Hannah Arendt ve Hakikat Siyaseti

Hill'in yazısına geçmeden evvel, bu yazıyı çevirme motivasyonumdan bahsetmek isterim... Belki takip etmişsinizdir/ediyorsunuzdur; Amerika Birleşik Devletleri'nde Trump iktidara geldikten sonra ve tam da seçimlerin olduğu şu sıralarda, Arendt'e ''duyulan ihtiyacın'' arttığı görülüyor. Peki nedir bu ihtiyacın altında yatan sebep? Bu hususu irdeleyebilmek için, Arendt'in fikirlerini ve toplumların siyasal bulunuşlarını birlikte ele almak gerek. Kamusal alandaki siyasal var oluşların yerini yalnızlaşmanın alması, toplumsallığın uzağına düşen anlam arayışının, varlığın kendine çarpan serzenişlerine evirilmesi ve hakikati, hakkı olanı sorgulama muktedirliğinin iktidar tarafından manipüle edilmesi/cezalandırılması... İşte tüm bu koşullar Arendt'e göre, insanın ''yok olmamak'', ''insandışılaşmamak'' adına umut etmesini gerekli kılar. Arendt için bu umut ediş, kişinin tüm olumsuzluklara rağmen çoğulculuğu ve eşitliği referans alarak, kendinden ve de yaşadığı toplumdan sorumlu bir vatandaş halinde, baskı ve manipülasyona karşı direnmesi ile anlam kazanacaktır. Bu tür bir direniş, totaliter devlet yapılarının besin kaynağı olan hakikat ilgasının önüne geçecektir. Arendt'e göre umut, hak temelli, çoğulcu bir siyasal sistemin aktif üyesi olarak/tanınarak veya böyle bir siyasal sistem yoksa da birlikte ''dünyayı severek''; yani tüm olumsuzluklarına rağmen yaşamın sorumluluğunu alarak ''kazanılacaktır''. Evet tam da şu anda böyle bir umuda ihtiyacımız olduğu kesin. Arendt üzerine çokça makalesi ve iki kitabı olan, halihazırda Hannah Arendt Siyaset ve Sosyal Bilimler Merkezi’nin (Hannah Arendt Center for Politics and the Humanities) yardımcı direktörü olan Samantha Rose Hill'in 25 Ekim'de Open Democracy’deki yazısını işte tam da bu yüzden çevirme ihtiyacı duydum. Hill'in bu yazıda, Arendt'in hakikat siyaseti üzerinden yürüttüğü tartışmalara değinirken, günümüz toplumlarının yüzleştiği sorunlara da ışık tuttuğunu belirtmek gerek...

 ***

Hakikati iktidar olana haykırabilsek de asla duyulmayacaktır çünkü hakikat ve siyasetin birlikteliğinden söz edilemez.

... günlük yaşamımızı içinde sürdürdüğümüz tüm o olgular dokusu ne kadar da savunmasızdır; her daim münferit yalanlarla delinme, grupların, ulusların veya sınıfların organize yalanlarıyla paramparça olma tehlikesiyle karşı karşıyadır... (Hannah Arendt, “Lying in Politics: Reflections on The Pentagon Papers ")

Bugünlerde Hannah Arendt üzerine ders verirken, hakikat ve siyasetin hiçbir zaman birbirleriyle iyi bir ilişki içinde olmadığını ve yalanın siyasi ilişkilerde her zaman haklı bir araç olarak var olduğunu söylediğimde, insanların güldüğünü görüyorum. Kahkahaları, içinde yaşadığımız durumla ilgili bir şeyleri açığa çıkarıyor.

Sahte haberler siyasette yeni karşılaştığımız bir şey değil. Uzun süredir süregelen kampanyalar Madison Caddesi meraklıları tarafından yürütülüyor; bu yüzden yalanların neredeyse beklediğimiz kadar bol ve de şeffaf hale gelmesi bizi endişelendirmemeli. Yalanlar, günlük yaşam dokusunun bir parçası haline geldi.

Ancak Arendt’in bugünlerde çok fazla alıntı yapılan "Siyasette Yalan" (“Lying in Politics”) ve "Hakikat ve Siyaset" (“Truth and Politics”) denemelerini yazarken, üzerinde durduğu hususların önemli bir bölümü, siyasetçilerden asla hakikati bekleyemeyecek olmamız üzerineydi. Hakikati savunanlar, siyaset alanının dışında var olurlar. Onlar yabancılar, paryalar, sürgüne ve ölüme maruz kalan Sokrates gibi insanlardır. Yalan, her zaman siyasi avantaj ve iltimas aracı olmuştur.

O halde neden şimdi birdenbire, sahte haberlerin ortaya çıkmasını kınar olduk? Neden doğruluğu teyit ve takip platformları siyasi tartışmaların ayrılmaz bir parçası oldular? Neden tam da şu anda, hakikati bu kadar önemsiyoruz?

Siyasette yalan söyleyişin birdenbire ahlâki bir öfkenin dışavurumu haline gelmiş olmasından değil -zira her zaman böyle olmuştur. Hakikati önemsiyoruz çünkü geri kalan her şeyimizi kaybettik. İç rahatlığıyla konuşma yeteneğimizi kaybettik; görüş alma yeteneğimizi kaybettik; bilime ve uzmanlara olan inancımızı kaybettik; siyasi kurumlarımıza olan inancımızı kaybettik; Amerikan rüyasına olan inancımızı kaybettik ve demokrasimizin kendisine olan inancımızı kaybettik.

Ve üzücü gerçek şu ki, hakikat bizi kurtaramaz. Bütün gün iktidara hakikati haykırsak da asla duyulmayacaktır, çünkü hakikat ve siyaset hiçbir zaman ortak bir zeminde bulunmamıştır. Bu, Arendt’in argümanı. Fakat hakikat ve siyaset aynı dili konuşmasalar da bundan ikisinin birbiriyle ilişkili olmadığı anlamı çıkarılmamalı.

"Hakikat ve Siyaset"te Arendt, ne zaman hakikatten bahsetse, ne tür bir hakikati kastettiğini de belirtir: tarihsel hakikat, genelgeçer hakikat, kısmi hakikat, metafizik hakikat, paradoksal hakikat, reel hakikat, felsefi hakikat, saklı hakikat, evvel hakikat, a-priori hakikat, ideal hakikat, rasyonel hakikat, pasif hakikat, dolayımsız hakikat, matematiksel hakikat, temsilî hakikat, mutlak hakikat ve olgusal hakikat gibi. Tek bir "hakikat" yoktur, yalnızca belirli bir şeye atıfta bulunan hakikat vardır. Arendt’in hakikate atfettiği sıfatlar bu bağlamda, kavramı dünyevi bir şeye dönüştürüyor.

Totalitarizmin Kaynakları’nda Arendt, farklı hakikat biçimlerinden belirli noktalara atıfta bulunarak bahseder; örneğin imgeler hakikati saptırırlar ya da siyasal retorik zorunlu olarak, ortak hakikat tasavvurumuzu yeniden şekillendirir. Siyasette kişi "meselenin aslı ..." veya "sadece hakikati söyle" gibi ifadeler duyar. Hakikat her zaman dolaylılık, uzaklık ve yakınlık terimleriyle ifade edilir; gerçeğe yakınlaşır ve uzaklaşırız; hakikati "bulmak üzereyiz"dir veya "çok uzağındayız"dır.

Hakikati söylemek, insan varoluşunun ortaklığı hakkındaki anlayışımızla, dünyada görünme ve deneyimlerimizi birbirimizle paylaşma yeterliliğimizle ilintilidir. Modern çağ bize rasyonel hakikatin insan zihni tarafından üretildiğini öğretti; şu halde şüpheci, alaycı ve kuşkulu olmalıyız ve duyularımıza güvenmemeliyiz -öyle ki artık deneyimlerimizden anlam çıkarma yeteneğimize de güvenemeyiz. Bize mal olan, dünyadaki yönümüzü kendinden hareketle duyumsadığımız ortak hakikat bağlarıdır.

Olgular ve olaylar, birlikte yaşamanın ve eylemenin sonucudur; olguların ve olayların kayıtları kolektif hafızamıza ve tarihimize işlenmiştir. Bunlar anlattığımız hikâyeler ve bize dünyada bir dayanıklılık duygusu veren, meydan okuduğumuz veya savunduğumuz geleneklerdir. Kaybolmamızı engelleyen ortaklıklar için bu tür bir hakikate ihtiyacımız var; böylece her birey deneyimlerini paylaşabilir ve onlardan anlam çıkarabilir hale gelecektir. Bu olgular ve olaylar, Arendt'in "olgusal hakikat" dediği şeyi oluşturur. Bu hakikatler, birlikte yaşamın eserleri haline gelirler ve bizi en çok ilgilendiren de olgulara dayalı hakikattir.

Olgusal hakikat, büyük bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Siyasi iktidarla bir savaş içindedir ve aldatılmayı mümkün kılan, olgusal hakikatin savunmasızlığıdır. Ancak bu da yeni bir şey değil. Olgusal hakikat her zaman tehlikede olmuştur. Kolaylıkla manipüle edilir, sansür ve istismara maruz kalır. Arendt, olgusal hakikatin "bir süreliğine ve muhtemelen sonsuza kadar dünyanın dışına atılma" tehlikesi altında olduğuna dikkat çeker. "Olgular ve olaylar," der, "insan zihninin ürettiği aksiyomlardan, keşiflerden, teorilerden sonsuz derecede daha kırılgan şeylerdir".

Olgular değişebilir, zira sürekli karakter değiştiren insan birlikteliklerinin var olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlara dair şeyler, tarih kitaplarından doğru ‘’yazılabilir’’. Anıtlar yıkılabilir. Dil değişebilir, çünkü anlam şekillendirilebilir. Bunların hiçbiri de yeni değil. Hep yaşandı ve yaşanmaya da devam edecek; bu durum, "günlük hayatımızı içinde geçirdiğimiz tüm olgular dokusunun ne kadar savunmasız olduğunu" gösteriyor.

Arendt aktardığım sözleri yazdığında, Başkan Nixon tarafından Vietnam Savaşı hakkında söylenen ve Pentagon Belgeleri’nde açıklanan yalanlara cevap veriyordu. Bugün karşılaştığımız yalanlar hem benzer hem de farklı. Yeni hikâyeleri bir araya getirmek için biraz araştırma yapmanın gerekli olduğu iddia edilebilir, ancak Arendt'in vardığı sonuç şudur: Deneyimlerimizden özgürce anlam oluşturma yeteneğini kaybedersek ve bu oluşu insan varoluşunun hikâyesine eklersek, o zaman yargılarda bulunma ve hakikat ile kurgu arasında ayrım yapma yeteneğimizi de riske atarız.

Siyasette yalan söylemenin amacı budur - siyasi yalan her zaman insanların kendilerine güvenmesini veya olgulara dayalı bilinçli fikirlerde bulunmasını zorlaştırmak için kullanılmıştır. Bu durumda kendi zihinsel yeteneklerimize güvenme kabiliyetimizi zayıflatırken, başkalarının yargılarına güvenmek zorunda kalırız. Aynı zamanda, Arendt'in Nixon döneminde gördüğü gibi, siyasette yalan söylemek, vatandaşların siyasetçilere güvenme ve onları sorumlu tutma yeteneklerini yok ederek siyasal kurumları istikrarsızlaştırma etkisine de sahiptir.

İnsanlığı korumak için olgusal hakikatlere ihtiyacımız var -Covid-19'un yayılmasını durdurmaya yardımcı olabilecek doktorların bilgileri gibi. Dünyayı ortak bir şekilde paylaşabilmemiz ve günlük yaşamlarımızda özgürce hareket edebilmemiz için bu olgusal hakikatlerin bazılarını hafife alabilir olmalıyız. Ancak bugünkü belirsizlik, kendinden şüphe duyma ve kendi kendiyle çelişme korkusundan besleniyor. Kendimize güvenemediğimizde sağduyumuzu -altıncı hissimizi- kaybederiz, ki birlikte yaşamamıza olanak sağlayan tam da bu sağduyudur.

Hakikat siyasi değildir. Siyasal karşıtıdır, çünkü tarihsel olarak çoğu zaman siyasete karşı konumlandırılmıştır. Hakikat anlatıcıları, kolektif küçümsemenin nesnesi olarak her zaman siyasal alanın dışında tutulmuşlardır. Sokrates ölüm cezasına çarptırıldı. Thoreau hapse atıldı. Martin Luther King suikasta kurban gitti. Sanırım bu yüzden, Arendt’in hakikat ve siyasetin hiçbir zaman olumlu birbirliktelik kuramadığına dair gözlemini tekrarladığımda insanlar gülüyorlar. Bu gözlemin hakiki olduğunu biliyoruz, ancak yine de bu hakikatin bizi kurtaracağını umuyoruz. Bu umutsuz bir çığlık ve tanınma çağrısı -yasta bir demokrasinin sesi.

Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüste’yi yayımlamasından dolayı aldığı tepkiye yanıt olarak "Hakikat ve Siyaset"i yazdığını hatırlamak önemli. Onu en çok endişelendiren, hakikati aşındırmak için yalanları kullanan bir siyasi propaganda biçimiydi. Siyasi gücün kazanç için her vakit olgusal gerçekleri feda edeceği konusunda bizi uyardı. Yalanların ve propagandanın yan etkisi, kendimizi dünyada konumlandırmamıza vesile olacak hissiyatımızın yok edilmesidir; bu hem müştereklerin hem de sağduyunun kaybıdır.

Arendt'in kendisinin de fark ettiği gibi, kamusal alanda hakikati söylemek çok tehlikelidir. Eichmann üzerine yazarken, deneyiminden doğru ifadeler sunduğunu ve yargısını paylaştığını düşünüyordu. Ama karşılığında aldığı şey, kendi kişiliğine karşı bir iddianame ve hiç yazmadığı bir kitaba cevap veren yalanlar dizisiydi. Bununla birlikte, hakikati söylemenin daimi tehlikesi, Arendt'i siyasette yalan söylemeye karşı koymaya kararlı hale getirdi. İnsanların fikirlerine veya deneyimledikleri hakikatlere dayanarak, dünyadaki yerleri inkâr edildiğinde, insanlığın ortaklığını -yeryüzünde birlikte yaşadığımız ve dünyayı ortak kıldığımız gerçeğini- yok etme riskinin alındığını anladı.

Hayatının sonlarına doğru Eichmann Kudüs’te’yi yeniden yayımlayıp yayımlamayacağı sorulduğunda, hususun ona getirdiği tüm sıkıntılara rağmen meydan okuyordu. Arendt, klasik "Dünya yok olsa da adalet yerine gelsin" ilkesini kullandı, sonrasında ise vazgeçti. Bunun yerine, kendisine daha acil görünen bir soruyu sordu: "Dünya yok olsa da hakikat söylensin mi?"

Cevabı evet oldu.


Çeviren: Gözde Yılmaz

Bu yazı 25 Ekim 2020'de Open Democracy'de yayımlanmıştır.