Önyargıları konuşarak başlayalım. Türkiye solunda, “dışarıdaki” Müslüman ve/veya Türk toplulukların komünizm, sosyalizm deneyimleriyle, bu deneyimlerin tarihiyle ilgili genel bir ilgisizlik ve bilgisizlik yok mu sizce? Öyleyse, bunu neye bağlarsınız?
Bence Türkiye solunda “dışardaki Müslüman Türk” topluluklarına yönelik önyargı değil ama ilgisizlik öncelikle içerideki politik gündemle bağlı. Yusuf Akçura’nın meşhur Üç Tarz-ı Siyaset’iyle gündeme gelen modern bir ulus-devletin, bir “ulus”a dayanması gerektiği ve bunun da “Türk” ulusu olması ile “Osmanlıcılık” politikası sona erdi. Halbuki Osmanlı Devleti toprak kopmalarını engellemek ve içerideki faklı ulus ve dinsel kökene mensup toplulukların uyumunu sağlamak için yetmiş-seksen yıl kadar “Osmanlıcılık” anlayışı ile idare etmişti. Tarih yazıcılığında ne kadar değerlendirildi bilmiyorum ama bu enternasyonalist tavır bence son derece değerli. Ama malum “ulus-devlet” kurma rüzgârı başta Yunan, Bulgar, Arnavut, Ermeni ve benzeri ulusları kendi ulus-devletlerini kurma yolunda mücadeleye sevk etti. O zaman Osmanlı ricali ve münevverleri Osmanlıcılığın işe yaramadığını görüp Türkçülük ve Müslümanlık bayrağına sarıldı. Asya söz konusu olduğunda öne Türkçülük, Arap coğrafyası söz konusu olduğunda Müslümanlık çıkarıldı.
Bu süreçte Türklüğü yüceltmek milliyetçilik, şedit/aşırı milliyetçilik şeklinde tezahür etti. Türklüğü yüceltmek için müslim-gayrimüslim diğer bütün ulusları aşağılayan, küçümseyen, âdeta insan kategorisinin dışına çıkaran bir tutum alındı. Çocukken ağlaya ağlaya okuduğum Ömer Seyfettin hikâyelerini Marksist olduktan sonra tüylerim ürpererek okumuştum. Türkiye’de pek çok kesim bu durumun bize özgü olduğunu zanneder ama tüm Avrupa’da yükselen sosyal-Darvincilik gerçekten utanç vericidir.
Dolayısıyla devletin sahip çıktığı “Türkçülük”, onun maddi manevi desteği ve kollaması ile yeşeren bir Türk milliyetçiliği, üniversitelerde bölümler, dernekler, vakıflar, dergiler ortaya çıktı. Yani Türkçülükle “ilgilenen” o kadar çok kurum vardı ki bir de solcuların ilgilenmesi gerekmiyordu… Zaten “Bütün ülkelerin işçilerinin kardeşliğini” savunan solcular için bunlar uzak durulması gereken şeylerdi. Üstüne Nihal Atsız ve Türk olmak için bilmem kaç kuşak kan temizliği arayanlar mı istersiniz, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları ile T.C. vatandaşı Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı yapılan aleyhte propagandalar ve muameleler mi istersiniz… Varlık Vergisi dolayısıyla yapılan haksızlıklar ve sürgünler, 6-7 Eylül olaylarında yaşananlar… Dolayısıyla Türkiye’de Kürt ve Alevi emekçilerle omuz omuza verilen emek mücadelesinde solcular Türk milliyetçiliğinden uzak durmaya çalıştı.
Türkiye solunun yurtdışındaki Türk ve Müslümanlara mesafeli duruşu da benzer sebeplerledir. “Dış Türkler”, “Esir Türkler” Türk milliyetçilerinin ideolojik savaş malzemeleriydi. Böylece emekçilerin kafasını emek mücadelesinden uzaklaştırıyor, sosyalizm, komünizm, Sovyetler Birliği hakkında aleyhte propagandayla dolduruyorlardı.
Ayrıca Avrupa’ya gitmek zorunda bırakılan Zeki Velidi ve diğer Sovyetler Birliği kökenlilerin Almanya’da Sovyet düşmanı Alman Nazileriyle işbirliği yapması; İkinci Dünya Savaşı sırasında bazı Kırım Tatarlarının Hitlerin faşist ordusu ile birlikte Sovyet ordusuna karşı savaşması sosyalist/komünistler açısından onaylanmayan eylemlerdi. Sovyetler Birliği bizim için proletaryanın anavatanıydı; ona karşı, hem de Hitler’in ordusu ile birlikte savaşmak anlaşılabilir durum değildi.
Aslında Sovyetler Birliği tarihi, dolayısıyla Sovyet Müslümanları ve Türklerinin tarihi gerçek anlamda 2000’lerden sonra yazılmaya başlandı denebilir. Çünkü SSCB’nin varlığı koşullarında korkunç bir propaganda savaşının ortasında ilk feda edilen şey “gerçekler”di. Sükûnet ve sağduyu içerisinde bakılmaya başlandı artık.
Sağda bu konuda hangi önyargılar yaygın ve güçlü, sizce?
Türkiye Sağı 1945 sonrasında dünyanın ikiye bölünmesi ile başlayan Soğuk Savaş süresince ABD-CIA kaynaklı ideolojilerin gönüllü taşıyıcısı oldu. CIA tarafından finanse edilen, Sovyetler Birliği’ni çökertmek için kurulmuş olan Team-B’nin başındaki Richard Pipes gibi, A. Bennigsen gibi anti-Sovyet yazarların düşün babalığını yaptığı propaganda malzemeleri tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de pompalandı. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin arkasında ABD olduğunu biliyoruz. Bu propagandalara göre Sovyetler Birliği’nde olumlu hiçbir şey yaşanmıyordu, orada hiç iyi bir şey yoktu, sadece baskı ve zulüm vardı. Türkiye sağcıları sadece Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk ve Müslümanlar için üzülüyordu ama onlara “Tatar” bile demekten imtina ederek “Türk” olduklarında ısrar ediyorlardı.
Türkiye sağı, Türkiye devletinin de benimsediği bu Amerikan kaynaklı ideolojik, politik argümanları topluma taşıyan koçbaşı oldu. 1948’de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki hocaların tasfiyesinde de, 1970’lerde Türkiye’yi kana bulayanların ağzında da hep milliyetçilik ve anti-komünizm şiarı ve arkasında devletin maddi, manevi, askerî her türlü gücü vardı.
Dolayısıyla Türk sağı, Sovyet Müslümanları/Türkleri/Tatarları için Zeki Velidi’nin söylediği olumlu değerlendirmeleri bile yapmayacak kadar önyargılı davranmıştır ve sürmektedir bu tutumları.
Osmanlı-merkezci ve Türkiye-merkezci bir oryantalizm, galiba sağı ve solu yatay kesen bir araz bu arada, ne dersiniz?
Oryantalizmi “Doğu’yu küçümsemek, aşağılamak, Doğu’yu donmuş, gelişmeyen bir olgu olarak görmek” olarak tanımlayabiliriz. Sizin sorunuz Osmanlı’yı veya Türkiye’yi merkez alarak daha Doğu’dakileri aşağılamak, küçümsemek olarak temellendirilmiş galiba. Sağ için bu konuda söz söylemeye birikimim yeterli değil, ama dincilerin Araplara hayranlık duyduğunu söyleyebilirim.
Ama beni esas üzen Türkiye aydınlarında gördüğüm oryantalist tavırdır. Osmanlı Devleti’ni, Türkiye Cumhuriyeti’ni küçümsemek, aşağılamak, hatta yok saymak moda oldu. Geçmişte ne olup bittiğini anlamaya çalışmak yerine kibirli bir yukarıdan bakış var ki hiç tahammül edemiyorum. Bugün ABD, Polonya, Macaristan, tek tek saymaya gerek yok, dünyanın bütün ülkelerinde kapitalizm toplumları, insanları, doğayı vb. çürüttü. Bütün buralardaki çürümeyi görmeyip Türkiye’de hiç umut kalmadığını iddia edenlere şaşıp kalıyorum. Evet Türkiye’de çok kötü şeyler oluyor, evet Hrant Dink’i vuruyorlar ama cenazesini yüzbinlerle kaldırıyoruz. Gezi’de dünya tarihine geçecek direnişler vardı. Bölgenin en dinamik, en aydın Kürt kadınları Türkiye’de. Türkiye’de kadınlar susmuyor, sinmiyor, mücadele ediyor.
Bu kitabın bütün bu önyargıları ne derece ve “neresinden” sarsmasını umarsınız?
Kitabın keşke bu önyargıları sarsacak kadar okuru olsa… Evet Şubat ve Ekim devrimleri Tatarların gelişmesine büyük katkılarda bulundu. Ancak Tatarlardaki gelişme çok daha önce, 1905 Devrimi’nden de önce başlamıştı. Tatarların kendi iç dinamikleriyle değişim ve dönüşümü başlatmalarının en belirgin öğesi Ceditçilerdi. Evet Çarlık Rusya’sında tüm Doğulular için “vahşi, evcilleşmemiş atlar” deniyordu. Kitapta örnek verdiğim Ruşeni Bey 1918’de kaleme aldığı Kafkas İttihat Terakki Fırkası Programı’nda utanmadan Türk-Müslüman toplulukların “donmuş kalmış, her türlü gelişmeye kapalı, cahil, bedevi, kendi kendisini yönetmekten aciz” olduğunu iddia ediyordu. Hâlâ Türk-Tatar-Müslüman toplulukların âdeta bir özne olmadığı, “kötü” Bolşeviklerin onları istedikleri gibi yönlendirdikleri, ezdikleri propaganda ediliyor. Kitap Tatar ve Başkurtların bağımsız iradeleri ile ne gibi kararlar aldığını da, ne gibi politik hatalar yaptığını da anlatıyor.
Sovyet Devrimi ve sonrasında Rusya Müslümanlarının siyasî kalkışmasının, devrimci mücadelelerinin “yıldızı” olarak Sultan Galiyev’in öne çıkarıldığını, hatta bu tarihin tamamen Sultan Galiyev merkezli anlatıldığını sorguluyorsunuz. Hem onun görüşlerinin yanlış aksettirildiğini, hem “semasında tek yıldız” olmadığını vurguluyorsunuz. Bunları tekrar anlatmanızı istesem.
Yukarıda sözünü ettiğim ABD’nin Sovyetler Birliği’ni çökertmeye yönelik dış politikalarını belirleyenler arasında olan Richard Pipes ve A. Bennigsen gibi anti-Sovyet yazarlar, Sovyet Müslümanları arasında hoşnutsuzluk yaratma veya var olan hoşnutsuzluğu kışkırtma yoluna gittiler. Bu tarihçilere göre din ve milliyet bir topluluğu belirleyen en önemli öğelerdi. Sovyet yönetimine, Sovyet tipi yaşam tarzına karşı bir direniş, güçlü dinsel duyguların kışkırtılması ile sağlanabilirdi. Onlara göre İslâm ve komünizm asla bağdaşamazdı, Sovyetlerdeki Müslüman topluluklar arasında milliyetçilik ve dindarlık anti-Sovyetizm’i harekete geçirmek için iç içe geçmiş manivelalardı. Yıkmak istedikleri Sovyetler Birliği’nde egemen olan Marksizm-Leninizm’e karşı en büyük meydan okumayı İslâm ve milliyetçilik aracılığı ile yapabileceklerini düşündüler.
Sovyet yönetim kademelerinde yer alan Orta Asya elitine “Ruslaşmış” ve “Sovyetleşmiş” diyerek, ulusal kimliği inşa etmek için tarihi tekrar yazmak ve bir kahraman yaratmak üzere harekete geçtiler. Sovyetler Birliği vatandaşı Müslüman-Türk-Tatar kökenlilerin sosyalist rejime karşı çıkmalarını sağlamak için ideolojik dayanaklar bulmaya çalıştılar. Müslümanların 1917 Ekim Devrimi sonrasında sadece Rusya’dan ayrı, bağımsız devletler kurmak için mücadele ettikleri üzerine yazdılar çizdiler. Yeniden yazdıkları bu tarih anlatısında Sultan Galiyef kahraman olarak yüceltildi. Onun acıklı öyküsü istismara açıktı.
Bu yazarlar Kızıl Ordu ile birlikte Beyaz Ordu’ya karşı Kazan’ın savunulması sırasında esir düşerek kurşuna dizilen Tatarların gerçek lideri Mollanur Vahidof’tan hemen hemen hiç söz etmezler. Ettikleri zaman da Rusların maşası gibi bir yaklaşımla aşağılarlar. Sultan Galiyef’se her fırsatta kendisinin Mollanur Vahidof’un öğrencisi olduğunu tekrarlamaktan çekinmemiştir.
Türkiye’de Sultan Galiyef’in Bütün Eserleri adı altında, Kazan’da Rusça basılan 900 sayfa tutan kitabın Türkçe çevirisi yayımlandı. Dolayısıyla bütün dünyaya “milliyetçi sosyalizmin teorisyeni” olarak sunulan Galiyef’in yazdıkları Türkiyeli okur için muamma değil. Bu kitapta “dâhi kuramcı” olarak tanıtılan Sultan Galiyef’in kaleminden biyografisi ve makaleleri vardır. Gerisi kongrelerde yaptığı konuşmalardır. Bu makalelerden ve 1919’da yaptığı bazı konuşmalardan “Şark’ın büyük teorisyeni” yaratılmıştır.
Ben Müslüman Komünistler’de Sultan Galiyef hakkında çok az şey yazdım. Çünkü Sultan Galiyef’in liderleşmesi benim kitaba nokta koyduğum yerde başlıyor.
Sultan Galiyev’e ilgi, 2000’lerin ilk on yılında, ulusalcılık ve Avrasyacılığın heyecanlı zamanlarında epey yüksekti. Sonra epey söndü, değil mi? Siz nasıl görüyorsunuz?
Sorunuz çok kapsamlı bir soru, bu dönemin uzmanı değilim ama fikrimce bir tür ABD emperyalizmine karşı yükseltilen bayraktı Avrasyacılık. Türkiye’de 1991’de SSCB çökünce ortaya çıkan Türk-Müslüman kökenli cumhuriyetleri kontrol etme hayalleri doğdu hem sağda, hem “ulusalcı sol”da. Devlet de tıpkı 1917 ve 1941 de olduğu gibi gözlerini Rusya’ya çevirdi acaba “dinsel ve etnik ortaklığımız sayesinde bizim kontrolümüze girerler mi?” diye. Türkiye’de Avrasyacılık’la birlikte telaffuz edilen bir Galiyefçilik araz oldu. Attilâ İlhan’ı filan hiç anlamadım. Milliyetçilere, Türkçülere, ülkücülere akıl veriyorlardı, ülkücüleri “sola, anti-emperyalizme” çağırıyorlardı; bir tür kibirdir bu.
Ama 11 Eylül saldırıları, ABD’nin Afganistan işgali, ABD’nin “cihatçılara” açtığı savaş, IŞİD’ın doğuşu… Arkasındaki dış ve iç devlet desteği çekilince Sultan Galiyef filan söndü gitti. Şimdiki “Avrasyacılar” solculuktan, Atatürk-Lenin dostluğundan, Galiyef’ten hiç söz etmiyorlar…
Sultan Galiyev’in abartılmasına karşılık, Mustafa Suphi’nin ve Mollanur Vahidof’un öneminin küçümsendiğini söylüyorsunuz. Oysa, neden önemliydi onlar?
Yukarıda sözünü ettiğim Tatar ve Başkurtların 1917 ve sonrasındaki faaliyetlerini yazan tarihçilerin kitaplarında Mollanur Vahidof’un ihmal edilmiş bir aktör olması tamamen bilinçlidir. Aslında sosyalist Tatarların kurduğu Müslüman Sosyalist Komite de, Sovyet Hükümeti’nin kurduğu MUSKOM da, tam yetki verilen Mollanur Vahidof da şöyle bir söz edilerek geçilmiştir. Sovyet hükümetinin MUSKOM’un liderliğine Ahmet Tsalikov’u, kuruluş kararnamesi yayımlanan Tatar Başkurt Sovyet Cumhuriyeti’nin inşasına Zeki Velidi Togan’ı çağırması, onların bu teklifleri reddetmeleri de es geçilen olgular arasındadır. Ayrıca Mollanur Vahidof’a Sovyet Hükümeti’nin ve Lenin’in ne kadar büyük değer verdiği ve birlikte çalıştığı açığa çıkarsa kendi teorileri çökerdi.
Mustafa Suphi ise Türkiyeliler açısından anlaşılmaya, tanınmaya çalışılan önemli bir siyasi aktör ama 1920 yılının yazına kadar olan faaliyetleri Rusya Müslümanlarının tarihi açısından da son derece önemli. Çünkü 1918 Mart ayından itibaren önce Mollanur Vahidof, sonrada Sultan Galiyef’le çok yakın çalışmış. Mustafa Suphi kitapta uzun uzun incelediğim 1918 Kasım ayında yapılan Müslüman Komünistleri Kurultayı’ndan sonra Kırım’a gidiyor. Bu gidiş kendi inisiyatifi ile olsa gerek. Mustafa Suphi Kırım’da, Akmescit Sovyeti’nde aktif bir şekilde çalışıyor ve Akmescit İşçi Köylü Şurası’na seçiliyor. Ayrıca “Komünist Bolşevikler Fırkası, Kırım Müslüman Bürosu Reisi” görevini de üstlenmiş. Kırım’dan İstanbul’a, Türkiye’ye elemanlar gönderiyor. Yani hem Türkiye ile ilişkiye geçmeye çabalıyor, hem de Kırım’da siyasi faaliyetin en önlerinde. Zaten Kırım Tatarları İsmail Gaspirinski’nin faaliyetleri sayesinde Türkiye Türkçesine en yakın olan toplulukları barındırıyor.
Ama 23 Nisan 1919’da Beyaz Ordu’nun Kırım’a saldırmasıyla Suphi Akmescit’ten Odessa’ya kaçmak zorunda kalıyor ve önce Moskova’ya, sonra da Taşkent’e gidiyor. Bir yıldan fazla bir süre Türkistan’da çalışıyor ve Merkezî Hükümet’e raporlar gönderiyor. Yani Sovyetler Birliği’nin inşa sürecinde önde gelen siyasi aktörlerden biri olduğunu düşünüyorum. Bu bir yılın araştırılması, incelenmesi son derece önemli.
Mustafa Suphi 27 Mayıs 1920’de, Bakü Kızıl Ordu tarafından alındıktan sonra Bakü’ye gelmiştir. Biz bu tarihten sonraki faaliyetlerini çok iyi biliyoruz. Bu tarihten itibaren Suphi’nin tüm faaliyeti Türkiye’ye yöneliktir.
Sizin Milli Mücadele dönemi Anadolu solu ve İştirakiyun hareketiyle ilgili de çalışmalarınız var. “Gerçek” Müslümanlıkla sosyalizm-komünizm arasında bağlantı kuran söylemi, o bağlamda yazmıştınız. Bu yeni kitapta, böylesi ideolojik köprülere dair fazla bir şey yok. Bolşevik Devrimi’nin dilleri ve ruhları ele geçiren ideolojik söyleminin başka bir referansa yer bırakmayan taze etkisiyle mi ilgili bu? Belki bu konuda biraz konuşursunuz.
Evet, çalışırken benim de ilgimi çekti bu husus. Devrim sonrasında örneğin Hint Müslümanlarını Bolşevikleri desteklemeye çağıran Mevlevi Bereketullah gibi aktörler “İslâmiyetle Bolşevizm arasında hiçbir çelişki yoktur. Müslümanlık Bolşevik usullerini 1400 yıl önce söylemiştir” filan diye propaganda yapıyor. Anadolu’da TBMM kürsüsünde Şeyh Servet aynı şeyleri söylüyor. Bolşevizm’in, komünizmin ne olduğu hakkında hiçbir malumatı olmayanlara böyle anlatıyorlardı.
Halbuki 1917 Şubat ve Ekim devrimlerini bizzat yaşayan ve katılan Mollanur Vahidof, Sultan Galiyef, Zeki Velidi Togan gibi siyasetçilerin böyle tanımlara ihtiyacı yoktu. Hepsi 1917’den çok daha önce sosyalist ve hatta ateist olmuşlardı. Dolayısıyla onlar Müslümanlıkla Bolşevizm’i uyumlulaştırmaya falan çalışmıyorlar. Zaten kitapta da anlatmaya çalıştım, “Müslüman” kavramı bir üst kimlik olarak kullanılıyor. Çarlık yönetimi “Müsülman” diyor, Bolşevikler “Müslüman İşleri Komiserliği”ni kuruyorlar. “Müslüman” kavramı itikadi bir açıklama değil.
Bolşevik Devrimi’nden önce, Şubat Devrimi ile başlayan ve tüm Rusya’yı ele geçiren bir “devrimci dil” olduğunu kitapta da yazdım. Aristokrasi ve burjuvazinin dışında, yüzyıllardır dili zincire vurulmuş tüm toplumsal grupların dili çözülmüştü. “Burjuvazi” kelimesinin artık hakaret olarak kullanıldığı, Rusça “Tavariş”, Tatarca “İbdeş/Yoldaş”ın diğer bütün sıfatların önüne geçtiği bir dönem yaşanıyordu. Devrimcilerin toplumu açıklamak için kullandığı kavram ve kategoriler, yani “sınıf mücadelesi, devrim, barış, özgürlük, kapitalizm, sosyalizm, feodalizm” ve benzeri sözcükler Rusya Müslümanlarının dillerinde Rusçası ile yer almaya başlamıştı. Yeni, devrimci bir umutla dolu gelecek vaadi Rusya steplerini ele geçirmişti. Bu durumdan en şikâyetçi olanlar ulema sınıfına mensup olanlardı. I. Müslüman Kurultayı’nda 900 delegenin 300’ünü bile bulmayan bir etkinliğe sahiptiler.
Rusya’daki Müslüman topluluklar arasında, oranın solu, akademisi ve aydınları arasında, ele aldığınız bu tarihsel tecrübenin ne gibi izler bıraktığına ya da izlerin silindiğine dair, gözlemleriniz var mı?
Bu süreç Sovyetlerin çeşitli dönemlerinde farklı bakış açısıyla incelenmiş, yazılmış. 1991 sonrasında Sovyetler çöktükten sonra koyu bir milliyetçilikle, “Sovyet resmî tarihçiliği” reddedilerek tekrar yazılmış. Bunlarda, en azından benim gördüklerim arasında devrim ve sosyalizm karşıtlığı başat. Ama şimdilerde daha sakin, daha objektif bir bakış açısı ile o dönemi inceleyen tarihçiler var. Örneğin Salavat İshakov’un Tatar Tarihi ve Devrim ve Rusya Müslümanları (2004) adlı kitapları var. Sonuncusunu yayınevinize basılmak için vermek istiyorum.
Kitabınızın sonlarına doğru sıraladığınız “keşke”ler çarpıcı. Genelde Sovyet Devrimi’nin seyrine ve Müslüman toplulukların devrimle ilişkisine dair “keşke”ler… Buna, Türkiye’de solun (hem komünistlerin hem genel olarak solun) bu “Müslüman Komünistler” tecrübesine bakışıyla ilgili bazı “keşke”ler ekler miydiniz?
1917 Ekim Devrimi’nden sonra Rosa Luxemburg Alman işçi sınıfını “Rusya proletaryasına ihanet etmekle” suçlamıştı. Başta Lenin ve Trotski olmak üzere Bolşeviklerin Avrupa’dan beklediği devrimler gerçekleşseydi, işçi sınıfı oralarda iktidar olabilseydi Rusya’da da her şey farklı olurdu. Burada şu söylenebilir: Bu beklenti yanlış tahlillere dayanıyordu, Alman burjuvazisi ve egemen sınıfları iktidarı vermeyecek kadar güçlüydü filan gibi. Ama iki olay var ki… İlki Bolşevikler Tatarların Milli Meclis’i toplantı halinde iken hükümete bağlı bir kurum olarak kurulması düşünülen MUSKOM’un başına Ahmet Tsalikov’un geçmesini teklif ediyorlar. Reddediliyor. Niye? İdil-Ural Devleti’ni Ekim Devrimi sayesinde ilan eden Tatarlar, Sovyet devletinden uzatılan bu eli geri çevirmekle büyük hata yapıyorlar.
İkincisi Tatar-Başkurt Sovyet Cumhuriyeti kurulması doğrultusunda kararname yayımlanıyor ve bu devletin inşası için bir Danışma Meclisi kuruluyor, buraya Beyazlarla işbirliği yapmasına rağmen Zeki Velidi çağırılıyor, ama o gitmiyor… Mayıs 1918’de Bolşeviklerle işbirliği yapmayı reddeden Zeki Velidi 1919 Ocak ayında Sovyet tarafına geçecektir. Kitapta bu iki olgunun altını çizdim, Osmanlı Umur-u Şarkiye Dairesi bile hata olarak değerlendirmiştir bunları.
Ben Tatar ve Başkurt liderliğinin Sovyet hükümetinin uzattığı eli bu kadar büyük bir kibirle itmesinin sebepleri arasında Osmanlı müdahalesinin de olduğu kanısındayım, kitapta bunları tartışmaya çalıştım.
Türkiye’ye gelince: Benim açımdan en büyük hatalardan biri 1980 öncesinde sosyalist solun önde gelen teşkilatlarının birbiriyle yaptığı acımasız rekabettir, keşke ortak hareket etmenin yollarını arasalardı. Ülke hızla darbe ortamına gidiyordu ve sol bunun farkındaydı. Keşke Türkiye Solu ortak bir programla darbeye karşı bir cephe kurabilseydi. Bugün hâlâ “1980 Darbesi öncesi ve Sonrasında Yapılan Hatalar” başlıklı bir konferans toplanabilir. O günlerde var olan siyasi örgütlerin başındaki liderler hâlâ hayatta iken…
Komünistlerin muhalefette olduğu koşullarla, iktidarda olduğu koşullar birbirinden nitelik olarak farklı durumlardır. Türkiye’de komünistlerin Kürt meselesine ilişkin yaptığı politik hatalar olabilir, ama bunlar bu meselenin çözümünde belirleyici önemi haiz değildir.
Kitap bir emekçi iktidarı sırasında, ülkeler ve koşullar ne kadar farklı olursa olsun hem ezen ulusa, hem de ezilen ulusa mensup “komünistler”in önüne ne gibi sorunlar çıkabilir, bir nebze olsun ışık tutuyor. Türkiye’de Kürt meselesinin çözümünde herkesin Sovyet pratiğinden öğreneceği çok şey olduğu kanısındayım.