Tüm canlı şimdinin ötesinde, canlı şimdiki zamanı [kendinden] ayıran (disjointe) şeyin içinde, henüz doğmamış olanların ya da çoktan ölmüş olanların hayaletleri önünde, siyasal ya da başka türden şiddet uygulamalarının, ulusçu, ırkçı, sömürgesi, cinsiyet ayrımcısı ya da daha başkaca kıyımların, kapitalist emperyalizmin ya da her türden totalitarizm biçimlerinin, savaşların kurbanı olmuş ya da olmamış kişilerin hayaletleri karşısında, herhangi bir sorumluluk ilkesi olmaksızın, herhangi bir adalet-hiçbir yasa değil, bir kez daha anımsatalım ki hukuktan söz etmiyoruz burada- ne olanaklıdır ne düşünülebilir.
(Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri: Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal, çev. Alp Tümertekin)
Başlarken: Hüküm
Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yeni bir kararı gündeme geldi. Bu karar 20 Temmuz 2015 tarihinde Suruç’ta otuz üç kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan katliamla alakalıydı. Zül gelse de kısaca kararı anlatayım: Başvurucuların, ilk derece mahkemesinin katliamda sorumluluğu aşikâr olan kamu görevlileriyle ilgili sadece para cezası vermesinin yaşam hakkı ihlali niteliği taşıdığına ilişkin iddiaları mevzu bahisti. AYM’ye göre bu iddia kabul edilemezdi, zira soyut bulgulara dayanıyordu. Kararda daha da fena olan kısım, ilgili polisler katliamın sorumlusu olarak addedilmezken, hayatını kaybeden kişilerin hiçbir beis görülmeksizin “terörist” olarak addedilmesiydi. Böylece bir kez daha “ayrımcı yas tahsisatı”nda “yası tutulabilir olanlar ve olmayanlar”, “katli vacip olanlar ve olmayanlar”, “katili cezalandırılabilir olanlar ve olmayanlar” ayrılmış oldu. Hâkim, mahkeme, hem de “yüksek mahkeme” hükmünü vermişti, yaşam hakkına ve bu hakkın ihlaline, kimlerin yaşamının ne kadar kıymeti olduğuna ve olmadığına dair “yüksek”ten kararını vermişti.
... Ve Ölüm
Nihayetinde ölüm, ölülerimiz hakkında, bir “üçüncü taraf” (o yüz yüze oluşumuzdan neşet eden, “sen”in “ben”i davet ettiğin sorumluluğu kesintiye uğratan üçüncü taraf) tarafından verilen hüküm zaten hep ziyadesiyle “yüksek”ten gelmez mi? Hepimiz bir gün öleceğiz; kaçınılmaz, mutlak nihayet, “mahkûmiyet”, “hüküm”… Bunu, bazılarımız ısrarla kabul etmeyip, ölümsüzmüşçesine söyleyip eylese de, hepimiz biliyoruz. Ancak öleceğini bilmekle birinin öleceği zamanı belirlemek bambaşka şeyler. Biri/birileri, mesela muktedir(ler) birinin öleceği zamanı biliyorsa ve hatta belirliyorsa, işte orada mutlak iktidar mevzu bahis olur. Belki de tam da bundan sebep yüz yıllardır ölüm siyasallaştırılmıştır ve muktedirler nasıl yaşadığımızla olduğu kadar nasıl öldüğümüzle, dirimiz hakkında olduğu kadar ölümüz hakkında ne söyleyip ne eyleyecekleriyle de ziyadesiyle alakalıdırlar. Abisinin ölüsünü gömmeye çalışan, “isyankâr âşık”, “lanetli soydan gelme” Antigone’yi engellemeye çalışan Kreon’dan, 14. yüzyılda -ölülerini hayatta kalmış bünyelerine dahil edebilmek için- mezarlarda dans eden pagan “ölüm dansçıları”nı avlamaya kendini adamış papazlara, oradan günümüz muktedirlerine kadar; muktedirlik demek belki de en çok ölüme hükmetmek demektir.
Ölüm elbette siyasal olduğu gibi ve bununla da bağlantılı olarak, gayet hukuki bir mesele. Yaşarken hangi hakka ne kadar sahip olacağımıza dair varsayma veyahut saymama işlemi ölülerimizin ardından yaşamaya çalışırken de elbette devreye girer. “Yas” da hak konusu olur sıkça ve fakat “yas hakkı” da öyle herkese eşit falan tanınmış değildir. Kiminin payına şaşaalı merasimlerde defnedilmek ve boy göstermek, kiminin payına kimsesizler mezarlığı ve kayıp arayışı düşer. Kiminin ölümü “vaka” olur, faillerin peşine kırımızı bültenlerle düşülür, “idam” çığlıkları atılır dört bir yandan, kiminin katledilmesinde aşikâr şekilde sorumlu olanlara biraz ceza bile çok görülür. Demek ki herkesi öldürmek yasadışı değil (!)
İz ve/veya Adalet
Ölümle, ötekinin ölümüyle yaşamlarımız, geride kalanın yaşamı arasında kopmaz bağlar söz konusu değil mi? “Ben”i en çok sarsan, yıkan ve bu bahisle kuran, o eksik, noksan ve bu yüzden “bütün” “B/ben”e tekrar tekrar dönüştüren, zira bana bir gün öleceğimi, bir gün herkesin kaçınılmaz olarak öleceğini hatırlatan “öteki”nin, mesela bir arkadaşın, yoldaşın, ebeveynin, sevgilinin, yolcunun, düş yolcusunun ölümü değil mi? Bu dünya üzerinde ölmüş bir kişiden daha ölümsüzü var mı? Hayatını kaybetmiş biri geride kalanla, yaşadıkça, habire kaybedenle bağlantıya girmez mi, Polyneikes’in Antigone’yi davet ettiği yerden sorumluluğa, belki “ölüm dansı”na, belki 2021 yılı Türkiye’sinde bir katliamla ilgili verilmiş AYM kararına karşı bir şey eylemeye, ister istemez söylemeye davet etmez mi? Namevcut olan mevcut olanı etkilemez mi? Kaçınılmaz olarak…
“Öteki”nin ölümü, unuttuğumuzu bize yeniden unutturarak hatırlatır, sınıra, hayatın sınırına kadar götürür, uçurumu gösterir yeniden ve hayatın dışından hayata yerleştirir yeniden. Artık “ben” eski “ben” olamam; şiddetli kesinti. “Ben” diğer “insan” gibi (ve konuşma yetim olsa da diğer “hayvan” gibi) eksik, yaralanabilir, ölümlü, acı çekiyor tam göbeğinden, kaybetti bir kez ve yine kaybetti, akabinde yine… “o”nu, “sen”i, “siz”i, “onlar”ı, öleni hiçbir şey geri getiremez; mutlak bir yakalayamama hali. Artık o sergilenemez, ancak izi kalır. Ancak izi de kalır mutlaka! “İz oyunu”. Gözden yitme olarak da olsa ve hatta tam da o yüzden izi kalır. Şairin dediği gibi “acının ormanı”nda büyüyen bizlerin “içimizdeki tortu” olur. Derrida’nın dediği gibi “iz” geçmişle olduğu kadar gelecekle de alakalı. Hayatını kaybeden birinin ve geriye kalan izin temsil edilme imkânı yok, o sergilenemez ve fakat emanet edilebilir; yine şairin dediği gibi “telleri titreten şarkılar” olarak emanet edilir, “biz”e, “bana”. Borç olarak, sorumluluk olarak… Suruç, Ankara ve Diyarbakır’da ve diğer pek çok yerde, zamanda kaybettiklerimiz için “adalet”, üstü çizili de olsa “adalet” isteme sorumluluğu olarak…
On yedi yıl evvel, 9 Ekim’de hayatını kaybetmiş olan Derrida Marx’ın Hayaletleri’nin giriş bölümünde ölümle hesaplaşmadan yaşamanın öğrenilmesinin mümkün olup olmadığını tartışır ve vardığı neticeye göre yaşamak ancak ölümle ve ölenle/yaşamayanla hasbihal ederek öğrenilebilir: “Hayaletlerin ticaretsiz alış-verişlerinde, söyleşilerinde, dostluklarında ya da yoldaşlıklarında yaşamayı öğrenmek. Başka biçimde ya da daha iyi yaşamayı öğrenmek. Daha iyi değil de, daha adilce… Ama onlar ile.”[1]
Ve hayaletlerimizden miras bir sorumluluk ilkesi olmadan herhangi bir “adalet” olanaklı değil, AYM’nin gayri hukuki kararı, devletin yasası elbette olanaklı ancak, “adalet” olanaklı değil.
Kaybettiklerimizden, hayatını kaybedenlerden, bizler/hayatta olanlar bir şekilde çok şey öğrendik, azımsanacak gibi değil; yaşamayı öğrendik, öğreniyoruz. Suruç’ta hayatını kaybedenlerden ve elbette altı yıl evvel 10 Ekim’de, Ankara’da hayatını kaybedenlerden çok şey öğrendik, azımsanacak gibi değil; daha iyi değil de daha “adilce” bir yaşamı öğrendik, öğreniyoruz. Gerekirse hiç tanımadığı, uzak ve de yakında duran çocukların oyuncağı var mı yok mu diye tasalananlardan, barış isteyenlerden, cümle adalet isteyenlerden çok şey öğrendik, öğreniyoruz. Adaletin peşinden koşmayı öğrendik, öğreniyoruz.
Bitirirken
Hayatını kaybetmiş bir kişi “yarın”sız artık ve fakat ondan kalan “iz”ler geride kalanlar olarak bizim “yarın”ımız. O halde “ölüm dansı”nı, ayinini onlara (ve kendimize), yaşamayı hem de adilce yaşamayı öğrendiklerimize borçluyuz. Ve şimdi burada, dün ve yarın, geçmişle gelecek arasında, yakalandığım(ız) bu etik sorumlulukla, taa yukarılardan pat diye düşen AYM kararlarına rağmen, koştukça yetişilemeyecek olsa da, yine de adalet, “ölüye saygı, yaşayana adalet” isteme sorumluluğumuz var.
Müziğin sesini duymayanlar bizi deli sansa bile o “dans” bize emanet.
[1] Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri: Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal, çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı, İstanbul, 2019, s. 11.