Dostluk

Dostluk bir tür armağan oyunudur. Bir şeyi verirsiniz ve alırsınız. Ancak almayı beklemezsiniz. Alıp vermeye konu olan bu şeyler haz, menfaat veya iyilik olabilir. Yazılı kuralları olmadığı için ilişkiyi sürdürmek hem kolay hem de zordur. Dostluğu bitiren, yazılı olmayan kurallarına uyulmamasıdır. Ortada olmayan kurallar, dostluğun gizemini oluşturur. Cazibesi de buradan kaynaklanır. Her iki taraf, birbirine ihtar çekmeden bilinmeyen bu kurallara uymakla mükelleftir. Kurallar hatırlatıldığı anda oyundan çıkılmış olunur. Çıkıldığı anda bir daha asla oyuna kaldığı yerden başlanamaz. Kurallar, gizemi ortadan kaldırdığı için açıklık, kesinlik ve şeffaflık dostluğun müphemliğine saldırıdır.

Oyunu oynamaya değer kılan, sonunun ve kimin kazanacağının bilinememesidir. Bu yüzden heyecanlıdır. Olacaklar kesin bilinseydi, hayat yaşanmaya değmezdi. Bilinememezlik, oyunu/hayatı canlı kılar. Hayat, heyecanlı oldukça canlılığını korur ve anlamını bilinmezlikte kazanır. Makine, her yönden bilindiği ve işlevsel sonuçları öngörüldüğü için heyecan yaratmaz ve hedefine çalışarak varır. Robot, Çekçe çalışmak (robota) fiilinden gelir ve çalışan demektir, yani oyun oynamayan… Sonuçları, önceden öngörülür robotun/çalışanın. Düğmeye bastığınızda çalışır, şaka yapmaz. Dostlukta heyecan kalmadığında, dostu kaybetme korkusu taşınmadığında dostluk bitmiş demektir. Hayatı, robot gibi çalışma zorunluluğundan çıkaran oyundur. Bu anlamda dostluk, çalışma zorunluluğunun (robot) kimi zaman dışında, kimiz zaman da karşısındadır. Bilge olmanın en önemli özelliği ise üretmemektir,[1] dolayısıyla çalışmamak.

Öyleyse nedir bu dostluk?

Çölde bir vaha, ovada bir söğüt gölgesi, yabancısı olduğumuz yerde bir tanıdık, çatısız kaldığımız anda evini açan bir yüz, dar gününde uzanan bir eldir dost… Elbette bu kadar değil. Kolay kolay da tanımlanacağı yok. Tanımlanamaması, dostluğun olmadığı anlamına gelmez. Gayret edip tanımlansa da yapılan tanımın, hissettiklerimizi tam karşılayamayacağı hemen fark edilir.

Sokrates de dostluğu tanımlamaktan ziyade kimler arasında kurulduğunu çözmeye giriştiği Platon’un Dostluk diyaloğunda kesin bir sonuca varamaz. Diyalog, bu tarz bir kesinleştirme veya netliğe varma çabalarının sonuçsuz kalacağını ima etmiş gibi bir hisse kapılmamıza neden olur. “İşte kesin bu!” dedirtecek denli noktayı koyduğunu düşündüğümüzde bile Sokrates’in o yılmaz akıl yürütücülüğü devreye girip, onun öyle olmadığını düşündürtmeye varan geçici tanımlamaları, saptamaları, bir süre sonra yerini “dur bakalım iş nereye varacak?”a bırakır.

Tanımlama, en nihayetinde bir kesip biçme, ölçme ve tartma işlemidir. Tanım öyle yapılmalı ki, dışarıda bırakılması gerekenler dışarıda kalmalı, içeride olması gerekenler de tanım içerisinde olmalı. Eskilerin deyişiyle efrâdını câmi, ağyârini mâni olmalı. Hal bu iken dostluk ölçüye veya tartıya gelebilir mi?

Öyleyse yukarıda konuya giriş cümlesi bir tanımlama olduğuna göre ortada bariz bir çelişki var. Açıkça bir ihtiyaca işaret ediyor: “Çölde bir vaha, ovada bir söğüt gölgesi, yabancısı olduğumuz yerde bir tanıdık, çatısız kaldığımız anda evini açan bir yüz, dar gününde uzanan bir eldir dost…” Bir şey için dostluk. İhtiyaç giderildiğinde, dostluğun gerekçesi de kalmayacak demektir bu.

Ne var ki, gündelik dilde ve konuşmalarda dostluğa bakış aşağı yukarı böyledir. Ama ne Platon’un Dostluk’unda ve ne de Aristoteles’in Nikhomakhos’a Etik ve Eudemos’a Etik’inde gerçek dostluk bu çerçevede ele alınır. Platon, Sokrates’in tanımlama çabasını boşa çıkartır. Uzaktan bakınca rahatlıkla tanımlanabilecek gibi görünen, kimler arasında dostluğun kurulacağı düşüncesi, yakınlaştıkça tanımlanamaz, ele alınamaz bir şeye dönüşür.  Gökkuşağının altından geçmek veya ufka yaklaşmak gibi… Ya da içindeyken fark edilemeyip üzerinden zaman geçince, bir zamanlar içinde olunduğu düşünülen mutluluk gibi ele geçirilemez bir şeydir. Ele geçirilemediği için de biriktirilip tüketilemez…

Aristoteles sanki bu belirsizliği gidermek istercesine Etiklerinde (Nikhomakhos’a Etik, 8 ve 9. Kitap ile Eudemos’a Etik, 7. Kitap) dostluğu üç kısma ayırır: erdeme dayalı iyiler arasındaki dostluk, yararlıya dayalı menfaat dostluğu ve hoş olana dayalı haz dostluğu.[2] Erdeme dayalı dostluğu dikkate alarak diğerlerini (haz ve menfaat) iyiler arasında kurulan dostluk arasında saymaz. Cicero da bu konuda Aristoteles’i izleyerek dostluğun iyi (bilge) insanlar arasında kurulabileceğini söyler.[3]

Dostluğun temelinde eşitlik ve benzerlik bulunduğunu düşündüğü için,[4] kral veya bilge ile hiçbir şey bilmeyen veya son derece aşağılık bir insanın dost olmasını anlamsız bulur.[5] Çünkü ne kralın ve ne de bilgenin eşiti veya benzeri yoktur, tıpkı son derece aşağılık bir insan ile hiçbir şey bilmeyen kişinin durumunda olduğu gibi. Kralın bir tek kişi oluşu gibi bilgenin de birden fazla olamayacağını kabul etmiş görünür. Öyleyse erdemli insanlardan kastedilen bilgeyse, aynı anda iki erdemli insanın da olamayacağı örtük olarak kabul edilmiş olur. Bu durumda erdemli insanlar arası dostluk da olası gözükmez.

Bu çıkmaz, hem Platon’un “iyi, kötü ve ne iyi ne kötü” gibi üçlü, hem de Aristoteles’in “haz, menfaat ve erdemliler arasında dostluk” gibi yine üçlü keskin kategorik ayrımlardan kaynaklanmış olabileceğini düşündürür. Bu gibi matematiksel ayrımlar, örneğin erdemliler kavramını oksimoron kılıyor. En erdemli olan sonuçta bir tek kişi (kral gibi) olacağından, iki erdemlinin birbirine dost olabilmesi de fiziksel olarak imkânsızlaşmış oluyor. Çünkü en erdemli daima bir kişi olur.

Aristoteles’te erdem konusu yeteneklerin ortası (ἀρετή, -arete-, erdem) olarak ele alınır. Erdemleri düşünce ve karakter erdemleri olarak ikiye ayırır. Ortacıl veya ölçülü olma ise karakter erdeminin özelliğidir. Orta’yı, burada sanki sıfır (0) ile yüz (100) arasındaki/ortasındaki mutlak 50 (elli) gibi düşündüğümüzde, örneğin bunları da savurganlık ve cimrilik olarak kabul ettiğimizde, cömertliği elli (50) birim olarak anlamamız istenir. Cömertler bir kişiden fazlaysa en cömerdi bulmak nasıl olacaktır? Ya, birden fazla en cömerdi kabul edeceğiz, ki bu durumda “en” (the best) ifadesi anlamını yitirecek, ya da “en”i matematiksel olarak 50 gibi düşünmek yerine doğada olduğu gibi bulutsu veya gökkuşağı şeklinde bir yapı olarak düşünmek durumunda kalacağız. Bu durumda bulutun en beyaz yerini bulmak veya gökkuşağındaki renklerin birbirinden ayrılma hattından söz etmek yerine “yaklaşık/civarında” bir ifadeyi “en”in yerine teklif edeceğiz.  

Bu, hangi imkânı verir bize? En erdemli noktasal o tek kişiyi bulup, sınırlı tek bilge olduğu için de kimsenin dostluğuna ihtiyacı olmayan kişi veya bilgeyi dostluk hakkından mahrum etmek yerine bilgeler, iyiler, erdemliler gibi çoklu yapının imkânını bulutsu yapılarda aramak ve bulmak kolaylığını verecek en başta. Eşitlik ve benzerliği de erdemde birbirine yaklaşık denkliği şeklinde düşünebiliriz. Böylece en erdemli veya en bilgeyi arama zorunluluğundan ve onları dostsuz bırakmaktan kurtulmuş olacağız ki, [en] iyilerin dostluğunun önü açılmış olsun. 

Yine de bir tanımlama olmasa da bir belirleme ya da haritada yerini bulma bakımından Aristoteles’e göre dostluk, ifrat derecesindeki dalkavukluk ile tefrit derecesindeki soğukluğun “ortası” olmuş olur.[6] Cicero da Tanrıların insana verdiği en iyi armağan olarak, bilgelikle birlikte dostluğu görür. Ama dostluğun olabilmesi için de erdemin olması gerekir.[7]

Eşitlik veya benzerlik

Dostluğun kimler arasında kurulduğu sorununu tartışırken Platon’un Dostluk’unda da [Sokrates] zenginlik konusunda denklik[8] ve “benzerler arasında”ya[9] atıf yapılır. Ancak bunlar Sokrates için geçici doğru istasyonlarıdır. Diyaloglar sürdükçe bunun da yanlışlığı ortaya konur. Fakat Aristoteles’te dostluğun kurulumu için eşitlik[10] ve benzerlik[11] vurgusundan vazgeçilmez.

Dostlukta zenginlik açısından denk olmak önemli bir özelliktir. Aralarında fark edilebilir bir fark olduğunda ilişki zaman içinde bir yönetme ve yönetilmeye evrilebilir. Evrilen bu ilişkiye hakimiyet ilişkisi de diyebiliriz. Biri diğerine “sahip olduğunu” hissettirdiğinde veya taraflardan biri yönetilmeye başladığını hissettiği anda dostluk ilişkisi aniden biter. Maddi zenginlik farkı bu ihtimali hep barındırdığı için eşitlik ilkesi dostluğun dostu olarak onu sessizce takip eder. Muhtemelen Aristoteles bunun farkındadır. Yine de bu ilkenin Cicero’nun Dostluk Üzerine’de bahsettiği gibi zenginlik seviyesi açısından istisnaları olabilir.

Bir dostluk (sevgi-aşk) ilişkisi olarak idealize edilen evliliklerde de (maddi) denkliğin (eşitlik) gözetilmesi, tarafların birbiri üzerinde güç/hakimiyet kurma ihtimalinin bulunmasından kaynaklanır. Dost olanlarda benzer özellikler, karşıt özelliklerden çok olsa da benzerliğin tam olarak ne olduğu bilinemez. Kesin bilindiğinde de dostluk anlamını yitirebilir.

Rekabet, eşitler arasında meydana gelen çatışmadır. Çekişmede ise hiyerarşi söz konusu olduğu için duygusal görünümleri kibir, kıskançlık ve hınç olarak ifade edilebilir. Bu yüzden aşk ve dostlukta rekabet olabilirken çekişme olası değildir. Rekabet bir tanınma politikasıdır.[12]

Sevgi ve aşk

Dostluk en nihayetinde sevmektir. Daha ilerisi ise âşık olmak… Fakat her seven veya sevilenin dost olduğu anlamına gelmez bu. Platon’a göre sevgi, yaradılış yarasını sağaltma çabasıdır.[13] Ne haksızlık eder ne de haksızlığa tahammül eder. Zorla yapılan hiçbir eyleme eşlik etmez. Haklı olduğu kadar ölçülü de olduğu için arzuların dizginlerini elinde tutar.[14] “Bizi iyiliğe dost, kötülüğe düşman eder”[15] ve “kalbi sakinleştirir, yatıştırır…”[16]

Sevgi de yönetme ve yönetilmekten hazzetmez. Hatta buna direnir. Çünkü yönetmede zor ve zorlama vardır. Yönetmek, bir şey üzerinde güç kullanmak demektir. “Bir şey üzerinde güç elde etmek, kirletmektir. Sahip olmak, kirletmektir.”[17] Sevgi güzeldir, güzel ise saftır. “[A]şağılık veya vasat olan her şey saflığa isyan eder ve yaşamını kurtarmak için bu saflığı kirletmeye ihtiyaç duyar. Kirletmek, değiştirmektir… Güzel [ise] değiştirmenin istenemeyeceği şeydir.”[18]

Sevgi yönetilemez, ancak onunla dans edilir, oyun oynanır. Sevgide ilişki zorundalıkla değil, özgür iradeyle kurulur. Cesareti olmayanın da özgür iradesi söz konusu olamaz. Cesaret olmaksızın, diyor Rollo May, sevgimiz salt bağımsızlık olarak solar, uyumculuk halini alır.[19] Antik Yunan’da da sevgi ve dostluk ilişkisi özgür yurttaşlar arasında söz konusuydu. Özgür olmayanın sevgisi söz konusu olamaz.

Aşk ise kişiler arası en saf ilişki olan sevgiden daha derin ve karmaşıktır. Ancak güzel duygular, der Adam Smith, aşırıya da kaçsalar tiksinti uyandırmazlar.[20] Aşkın derinliği, dünya gerçekliğinden aşk süresi boyunca kopuşu ifade eder. Öyle ki âşık, aradığını bulduğu için kendini bu dünya için kaybetmiştir. Gözünde dünyanın değeri sıfırlanmıştır. Hatta sıfır bir ölçüm noktası olduğu için “sıfırlanmıştır” bile denemez. Bütün ölçü birimlerini kaybetmiştir. Bu yüzden “aşırı cömert ve sevgi dolu bir dosta acıyarak bakarız”.[21]

Devam eder Smith, “aşırı iyilik gösteren kimselerin karakterlerinde öyle bir çaresizlik vardır ki onlara bu çaresizlikten ötürü acırız… Bizi endişelendiren şey, bu karakterin yaşadığımız dünyaya uyum sağlayamayacak olmasıdır, zira böyle bir insan bu dünya için fazladır”.[22] Çünkü ölçülebilir, birimlenebilir ve dolayısıyla standartlaştırılabilir “gerçek” dünya ile irtibat yitirilmiştir. Ama zaten gerçek aşk, ölçülebilirlikler, karşılaştırmalar ve nicelikler dünyasının ötesinde başlamaz mı?[23] Gerçek aşk, bir an olarak gerçek dünyayı es geçmekle, gerçek dünyanın dışına çıkmakla veya ötesine geçmekle aynı anlama gelir. Sürdüğü müddetçe gerçek aşk, ölçüye ve birime, kısaca iş ve ekonomi dünyasına meydan okur. Tersinden de söyleyebiliriz: Dünyaya meydan okumanın biricik yolu âşık olmak ya da aşkla olmaktır.

“Seni seviyorum”da iki kişi vardır ve başkalarından haber yoktur. Oysa bu hiç gerçekçi bir durum, ilişki ve düşünme tarzı da değildir. Hatta delicesine bir şeydir. Delilik, varlığı ve ilişkileri yok saymak ya da yoklukları var saymakla aynı yola çıkar. Delicesine âşık ya da aşkta olmadan dünya gerçekliklerine karşı koymak da o ölçüde olası değildir, makul görülmez. Dünya gerçekliğinde makuliyet, delilikten uzaklaşarak, “gerçek dünya” deliliğine (reelpolitik) teslim olmayı seçmektir. Âşık, aşkına aşkını göstermek ve vermek ister. Etrafına bakındığında vermeye “değer”, canından başka hiçbir şey göremez, çünkü hiçbir şey o denli değerli değildir.  Canını verecek olsa bu sefer de aşkı, görüş mesafesinden çıkmış olur. Bu ise aşktaki paradokstur, diğer alanlardaki paradokslar gibi bu da aşılamaz.

Doğadan çıkarak, kurtularak özgürleştiğini düşünme eğiliminde olan insan, yeni bir doğa olarak topluma tutulur. Toplum, artık kişi için yeni doğadır. Yalnızlık ile toplum, kişinin ifrat ve tefrit noktalarıdır. Aristoteles’in erdemini burada kişi, bu iki uç noktanın arasında/ortasında kalarak aşmaya çalışır. Söz konusu orta, dostluk ilişkisidir. Dostlar arasında kişi, yalnızlık ve toplum gibi yeni doğaların zorundalıklarından kurtularak nefes almış olur. Burada dostluk, nefes/oksijen adası işlevi görür. Hayatı anlamlandırma sürecinde her tıkanmada kişi, nefes almak için kendini dostlar arasına atacaktır.

“Seni herkesten çok seviyorum”da ise bir karşılaştırma olduğu için aşk eksilmiş, içi boşalmış, en hafif tabirle yara almıştır. Burada “herkes”, bir çokluk olarak dünyadır. Dünyanın, yani gerçekliğin farkına varılmıştır. İster istemez, “hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır”[24] olacaktır. Sağırlık ise eksik sağlıktır. Aşk sağlığınızı yitirdiğinizde acıyı hissetmemenin yolu ya da telafisi olarak bedene özen azami seviyeye çıkartılacaktır. Bu noktada aşk, artık bir sağlık sorunu, ya da beden sorunu olarak görülecektir.  Anlam kaybı, fiziksel bütünlük, bedensel “pürüzsüzlük” ve göze çarpıcılık ile aşılarak her geçen gün yeni teknikler geliştirilecektir.

Bauman’ın İvan Klima’dan aktardığına göre aşk ile ölüm birbirine çok benzerler. İkisinin de ortaya çıkışıcı biricik ve kesindir; tekrar ve erteleme kabul etmez.[25] Başlı başına bir yaratı ve eser olarak görülebilir bu haliyle. Yunus Emre’nin “âşıklar ölmez” ifadesi, var olabilenin ölmezliğine bir gönderme veya yaratımının iması gibi okunabilir. Âşıklar yaratabilir ancak. Yaratım aşk iledir. Aynının cehenneminde boğulmazlar. Tekrar etmekle ölmek aynı anlama gelir âşıklar için: Baştan alalım olmaz. Aşk halinde olmadan düşünce olmaz. Düşünmek, bir deliliktir çünkü zemini yoktur, “ayağınızın altındaki zemini kaybetmek”[26] riskini taşır. Düşünme sonunda hiçbir şey eskisi gibi olmayabilir. Bunu göze alabilenlerin edimidir âşık olmak.

Bu, aynılığın veya tekrarın değil, başkanın/ötekiliğin etkisidir. Aynılık ve tekrar, kendini dinî ritüeller, bilimsel faaliyetler (dataizm) ve çalışma içinde formatlarken, başkalığın etkisi kendisini felsefe veya derin düşünme (vita contemplatia) ve tasavvufta gösterir.

İman

Kurulan her dostluk ilişkisi bir risk ya da gizem taşır. Bütün yönleriyle, tam anlamıyla, tamamen bilmediğiniz kişiyle dost olduğunuzda bir riski göze alarak yol alırsınız. Risk hiçbir zaman bitmeyecektir. Dostunuz hakkındaki bilgilerinizin artması da o bilinmezlikten bir şey eksiltmez. Bildikçe, bilinmezlik de devam eder. Ama bu, dostunuzu tam biliyormuş gibi hareket etmenizi engellemez. Dostunuzdan eminliğiniz risk ile birlikte sürer: Ya düşündüğünüz gibi değilse!

İnandığınız ile ilişkiniz de aynen dostluk ilişkisi gibidir. İnandığınızın varlığı kesin olarak ortada olsaydı zaten iman diye bir şey olmazdı. Çünkü bilirdiniz onu. Ancak inandığınızın varlığı kesinlik düzeyinde olmadığı için iman, bir gayba/duyularla bilinemeyene inanmadır. O’nun varlığına olan inanç, inananlar için kesin olarak varmış gibi hareket edilmesini gerektirir. Ancak O’nun varlığından eminliğiniz “korku ve titreme” ile birlikte sürer.

Fidés’ten (Lat.) gelen “iman”, sadakat (fidélité) ilişkisidir.[27] Arapça sıdk kökünden gelen sadık (sadakat) ise aslına uygun, dostuna içten bağlı, gerçek ve doğru anlamlarına gelir. İman, dostun bildiğin kişi olmayan kişiye sadık kalmak, bağını gerçek kılmaktır. Bu anlamda gerçeklik, inanmakla, inandıkça kurulur. Her inanç bir gerçeklik kurar, yeni bir gerçeklik yaratır. Nesne, gerçekliğini kendisine yüklenen anlam/anlatı ile kurar. Çünkü anlam, nesneye yüklenir. Nesne, varlığını kendisine yönelen zihinden almış olur. Hiçbir varlık değerini salt kendinden elde edemez: Dışarıdan gelir. Nesne, kendine yönlenen zihinler sayısınca ve ölçüsünde değer kazanır/değerlenir. Zihin nesneye yönelmeden ve onu adlandırmadan nesnenin varlığından söz edilemez, nesne dahi olamaz. Zihin, kendi zihinsel varoluşunu da kendini düşünmekten alır.

Ölçü

İnsanın kendisi, eşya/nesne, zaman ve diğer insanlarla kurduğu ilişkiler tarih boyunca gittikçe daha ölçülebilir terimlerle ifade edilmektedir. Armağan mübadelesinden paraya geçiş, nesnenin ruhundan/anlamından çok sayılabilir, ölçülebilir, birimlenebilirliğe doğru bir gidişe işaret ediyor. İnsan ve onun kurduğu dostluk (sevgi, aşk) ilişkisi de bu ölçülebilirliğe direndikçe kendinden söz edebilir görünüyor.

İnsan artık sayılarla ifade ediliyor; tansiyonu, boyu, ırkının renk skalası, nabzı vs. Dostluk ilişkisi de bundan etkileniyor. Ama dostumuza bir hediye verirken hâlâ etiketini (fiyatını belirten rakam) çıkartmaya çalışıyoruz. Çünkü ölçüye direniyoruz. Ölçüye gelmez yanımızı, öngörülemezliğimizi, belki de irrasyonelliğimizi ima ediyoruz.

Ormana, kırlara ve dağlara doğru açılmak rahatlamamızı sağlamaya yetiyor. Planlı, ölçümlendirilmiş şehir/kasaba hayatından köye veya kıra doğru gittikçe sanki özgürlüğe doğru gidiyormuş gibi hissediyoruz. El sürülmemiş gelişigüzellikte bir güzellik buluyoruz. Gelişigüzelliği, odanın dağınıklığı için de kullanabiliyoruz ama orası için aynı hoş duygulara sahip olmuyoruz. Çünkü odanın dağınıklığı, önceden düzenlenmiş, planlanmış, bir ölçüye göre tertip edilmiş eşyaların dağıtılması olduğu için düzenlemenin bozulması bir ölçüsüzlük güzelliği etkisi uyandırmıyor.

Ölçüsüz Dostluk,[28] elbette bir risk taşıyor: Ya güvendiğiniz gibi çıkmazsa! Fakat o belirsizlik olmazsa kurulan ilişki ölçülebilir, sonuçları öngörülebilir bir sözleşmeli ilişki (ticaret) olmuş olacaktır. Adı konulmamış kuralları olan dostluğun adını koymaya kalktığımızda dostluk bir bulut gibi ortadan kayboluyor. Kayda alınamaz, ölçümlendirmeye gelmez bir özgürlük ortamı çünkü dostluk.

Zaman

Dostluk, zamanı öyküye koşar, dağılan zamanı toparlar. Dostluk dışı ilişkilerde zaman dağılmış ve savrulmuştur. Burada kişi bir anlam yitimi içinde olduğu için bulantı hisseder. Öykü/anlatı, mecazla/metaforla geçmişi geleceğe bağlar. Dostluk bir bağlama işidir ama bağlantı işi değil. Bağlantı, kendiliği nesne kılanlar ya da kendi ile irtibatı olmayanlar için olasıdır.

Öykü, zamanın sürekliliğidir. “Bu süreklilik, geleceği uygunsuz zamanın şiddetinden korur.”[29] Modern zamanlarda zaman hızlandığı için anlatı/anlam kaybedilmiş değildir, “yönsüzlük nedeniyle” anlam ya da hakikat yitirilmiştir.[30] Tanpınar’ın Huzur’daki huzursuzluğu, zamanın hızlanması değil, raydan çıkıp yönsüzleşmesi ve nereye gideceğini bilememesidir. Cami çevresinde kurulu mahallenin (Karabaş), beğenilmese de bir yere/yöne gidiyor olması zamanın dağılmasını engeller; anlam, bir anlatıya dahil olmak istemeseniz de sizi tutar. Tanpınar’da bitmeyen huzur arayışı, dostlarla birlikte içinde yaşanılan zamanın ileri-geri anlamında bir “ayarlama” sorunu değil; zamanın bizatihi kendisi, yani zamanın ortadan kaybolmasıdır. Çünkü ileri ve geri kalmışlık gibi bir ayar sorunu olsa bu bir bilene/ayarcıya sorularak hemen ayarlanabilirdi. Tanpınar’ın, geriyi kaybetmeden ileriyi arzulaması, zamanı tekrar rayına oturtma, daha doğrusu öyküyü/anlatıyı kur(tar)ma arzusudur. Ancak Huzur’daki dostsuzluk buna imkân vermez.

Zamanı bir süre/m olarak görür Tanpınar da: “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare, geniş bir ânın /Parçalanmaz akışında.” “Geniş bir ânın” dışına çıkmak demek, anlam haritasından kendi kendini tard etmek demektir. Tıpkı dostunuzla ilişkinizin bittiğini anladığınızda hayatın anlamının kalmaması gibi. Dostunuzla birlikteyken zaman geriye veya ileriye doğru aynı anda gidip gelir: Zaman genişler. Zamanın nasıl geçtiğini bilmezsiniz. Zamanın geçmediğini düşünüyorsanız, dostunuzla birlikte değil, bir “çalışma zorunluluğu” içindesiniz demektir.

Dosta anlamını veren, değer katan, öteki dosttur. Değer, dışarıdan/öteden bir şeyin bize “değmesi”dir. Kendilik, kendi değerini üretemez. Öteden değmesidir değer. Dünya, değerini dünya dışından alır. Birbirine aynı anda değer katarak “değerlendiren” ilişkiye dostluk diyebiliriz. Söz konusu değerlendirme, tarafların birbiri için ölçümlendirme dışı olmasının kabulüdür. Dostlar birbirini ölçmez, ölçüme varan bir değerlendirmede bulunmaz. Dostlar, birbirilerini ölçmediği ve “değerlendirmediği” için dostturlar. Ölçüp biçmeye başladıkları anda artık ‘meta’laşmış olurlar. Dostluk bütün değerini, birbirini değerlendiremeyişinden/biricikliğinden alır. Ölçme başladığında ticari ilişkiye (nesneler dünyası) geçilmiş olur.

Şiddet

Dostluk, hakimiyet kurma arzusu ile dolu dünyanın kıyısında bir hakimiyet kurma arzusunun ya askıya alındığı ya da o arzunun hiç olmadığı ilişki adacığıdır. O yüzden nefes adası ya da “şiddetsiz duruma gelme”[31] denemeleri de diyebiliriz. Mutlak bir şiddet biçimi olan savaşlar, dünyanın efendisi olmayı, hakimiyet kurmayı veya yönetmeyi arzular. Yönetme arzusu ile çalışma zorunluluğu paralel yürür ve birbirini destekler. Çalışmak zorundayız dediğimizde, “yönetmek istiyoruz” demek isteriz ve her yönetim bir tür şiddet üretir. Elbette şiddet sadece yönetme arzusunun sonucu değildir.

Antik Yunan’da köleler çalışır, onların efendileri olan özgür vatandaşlar ise üç farklı hayat tarzı içinde yaşardı: Haz peşindeki yaşam, polis için iyi ve güzel eylemler peşindeki politik yaşam ve hakikati düşünme peşindeki teorik yaşam.[32] Bunların her üçü de çalışma zorunluluğunun dışında olan yaşamlardır. Mutluluk, hakikati düşünme, daha doğrusu derin düşünme eyleminden kaynaklanır, para kazanmaktan değil. Ancak meta mübadelesinin, toplumda hakim mübadele tarzı olduğu Batı Avrupa merkezli modern zamanlar, para kazanmak için çalışmayı özgür olmayan kişilerin işleri olmaktan çıkartıp özgür insanların işleri arasına sokunca çalışmak zorunluluğu özgürlük ile özdeşleştirildi. Polis/şehir içinde itibarsız olan köle ve tüccarlar, Ortaçağ’ın sonlarına doğru çalışmaya bakıştaki değişiklikle, yani her şeyin metalaşması sayesinde en azından tüccarlar (ve serfler) ve buna paralel serfler şehirde (bourg, burg, burç, kale içinde) özgür oldular.

Özgürlüğe giden yol, böylece çalışmadan geçiyordu artık. Çünkü çalışma, meta birikimini sağlıyordu. Bu da Atina merkezli Antik Yunan’daki özgürlük anlayışının tersyüz edilişi demekti. Antik Yunan efendisinin üç yaşam biçiminden bir olan derin düşünmeyle (theoria, nazariyat, vita contemplativa) ulaşılacak mutluluk, Batı Avrupa merkezli şehirlerde artık çalışarak elde edildiğinin düşünülmesine dönüşmüş oldu. Şehirde bazıları değil, çalışan herkes özgür olabilirdi artık.

Çalışmanın herkesleşmesi, önce doğanın animasından (ruh) arınarak şeyleşmesi, şeyleşen doğanın da metalaşarak yaygınlaşmasına paraleldir. Çalışma, doğayı meta kılar. İnsanın doğayla kurduğu ilişki, öncelikle doğanın ruhuyla dostluk ilişkisi iken, ruhundan arındırılan doğa metalaşmış olur. Doğanın metalaşması, insanın doğaya hükmetmesi (cebir), onu her türlü amacına uygun hale getirmedir.

Doğanın metalaştırılması (nesneleştirme, eşya kılma) süreci, öl-ç-me ile başlar. Anima öldürülünce/arındırılınca ölçme tamamlanır. Ölçme, çalışmanın en büyük alet edevatıdır. Ölçülen her şey, sayıya dökülür ve sayıların ruhu yoktur. Çünkü doğada sayı yoktur. Sayı zihnimizdedir. İnsan zihninde var eder onu. Sayıya dökme, doğayı bir-im haline getirme sürecidir. Birikim (Bir-iki-m), “bir”in “iki” yapılmasıdır, yani biriktirilebilir olması… Birikim, doğanın animasından arındırılması/öldürülmesi sayesinde birimlenerek çalıştırılırsa kendine ek yapmış olur. Doğa öldürüldükçe/öl-çülendirildikçe birikim artar. Her öldürme de şiddet içerir.

Dostluk, birikime karşıdır. Dostlar ve dostluk biriktiril(e)mez, vakti geldiğinde kendiliğinden kurulur. Dostluk aranmaz ve düşlenmez, der Weil. Yalnızlığı göze alamayan ve onu koruyamayanın bulduğu dost değildir. Yalnızlıktan zevk alabilenin dostluğu gerçektir. Dostluk, nominal gerçeklikten kopar ve reel gerçeklik kurar.[33] Hakikat yavaşlıkta algılanabilir; yalnızlık, yavaşlıkla birlikte yürür. Cesur insanların da yavaş olduğunu düşünürsek dostların cesur olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmış olur.

Kendine yeterli (otarşik) olabilenler dostluk kurabilir. Yalnızlık, kendine yeterli olabilmektir. Kendine yeterli olmak, kendini kullanmamak, kullanılmasına izin vermemektir. Kendini kullanmak durumunda kullanan, efendi; kendilik ise köle olmuş olur. Kişinin bizatihi kendini kullanması, efendi ve kölenin aynı kişide bulunması demektir. Kendini kullandırmak veya kullanılmasına müsaade etmek ise kendini köle kılarken, efendinin ise ötede/dışarıda olmasıdır. Bunun aksine, kendine yeterli olabilenler, kendini ne efendi ne de köle kılarak araçsallaştırılmalarına müsaade etmemiş olurlar. Bu anlamda yavaşlık bir direniş biçimi olarak örgütlenmiş gözükür.

Çevre yapanlar, dostluk kurmada başarısız olurlar. Çünkü sıradan “biri” değildir taraflar. Bir dost, biri değildir. Dostluk, tarafların gözünde kendilerinin “bir-i” olarak görülmesinin anlaşılması neticesinde son bulur. Son bulmakla kalmaz, şiddetli hasım olmaya da varabilir. Çünkü dostlar, birbirinin gözünde emsali olmayan, karşılaştırmaya ve sayılmaya, sayı ile ifade edilmeye gelmez olduklarını düşünürler. Hiçbir şey onları satın alamaz. Meta olmadıkları, satın alınamaz olmalarından anlaşılır. Sayıya indirgendiklerinin şakasını geçtim, iması bile edilemez. İması bitirir ilişkiyi.

Sayı, insanı ruhundan ayırır. İnsanın, ruhundan ayrılması demek, ölmesi demektir. Ölünce ancak insan ruhunu terk etmiş olur. Ölmeden sayı olarak görülen insanlar, birbirini yaşarken öldürmüş oldukları için ilişki sessizce kan ağlar. Kan şiddettir, dostluk ise her türlü şiddete karşıdır. 

Tanımlama

Her tanım, tanımlar mezarlığına gitmek için sıra bekler fakat sonunda oraya varır. En baştan beri yapmaya çalıştığım şey, dostluğun kesin bir tanımıydı. Ama bu tanımı yapamadım. Tıpkı Sokrates gibi. Yaptığımda mı başarılı olacaktım, yapmadığımda mı? Ancak kesin ve net bir tanımını yapmayı başar(a)masam da dostluğun başka kavram ve olgularla ilişkileri ve görünüşleri üzerinden onun daha açık görünmesini sağlamaya çalıştığım söylenebilir.

Dostluğun anlamını tam bulduğumuzda acaba onu öldürmüş olur muyduk? Cioran bu soruyu hayat üzerinden açıklamaya çalışır:

Hayata sahih bir anlam verin, hemen o cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kılar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Zira hayatın anlamını konu alan bir müspet bilim, yeryüzünü bir günde ıssız bırakırdı.[34]

Çünkü ölçme, anlamı/animayı/anlatıyı öldürür. Cioran’ın dediği gibi çoğu zaman tanımlama, iktidar, ortodoksi ve sonunda da tapınak kurmaya ve engizisyona vardırır işi.[35]


Yazı boyunca aksi belirtilmedikçe yararlıya dayalı menfaat dostluğu ve hoş olana dayalı haz/cinsellik dostluğunu değil, Aristoteles gibi erdeme dayalı iyiler arasındaki dostluk kastedilecektir. Ancak metnin akışından da anlaşılacağı üzere menfaate ya da belli bir amaca yönelik (gündelik?) dostluk da ifade ediliyor olabilir

[1] E. M. Cioran, Ezeli Mağlup, çev. Haldun Bayrı, Metis: İstanbul, 2016, s. 127.

[2] Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik, çev. Furkan Akderin, Say: İstanbul, 2019, 1156a-1156b; Aristoteles, Eudemos’a Etik, çev. Saffet Babür, Bilgesu: Ankara, 2017, 1239a.

[3] Cicero, Dostluk Üzerine, çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa: İstanbul, 2017, s. 37.

[4] Nikhomakhos’a Etik, 1159b.

[5] Nikhomakhos’a Etik, 1159a.

[6] Eudemos’a Etik, 1220a-1221b.

[7] Cicero, Dostluk Üzerine, s. 39.

[8] Platon, Şölen-Dostluk, çev. Sabahattin Eyüpoğlu-Azra Erhat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul, 2018, 207c. 

[9] Şölen-Dostluk, 214c-214d.

[10] Eudemos’a Etik, 1239a-5, 1240b-1242a.

[11] Eudemos’a Etik, 1235a-5.

[12] Marcus Steinweg, Aşikârlık Dehşeti, çev. Erkal Ünal, İthaki: İstanbul, 2019, s. 135.

[13] Şölen-Dostluk, 191d.

[14] Şölen-Dostluk, 196b-d.

[15] Şölen-Dostluk, 197d.

[16] Adam Smith, Ahlaki Duygular Kuramı, çev. Derman Kızılay, Pinhan: İstanbul, 2018, s. 60.

[17] Simone Weil, Yerçekimi ve İnayet, çev. M. Mukadder Yakupoğlu, Doğu Batı: Ankara, 2019, s. 94.

[18] Weil, Yerçekimi ve İnayet, s. 94.

[19] Rollo May, Yaratma Cesareti, çev. Alper Oysal, Metis: İstanbul, 2019, s. 42.

[20] Smith, Ahlaki Duygular Kuramı, s. 60.

[21] A.g.e., s. 61.

[22] A.g.e., s. 61.

[23] Jean-Luc Nancy, Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik, çev. Murat Erşen, Monokl: İstanbul, 2011, s. 102.

[24] İsmet Özel, “İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır / Ya Sen Gel Ya Beni Oraya Aldır”, Erbain içinde, Tiyo: İstanbul, 2013, s. 195.

[25] Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk, çev. Işık Ergüden, Alfa: İstanbul, 2019, s. 17.

[26] Steinweg, Aşikârlık Dehşeti, s. 152.

[27] Nancy, Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik, s. 32.

[28] Henry Troyat, Ölçüsüz Dostluk, çev. İlkay Kurdal, Aras: İstanbul, 2010.

[29] Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, çev. Şeyda Öztürk, Metis: İstanbul, 2019, s. 16.

[30] Han, Zamanın Kokusu, s. 15.

[31] Simone Weil, Yerçekimi ve İnayet, çev. M. Mukadder Yakupoğlu, Doğu Batı: Ankara, 2019, s. 114.

[32] Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik, 1095b.

[33] Cümlede çelişki yoktur.

[34] E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, çev. Haldun Bayrı, Metis: İstanbul, 2019, s. 17.

[35] Cioran, Çürümenin Kitabı, s. 25.