Söz Konusu Kadınlar Olduğunda… AKP Dönemi’nde Kürtaj

Söz konusu kadınlar olduğunda, dava dosyaları, belki de biraz bu yüzden içindeki tutanaklardan, delillerden, usuli belgelerden, süreç boyunca yapılmış hukuki işlemlerden çok daha fazla şeyi konuşuyor sanırım. Yani herhangi bir dava dosyasıyla, meselenin kadın olduğu bir dava dosyası arasındaki fark, kadınlarla ilgili meseleleri savunmaktan, aslında o meseleyi içeriden düşünmeye fırsatımız kalmadığı için bu kadar belirgin. Çünkü o dava dosyalarında, tüm gücüyle taarruza geçmiş kurumsal yapılarla mücadele etmekten, zamana karşı yarışarak o kadının hayatını o kurumun, o adamın, o devletin elinden almaktan, yani canhıraş bir mücadeleyi tez canlılıkla yürütmekten başka bir şey yapılamıyor. Kadınların dava dosyalarından, hukuki mücadelenin teknik seyri kadar duyguların, öfkenin, inadın, ısrarın, savunmanın çıkmasının bir temel sebebi de bu zaten: Kadın davaları, evleviyetle politiktir. Kadınlar, meselenin derinlerini başka yerlerde muhakkak tartışıyorlar ama o dava dosyasında hep başka bir mücadele görünür oluyor: O kadına henüz bir şey olmamışken, henüz çok geç olmamışken… Ann Scales’in hukuki feminizm anlatırken, aktivizm ve savunmayı parantez içine alması gibi: “Çünkü hakimler, benim gibi feminist avukatları, öznel seçimlerinin mızmız temsilcilerinden ibaret görüyorlardı.”

10 Eylül’deki dava dosyası bu sefer mevzuyu epey çetrefil bir yere, kürtaj meselesine getiriyor: Kürtaj haktır, karar kadınların mı? Kürtaj hak olursa, karar kadınlara kalır mı?[1] 10 Eylül’deki kararıyla Anayasa Mahkemesi, tarihinde ilk kez 100 bin lira kadar yüksek bir manevi tazminata hükmetti.[2] İhlale konu eylem, sürüncemede bırakıldığı için yapılması imkânsız hale getirilen kürtaj. Üstelik toplu tecavüz sonrası. Kararın çıktığı günden hemen önce İletişim Yayınları’ndan Sedef Erkmen’in yazdığı Türkiye’de Kürtaj: AKP ve Biyopolitika kitabı çıkmıştı.[3]

Mersin’de 16 yaşından itibaren tecavüze uğrayan, tecavüz eden erkeklerin, genç kadının çıplak fotoğraflarını ailesine göndermekle tehdit ederek başka erkeklerle de birlikte olmaya zorladığı bir “olay” yaşanıyor. Bu kadının kürtaj talebi, Sulh Ceza Hakimliği tarafından usuli sebeplerle defalarca reddediliyor. İlk ret kararında Başsavcılığın talepte bulunması gerektiği söylenerek usulden kürtaj engelleniyor, Başsavcılık talepte bulununca, bu sefer talebin şahsa sıkı sıkıya bağlı hak olduğu söylenerek bizzat kadın tarafından dilekçe yazılması gerektiği gerekçesiyle reddediliyor. Mersin Hakimliği, zorunluluk hali olmadıkça kürtajın, ceninin yaşam hakkını ihlal edeceği ya da sadece annenin hayatı tehlikedeyse yapılabileceği gibi kanuna tamamen aykırı bir gerekçe sunuyor. Genç kadın talepte bulunuyor, bu sefer Hakimlik, aile ile kadının beraber talepte bulunmadığı gerekçesiyle yine usulden reddediyor. Adli tıp raporu, kadının psikolojik durumunun doğurmaya elverişli olmadığını söylüyor, Hakimlik, adli tıp raporunun ayrıntılı olmadığı gerekçesiyle bebeğin yaşam hakkını ihlal edemeyeceğini söyleyerek kürtajı engelliyor. Avukatın bu karara itiraz ettiği mahkeme, görevli mahkemenin kendisi olmadığını söyleyerek başka bir mahkemeye dosyayı yönlendiriyor.  Dosya tekrar görevli ve reddeden Sulh Ceza Hakimliği’ne geldiğinde, kürtaj talebinin reddi kararının kesinleştiği söylenerek karar verilmesine yer olmadığı kararı veriliyor. Genç kadın, 17 yaşında bebeği doğuruyor ve çocuk kuruma veriliyor.

En basit hatlarıyla bu şekilde anlatılabilecek ve sürüncemede bırakılmış bu sürecin her bir aşaması, bir başka ihlali barındırıyor evet ama bundan daha farklı bir meseleyi daha açığa çıkarıyor: Kürtaj hak ise, sahiden karar kadınlara kalmıyor. Çünkü burada tam da mahkeme, bu söylemin sızdırdığı başka bir delikten içeri girerek kadını sürüncemede bırakıyor: Kürtaj, şahsa sıkı sıkıya bağlı bir hak olarak, 18 yaşından küçük bir kadının kendisinin, ailesinin, adli tıbbın, Başsavcılığın tüm çabalarına rağmen erişimi mümkün kılınmayan bir “hak” olarak kuruluyor. Sonra bu hak, yaşam hakkının karşısına konuyor ve ancak tıbben annenin hayatı tehlikedeyse, ceninin yaşam hakkıyla karşılaştırılarak kullanılabiliyor. Yani kadının devlet aracılığıyla erişmek istediği bir talebi, hak söyleminin içine sıkıştırıldığında kadının cenine karşı kullandığı bir hak haline geliveriyor. Aksu Bora’nın işaretlediği tehlikenin, nasıl da bir dava dosyası aracılığıyla kendini gösterdiğini görmek mümkün:

“Kürtaj cinayettir” der mesela, yankısını alır: “Kürtaj haktır”!.. Bu konuşma, daha başlamadan bitmiştir aslında. Siz daha baştan kaybetmişsinizdir. Çünkü o, kendi bulunduğu yeri merkez kılmış, sizin kendinizi ona göre konumlandırmanızı sağlamıştır. Kürtaj gibi zorlu bir tercihi yapan kadın açısından, burada bir “hakkın kullanımı” mı söz konusudur? Yoksa bu zorlu tercihi yaptıktan sonra güvenli ve sağlıklı koşulların sağlanması mıdır hak olan.[4]

Sedef Erkmen, kitap boyunca biraz da bu dosyada kristalize olmuş ihlal zincirine cevap veriyordu: “Yaşamı korumak ve kontrol etmek üzerine kurulan iktidar söyleminin, ‘Kimin yaşamı korunacak? Kime karşı korunmalı?’ gibi önemli soruları cevapsız bıraktığı anlaşılıyor.” Zaten bu yüzden kitap hak söylemine sıkışıp kalmadan, savunmaya dayalı tepkisel bir yerde durmadan, kürtajı çok-boyutlu bir nüfus politikası ve kadın kontrolü düzlemine yerleştiriyor. Çünkü devlet nezdinde her zaman pro-natalist bir politikanın yürütülmesinin aracı olarak kürtaj karşıtlığı yer almıyor; kimi zamanda istenmeyen nüfusun “çoğalmasına” bir önlem olarak, ırkçı, öjenik ve anti-natalist uygulamaların zorlama yeri olarak zorla kürtajdan bahsediliyor. Erkmen’in kitap boyunca, AKP ve biyopolitika ilişkisi ekseninde ele aldığı kürtaj meselesi hak kazanımına saplanmadan, devletin istikrarı ve istikrarsızlaştırılması ile ilişkisi, bölgeler ve kökenler üzerindeki kontrol ve tahakküm aracı olarak kullandığı kürtajı vurgulayarak devam ediyor. Kadının kürtaja erişim hakkını, sanki mesele ceninle kadın arasındaymış gibi kadının ve ceninin yaşam hakkı eksenine getiren bu sözde tartışmaya, bambaşka bir yerden ışığını düşürüyor. Aslında yine Aksu Bora’nın söylediği gibi:

Dünyanın her yerindeki “yaşam hakkı” savunucuları gibi, yaşam falan umurunda değil; bahsettiği şey bir an bile yaşam değil, karar yetkisi. Kimin yaşayıp kimin öleceği kararını kendine ait görüyor. Tabii ki! Bunlar kürtaja karşı oldukları gibi, ötanaziye de karşıdırlar, yaşamın kutsallığından söz ederek yaparlar bunu.[5]

Hukuki kazanımların neden yeterli olmadığı sorusunu, dava dosyasından zaten görüyoruz. Çünkü hukuki kazanımlar ne kadar kazanılmış olurlarsa olsunlar, onları uygulayanların zihin dünyasından, o zihin dünyasının hukuki kılıfları kullanmaktaki stratejik aklından bağımsız olamazlar. Hukukun politik bir mesele olmasının temelindeki şey gibi, eğer kazandığınız mecralarda kaybettirilmeye zorlanma ihtimaliniz varsa, meseleyi o dilin bizatihi içinden konuşarak tekrar dönüştüremezsiniz. Hukuki kazanımlar, her zaman yıkıcı kayıplar pahasına kazandığınız Pirus zaferleri olma ihtimaliyle beraber gelirler. Sedef Erkmen’in kitabı da tam da kazanım dediğimiz yerde kaybetmenin nasıl başlayabileceğini, pro-natalizm ile anti-natalizmin kürtaj özelinde bir devlet politikası olarak tüm çelişkileriyle nasıl bir arada olabileceğini gösteren, sloganlarla değil, akıl ve sağduyuyla konuşan, duyguları hesaba katarken o duyguların politik eksenlerini tartışma dışı bırakmadan yazılmış. Sağlıkta dönüşümün performans sisteminin kürtaj uygulamasına etkisini de, devlet hastaneleri ile özel hastanelerdeki uygulama farklarının bir kapital mesele olarak kürtaj hizmeti ile bir sosyal ve ekonomik hak olarak kürtaja erişim arasındaki farkını da, neoliberal bir politikanın söz konusu kadınlar olduğunda hangi tutarsızlıklara bulandığını da görmek mümkün. “Politikanın hayatla uğraşması” dediği biyopolitikanın içinden, meseleyi iktidar söyleminin dar açısıyla sınırlamadan ilerliyor Türkiye’de Kürtaj. Ölüm, cinsellik ve üremeye, kürtajla taktiksel bir gündem saptırma olarak değil, bir AKP politikası içinden bakarak konuşuyor, açısını böyle genişletiyor. Ahlâki ikilemlerin sapağına hiç dalmadan, meseleyi hukuk meselesi yaptığınızda hangi noktaların kör kalacağını, kadınlar açısından o kör noktalarda neler olabileceğini dayanaklarıyla açıklıyor. Zaten tam da o kör noktada ne olduğunu, az önceki genç kadının hayatından bizatihi görmek mümkün. Anayasa Mahkemesi kararının satır arasındaki bir nüve, o yüzden oldukça önemli. Mahkeme, ihlal kararı vermiş olsa da kürtaj konusunda yasama organının, yani Meclis’in “geniş bir takdir yetkisi” olduğunu söylüyor. Dolayısıyla hangi haftaya kadar gebeliğin sonlandırılmasına karar verileceğinin Meclis’in takdirinde olduğu söylenerek, tartışma biraz da Meclis’e doğru atılmış oluyor. Bu yüzden ihlal kararları, davalar, hukuki kazanımlar o kadar da cepte, yekpare mücadele alanları değil. Çünkü söz konusu kadınlar olduğunda, onların yaşamı, hukuki meselelerin sağlamasını yapabildiğimiz deneme sahaları olarak da açığa çıkabiliyor. Çünkü o ihtimalde kadınların hakları, mahkemelerle yasama organlarının takdir yetkisi içindeki o dar açıya yerleştiriliyor.

Halbuki, tam da o açıyı genişletmek, meselenin sadece bu iki organın “geniş takdir yetkisi” içinde olmadığını inatla vurgulamak gerekiyor. İktidar matrislerini, istemsizce tekrar tekrar temsil ve tesis etmememiz için.


[1] Esra Demir, “Kürtaj Hak Olursa Karar Kadınlara Kalır mı?”, Amargi, 22 Eylül 2012. 

[2] R.G. Başvurusu, Başvuru No: 2017/ 31619.

[3] Sedef Erkmen, Türkiye’de Kürtaj: AKP ve Biyopolitika, İletişim Yayınları, 2020.

[4] Aksu Bora, “Evet, Uludere”, Amargi, 6 Haziran 2012.

[5] Nagehan Tokdoğan (söyleşen), “Aksu Bora ile Söyleşi”, Kampfplatz, sayı 1.