerinden geleni yapmalarını… Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri'nin, mültecilerin korunmasını sağlayan uluslararası sözleşmelerin uygulanmasına nezaret etmekle görevli olduğunu… ve bu sorunu çözmek için alınan önlemlerin birbiri ile verimli uyumunun, Devletler ile Yüksek Komiser arasındaki iş birliğine bağlı olduğunu kabul ederek, aşağıdaki konularda anlaşmışlardır.
Bunu diyerek konu ile ilgili temel kavramları da tanımlayan bir protokolü imzaya açar.
Türkiye, 1 Temmuz 1968 tarih ve 6/10266 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla 1967 Protokolü’nü de imzalar. Bakanlar Kurulu kararı 5 Ağustos 1968 tarih ve 12968 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanır. Türkiye o tarihten itibaren mülteciliği coğrafi olarak sınırlayarak kabul etmeye başlar. Bu konuda alınan karar 29 Ağustos 1961 tarih ve 359 sayılı Kanunla onaylanmış bulunan “Mültecilerin Hukukî Durumuna dair Sözleşme”nin zaman ve mekân bakımından tadilini öngören ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 2198 (XXI) sayılı kararıyla kabul edilmiş bulunan “‘Mültecilerin Hukukî Durumuna dair Protokol’e yukarıda maruz kanunun 2 nci maddesinde yer alan ihtirazî kayıt ve coğrafî sınırlama bakımından sözleşmenin sadece Avrupa’da cereyan eden hadiseler neticesinde vaki sığınmalara uygulanacağı yolunda yine ajan tarihte yapılmış olan deklarasyon baki kalmak şartiyle, katılmamız; Dışişleri Bakanlığının 13/6/1968 tarih ve 721.501- BMKY-I-316 sayılı yazısı üzerine 31/5/1963 tarih ve 244 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin 3 üncü fıkrasına göre, Bakanlar Kurulunca 1/7/1968 tarihinde kararlaştırılmıştır,” der.
Türkiye’nin 1968’de imzalana protokole koyduğu şerh, yani mülteciliği “Avrupa’da cereyan eden hâdiseler neticesinde vaki sığınmalara” uygulama kararı bugünkü tartışmalarımız da şekillendirir. Türkiye’ye gelen sığınmacılar zaman şartı bakımından 1 Ocak 1951’den sonradır ama olaylar Avrupa’da cereyan etmediğinden, daha doğrusu Türkiye’ye gelen göçmenler burada cereyan eden olayların neticesinde Türkiye’ye göç etmediklerinden dolayı mülteci sıfatını taşıyamazlar. Mülteci (refugee) 1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıs anlamına gelir. Türkiye bu tanımları Avrupa’da cereyan eden olaylar neticesinde göç etmek zorunda kalanlarla da ayrıca sınırlar. Türkiye bu hakkı “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme'nin B.(1) işbu Sözleşme'nin amaçları bakımından kısım A, Madde 1'deki ‘1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar’ ifadesi, ya da (a) ‘1 Ocak 1951'den önce Avrupa'da meydana gelen olaylar’ veya (b) ‘1 Ocak 1951'den önce Avrupa'da veya başka bir yerde meydana gelen olaylar’ anlamında anlaşılacak ve her Taraf Devlet bu Sözleşme'yi imzaladığı, tasdik ettiği veya ona katıldığı sırada bu Sözleşme'ye göre taahhüt ettiği yükümlülükler bakımından bu ifadenin kapsamını belirten bir beyanda bulunacaktır,” hükmü çerçevesinde ileri sürer.
Şimdi lütfen, kanun, karar numaralarını tarihleri sayıları bir kenara koyup yukarıda anlatılanları özetlememe izin verin: Gerekli koşullar vuku bulduğunda sığınmak, bir “hak”tır, “evrensel” bir hak; bir “insan hakkı”dır. Sığınmacıları kendi iktidarının sigortası ve Batı’ya karşı elinde bir koz olarak kullanmaya çalışan AKP’nin de, kullandıkları zenofobik dili TBMM’de elde edecekleri sandalyenin malzemesi, çapsız politik argümanlarının mezesi yapmaya teşne muhalefet partilerinin de tercihen beynine yazmasını istediğim şey budur.
Sığınma konusuna bir kez bile insani bir hak olarak bakmaya gözümüzü alıştırdığımızda, yaşadığımız dönemin en can alıcı, en hayati sorunu şekil değiştirmeye başlar; sığınmacılar, bizim iylikseverliğimiz, bizim inayetimiz, alicenaplığımızla burada yaşayan ve biz “küstüm oynamıyorum” dediğimizde misketlerini toplayıp gidecek oğlan çocukları değildirler. Onlar, sığınma haklarını kullanan, büyük harfle “İnsan”lardır. Tepki gösterdiğimiz, kovaladığımız, lanetlediğimiz, yüzünü görmek istemediklerimizse, insanları, ister savaş ister ekonomik nedenlerle olsun, göç etmeye mecbur bırakan, göçmenleri politik hırslarının malzemesi yapmaya teşne politikacılardır.