Yargıtay Kararı ve Türkiye’de Siyasi Anayasasızlaştırma

Geçtiğimiz hafta Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin aldığı karar, siyaset eliyle başlatılan bir anayasal kriz olarak Türkiye’de demokrasi, hak ve hukuk savunuculuğu açısından yeni ve kritik bir aşamaya geçildiğini net bir şekilde gösterdi. Ülkenin anayasal düzeninde 2014’teki ilk Cumhurbaşkanlığı seçimi ile başlatılan dönüşüm, Başkanlık rejimine geçişin ardından giderek kronikleşen bir anayasasızlaştırma sürecine dönüşmüştü. Türkiye epeydir yürütmenin anayasal olarak denetlenemediği, iktidarı elinde bulunduranları anayasaya uymaya zorlayacak yegâne devlet gücünün yine iktidarın çizdiği sınırlar içinde hareket ettiği, bu sınırları zorladığında da aldığı kararlara uyulmadığı, sonuç olarak anayasanın fiilen geçersizleştirildiği bir siyasi düzen içinde yaşıyor. Artık yüksek yargının çeşitli yöntemlerle siyasi etki ve baskı altında tutulmasının da ötesine geçileceği açıkça görülüyor. Anayasadan aldığı güçle yürütmeyi toplum adına sınırlama, denetleme ve en önemlisi temel hak ve özgürlükleri iktidarın keyfi ve aşırı güç kullanımlarına karşı koruma yetkisi olan en yüksek yargı organının tasfiye süreci başlatılmış görünüyor. Bağımsız yüksek yargının tanımladığımız bu işlevleri, aslında modern anayasal devletin özü olduğuna göre, mevcut durumu bir devlet krizi olarak tanımlamak da mümkün görünüyor. Ancak Yargıtay ve AYM arasında patlak veren bu son çatışma, kimilerince “yargı krizi” olarak adlandırılsa da esasında bir devlet krizidir; görünürdeki tarafları yargı organları olsa bile, gerçekte, mevcut siyasal düzenin tamamen ortadan kalktığı, devlet kurumsallığından çıkışı işaret eden büyük bir siyasal krizle karşı karşıyayız. Sadece Türkiye değil, dünya hukuk tarihinde benzeri olmayan bu son olayla birlikte anayasal devlet olma fikrinden vazgeçilmiştir.

Anayasayı ve yasaları koruma gücü ve işlevi fiilen oldukça yıpratılmış olan AYM’nin Yargıtay üzerinden açık bir siyasi bir saldırıya uğraması, ilk bakışta rejimin mevcut işleyişi içinde çok da beklenmedik bir durum olmayabilir. Örneğin, 2020 yılında İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi de benzer biçimde Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu hakkında verdiği hak ihlali ve yeniden yargılanma tedbiri kararlarına uymayı, “Anayasa Mahkemesi’nin yerindelik denetimi yapamayacağı” gerekçesiyle reddetmişti.[1] Zira Başkanlık rejimine geçişle birlikte Türkiye’de hukuk-siyaset ilişkisinin çok daha yoğun bir şekilde tartışılmasına neden olan pek çok AYM kararı ile karşı karşıya kaldığımız bir gerçektir. Ancak Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin aldığı karar üzerinden Türkiye’de siyasi rejimin nereye doğru evrilebileceği üzerine düşünürken, şu soruyu gözden kaçırmamak gerekir: Mesele AYM’nin bu son derece yıpranmış konumuna rağmen varlığını devam ettirmesi midir? Bugün AYM’nin karşı karşıya kaldığı durum eğer hukuki değil, aslında siyasi bir müdahale ya da hatta bir saldırı ise, bu zeminin nasıl ortaya çıktığını hatırlamak gerekir. Çünkü içinde bulunduğumuz anayasasızlaştır(ıl)ma süreci, yukarıda da belirtildiği gibi 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 2015 Genel Seçimleri sonrasında 2016’daki darbe teşebbüsü ardından giderek derinleşen siyasi gerilim ortamında oldukça istikrarlı bir şekilde ilerletilmiştir. Dahası ve ne yazık ki, darbe teşebbüsünün ardından ilan edilen olağanüstü halin kalıcı bir siyasi rejime dönüştürülmesi ve anayasasızlaştırmada çok daha radikal bir aşamaya geçilmesinde genel olarak yüksek yargı, özel olarak da AYM, çok kritik bir rol oynamıştır. 2016’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutuklu gazeteciler Erdem Gül ve Can Dündar hakkında AYM’nin verdiği tahliye kararına saygı duymadığını ve uymayacağını belirtmesiyle iyice görünür bir hal alan anayasasızlaştırma süreci, farklı aşamalardan geçerek ve nitelik değiştirerek bugün içinde bulunduğumuz devlet krizi sürecine ülkeyi taşımıştır. Peki siyasi sistemimizin en yüksek anayasal denetleme gücü olarak AYM’nin içinde bulunduğumuz anayasasızlaştırma sürecinde bizzat oynadığı rolü nasıl kavramak gerekir?

Bu noktada bu yazının temel argümanını aşağıda açıklamak üzere şöyle netleştirebiliriz: Türkiye’nin siyasal sistemini bugünkü açmaza sürükleyen süreç, anayasasızlaştırmanın özel bir şekli, somut olarak ifade etmek gerekirse siyasi bir anayasasızlaştırma sürecidir ve geri döndürülebilir bir durum değildir. Diğer bir deyişle, mevcut iktidar kendisini AYM kararları ile tekrar bağlı saymaya başladığında ortadan kalkacak bir durum değildir. Nasıl ve neden?

Genel anlamıyla ilgili literatürde anayasasızlaştırma, anayasanın mevcut kurallarının fiilen uygulanmayarak ve etkisizleştirilerek geçersizleştirilmesi olarak tanımlanır.[2] Ancak bugün içinde bulunduğumuz anayasasızlaştırma süreci, sadece iktidarın yürürlükteki yasaları, anayasa kural ve kurumlarını etkisizleştirmesine indirgenemez. Özellikle darbe girişimi ardından ilan edilen OHAL boyunca KHK yönetimi, Başkanlık rejimi, CB kararnameleri ile yönetme düzeni ve en önemlisi yeni rejimde yüksek yargı organlarının üyelerinin belirlenme biçimi, Türkiye’de çok daha derin, yerleşik ve özel bir anayasasızlaştırma sürecini başlatmıştır.  Bu süreçte artık mesele mevcut anayasa normlarının fiilen göz ardı edilmesi, ihlal edilmesi ya da anayasal kurumların etkisizleştirilmesi değil, yürütmenin anayasa ve mevcut yasalara uymadığında kendisini denetleyecek tüm anayasal mekanizmaları çalışamaz hale getirmesidir. Bu açıdan iktidarın aşırılaşması, yürütmenin diğer devlet güçleri karşısında oldukça aşırı bir şekilde güçlenmesi söz konusudur.

Dolayısıyla aslında liberal-demokratik rejimlerde iki tür anayasasızlaştırma olduğu düşünülebilir: hukuki ve siyasi anayasasızlaştırma. Hukuki anayasasızlaştırma, bir ülkede yürürlükte olan anayasa ve yasaların uygulanmaması, anayasal kurumların etkisizleştirilmesi, ancak buna rağmen siyasi yaşamın kesintiye uğramadan olağan bir şekilde devam etmesidir. Süreç devam ettikçe, daha üst düzeydeki anayasal normlar olan güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü de ciddi düzeyde tahrip olmaya başlar.[3] Bu çerçevede hukuki anayasasızlaştırma yakın dönemde pek çok liberal-demokratik ülkede ortaya çıkan, farklı düzeylerdeki otoriter yönetimler eliyle yürütülen bir anayasasızlaştırma türüdür. Bu ülkelerde siyasi rejimin niteliği bakımından demokratik gerileyişe, hukukun üstünlüğü normunun değişen düzeylerde erozyona uğramasına ve güvenlik devleti pratiklerinin giderek genişlemesine paralel olarak ilerler. Bu otoriter yönetimler gerek iktidarlarını korumak gerekse politikalarını hayata geçirebilmek için mevcut pratiklerine uygun yasalar yaparak kanun devletine indirgenmiş bir hukuk devleti görüntüsünü de korurlar. Türkiye’de de uzun süredir böylesi bir anayasasızlaştırma pratiği mevcuttu. Özellikle Gezi olayları sonrasında, yürütmenin anayasaya uygun bir şekilde çıkarılan yasaları görmezden geldiği, keyfî yönetim pratiklerini fırsat bulduğunda yasalaştırarak, hatta bazen buna dahi ihtiyaç duymadan yönetmeye devam ettiği görüldü.[4] Bu aşamada anayasasızlaştırma daha çok keyfiyete ve mevcut anayasal normların kötü niyetle etkisizleştirilmesi anlamına geldiği için, aslında teknik olarak geri döndürülebilir bir süreçtir. Diğer bir deyişle yürütme, kendisini anayasaya ve anayasaya dayalı olarak çıkarılan, halen yürürlükteki yasalarla bağlı saymaya başladığında, anayasasızlaştırma da sona erebilir.

Ancak hukuki anayasasızlaştırma, Türkiye’de özellikle Başkanlık rejimine geçişin ardından başlayan, giderek derinleşen ve niteliksel olarak farklılaşan anayasasızlaştırma sürecini ve ortaya çıkan istisna rejimini anlamamız için yeterli değildir. Çünkü bu süreçte anayasasızlaştırmanın aldığı biçim, AKP’nin 2015 seçimlerini kaybetmesinin ardından iktidarda kalmak için kurduğu siyasi ittifaklar ve istikrarlı olarak uygulanan siyasi bir strateji ile ilişkilidir. Artık anayasasızlaştırma, darbe teşebbüsü ardından geliştirilen yeni iktidar stratejileriyle çok daha güçlendirilmiş ve geri döndürülebilir olmaktan çıkmıştır. Bu süreçte iktidar son derece etkili siyasi ittifak ve stratejilerle Türkiye’nin sadece siyasi rejimini değil, devletin anayasal kuruluşunu geri döndürülemez bir şekilde yeniden tasarlamıştır. Bu aşamada artık mesele iktidarın mevcut anayasaya uymaması değil, kendisini anayasaya uymaya zorlayacak tüm mekanizmaları radikal bir şekilde dönüştürerek neredeyse tamamen etkisizleştirmesi ve devlet güçleri arasındaki ilişkiyi kendisini özerk kılacak şekilde yeniden tasarlamış olmasıdır. Bu çerçevede siyasi anayasasızlaştırma esas olarak Türkiye’de ortaya çıkan yeni iktidar yapısının bir yansımasıdır ve bu yeni iktidar ilişki ve dengeleri sayesinde yürütülebilmiştir. Devletin farklı kurumlarında hızla inşa edilen bu yeni iktidar dengeleri, sadece yüksek yargının değil, bir bütün olarak yargısal faaliyetin cumhuriyet tarihinde görülmemiş düzeyde siyasi iktidarın denetimine girmesini sağlamıştır. Bu sayede toplumsal muhalefet de hukuk üzerinden etkili bir şekilde siyasi baskı altına alınabilmiştir. Sadece hukuksal denge denetleme kurumları değil, siyasi aktörler arasındaki pazarlık ve uzlaşmaların bir ürünü olarak toplumsal denge ve denetleme mekanizmaları da etkisizleştirilmiştir. Böylelikle siyasi anayasasızlaştırma Türkiye’yi, anayasallık fikrinin ve devletin temel kuruluşunun hedef alındığı bugünkü aşamaya taşımıştır. Dolayısıyla, siyasi anayasasızlaştırma kavramındaki siyasi terimi, 2015 sonrası dönemde AKP’nin iktidarını korumak için her türlü hukuksal ve siyasal denetim aracından bağışık olması yanı sıra kurduğu siyasi güç ilişkilerine ve stratejilere de referans verir. Anayasasızlaştırmanın bu kadar ileri ve geri döndürülemez bir aşamaya taşınabilmesinin nedeni, kurulan yeni iktidar dengeleri ile birlikte yargının her düzeyde siyasi gücün denetimi altına alınabilmesidir. Öyle ki göz göre göre yasanın açık hükmüne karşı bir yüksek mahkeme sıfatına sahip Yüksek Seçim Kurulu, Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un "Sandığın açılması ve zarfların sayımı" ile ilgili olan 98. maddesinde mühürsüz oyların geçersiz olduğu açık düzenlemesine karşılık mühürsüz oyları geçerli sayarak kanuna aykırı karar almış ve bu karara karşı hiçbir şey yapılamamıştır.[5]

Diğer yandan siyasi anayasasızlaştırmayı mümkün kılan güç ilişkileri sadece içeride kurulmamıştır. Devletin anayasal temellerinin sarsılmasına neden olan bu süreç, aslında bir dış anayasal denetleme mekanizması olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin işlevsizleşmesiyle de kolaylıkla ilerleyebilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin dava yükü gerekçesiyle birçok başvuruyu incelemekten imtina etmesi, sokağa çıkma yasakları döneminde çekimser davranması, diğer taraftan geç de olsa verilen Kavala, Demirtaş kararlarının gereğinin yapılmaması konusunda Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin etkisizliği, siyasal iktidarın dışarıda kurduğu ittifaklar dengesinin bir sonucu olarak farklı aşama ve örneklerde siyasi anayasasızlaştırmayı durdurabilecek uluslararası denetim mekanizmalarının da devreden çıkmasıyla sonuçlanmıştır.[6] Bu duruma ilişkin en çarpıcı örneklerden biri, hükümetin OHAL yetkilerini aşan ya da OHAL ile ilgili olmayan konularda yayımladığı kanun hükmünde kararnamelerin iptaline yönelik başvuruların hem AYM hem de AİHM tarafından reddedilmesidir. AİHM’in kamu görevinden KHK’larla uzaklaştırılan kişilerin bireysel başvurularını, bu kararnamelerin anayasaya aykırı olduklarını ifade eden Venedik Komisyonu raporlarına rağmen reddetmesi ve onun yerine hükümetle yürütülen görüşmeler sonucu hukuka aykırı bir biçimde, bir yargı mercii gibi çalışan Olağanüstü Hal Komisyonu’nun kurulmasını kabul etmesi anayasasızlaştırma sürecine katkı sunan önemli dönüm noktalarından biri olarak görülmelidir.

CHP'den milletvekili seçilen Mehmet Haberal ve Mustafa Ali Balbay'ın tutuklanmalarının ardından yaptıkları başvurulara ilişkin daha önce verdiği bir kararda, "Mahkemeler, seçilmiş milletvekillerinin tutukluluk hallerinin devamına ilişkin karar verirken, hem kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını hem de seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkını dengeleyen bir değerin varlığını somut olgularla ortaya koymalıdır" ifadesine yer veren AYM, HDP genel başkanı ve milletvekili Selahattin Demirtaş'ın tutukluluğuna ilişkin bireysel başvuruda yine önceki içtihadından dönerek Demirtaş'ın bireysel başvurusunu reddetmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin önceki içtihatlarından her dönüşü, kendisini fiilen kapatma noktasına getiren anayasasızlık yolunda önemli birer adım olarak tarihe kaydedilmiştir.

Sonuç olarak Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi kararını ortadan kaldıran ve daha da ileri giderek Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunan kararı, yüksek yargı içinde bir çatışma olmanın ötesinde, yürütmeyi denetleme ve anayasal düzeni koruma gücü ciddi düzeyde yıpranmış olan AYM’nin kendisinin de dahil olduğu bir siyasi anayasasızlaştırma sürecinin geldiği son aşamadır. AYM’nin varlığını savunmak elbette yürütmenin toplum adına denetlenmesini ve sınırlanmasını savunmak demektir. Ancak gelinen bu son aşamada, kendisi siyasi anayasasızlaştırmanın bir parçası olmuş bu yüksek yargı organının hayatta kalmasının yaşanılan devlet krizinin aşılmasını tek başına sağlayamayacağı da ortadadır.


Not: Bu makale, yazarların daha önce Turkey’s New State in the Making: Transformations in Legality, Economy and Coercion (der. P. Bedirhanoğlu, Zed Books, 2020) adlı kitapta yayımlanan “Deconstitutionalization and the State Crisis in Turkey: The Role of the Turkish Constitutional Court and the European Court of Human Rights” başlıklı makaledeki tartışmalarının bir kısmından oluşuyor.


[1] https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/mahkemeden-enis-berberoglu-karari-/2137436, erişim tarihi: 10.11.2023.

[2] Kemal Gözler, ‘1982 Anayasası Hala Yürürlükte mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme’, http://www.anayasa.gen.tr/

[3] A.g.m.

[4] İbrahim Kaboğlu, 15 Temmuz Anayasası, Tekin, 2017; Dinçer Demirkent, ‘Liberallerin Dinmeyen Özlemi: Anti-Ceberrut, Anti-Derin, Anti-Paralel devlet ya da sadece Devlet’, Ayrıntı Dergi, 4 Mayıs 2014.

[5] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-39613985, erişim tarihi: 10.11.2023.

[6] Daha detaylı açıklamalar ve AYM, AİHM kararlarının detaylı analizi için bkz. Özlem Kaygusuz ve Oya Aydın, “Deconstitutionalization and the State Crisis in Turkey: The Role of the Turkish Constitutional Court and the European Court of Human Rights”, der. P. Bedirhanoğlu, Turkey’s New State in the Making: Transformartions in Legality, Economy and Coercion, Zed Books, 2020.