Felsefenin başlangıcından itibaren, "varlık" sorunu, her zaman felsefenin ana gündemini, merkezini oluşturdu. Kısaca varlık sorunu ile felsefi arayış, felsefe tarihi boyunca sürecek olan upuzun koşuya birlikte başladı demek pek yanlış olmaz. Felsefi soruşturmaların diğer sorularının bu arayıştan doğduğunu söylemek de abartı olmaz, sanırım. İnsanın bakmalarının yöneldiği tüm varlıklar/varlık olmayanlar için sorulan “Bu nedir?” sorusu, felsefenin gündeminde “Varlık nedir, neye var deriz?” sorusuna dönüşmüştür. İnsanlık tarihi boyunca gündelik hayatın sıradan insanının zihninde, “Varlık nedir, neye varlık deriz, ne vardır?” gibi soruların pek yerinin olduğunu söyleyemeyiz. Bu bağlamda “hakikat-gerçeklik” ile ilişkilerinin de gündelik hayatın pragmatizmine uygun olarak değiştiğini söyleyebiliriz. Sıradan insan, gündelik yaşamında dünyayla ilişkisini “avlanmak, tarım, üreme, tapınma, ticaret vb.” faaliyetlerle hep somut karşılaşmalar ve deneyimler üzerinden sürdürse de bunlarla ve çevresini kuşatan dünyayla ilgili düzenini ve bu düzenin temelini oluşturacak olan bilgiyi değerlendirirken daha çok metafiziksel, mitolojik temsil öğeleri üzerinden meselelere yaklaştı. Kaldı ki ilgilenselerdi de bu sorular onlar için çok belirsiz veya çok soyut kalacaktı. Ancak filozoflar ve bilim insanları için en başından bu yana varlıkla ilgili sorular sormak hep meşru olmuş ve disiplinlerinin gündemlerinin ana konusu olagelmiştir. Bu sorular zamanla özgün ve özerk bir alan olan varlık bilimini, yani ontolojiyi meydana getirmiştir.
Ontoloji, Aristoteles'ten beri özgün bir felsefe alanı olmuş ve geleneksel olarak adlandırılmasına bakıldığında da metafizik olarak bilinen temel felsefe dalının bir parçası olarak listelenmiş ve "var olanla ilgilenen metafizik dalı" olarak isim almıştır. Ontoloji için "varlığın teorisi” demek de mümkündür. Tarihsel serüveni boyunca, başat olarak “hangi varlıkların var olduğu” veya “var olduklarının söylenebileceği” ve bu tür “varlıkların nasıl gruplandırılabileceği”, “bir hiyerarşi içinde ilişkilendirilebileceği” ve “benzerlik ve farklılıklara göre altbölümlere ayrılabileceği” ile ilgili sorularla meşgul olmuştur. Ontolojik soruşturmalar Aristoteles ile başlatılsa da kavrama adını veren o değildir. Bu disiplin o dönemde metafizik adlandırmasına tabiydi. Günümüzde “varlık bilimi” olarak da nitelenen ontoloji, varlığın teorisi veya varoluş teorisi olarak da adlandırılabilmektedir. Ontoloji, görünür olan veya algılanabilen şeyin varlığını ve doğasını sorgulayarak, metafizik düşüncenin teorik yönelimine katılır. Ontoloji disiplini, bir şey’in somut olarak varlık halini sorgularken, aynı zamanda onların epistemolojik çağrışımlarıyla da iç içe ilerledi. Zaman içinde ontoloji, kadim felsefenin sunduğu gri gerçekliğin, bilimsel ilerlemelerle renkli biçimlere büründüğü, algıları bilimsel ilerlemelere bağlı olarak değişen filozofların farklı boyutlar kattıkları bir ilerleme içinde tartışıladurdu. 17. yüzyıldan itibaren de Ontoloji Tarihi, denebilir ki artık metafiziğin savunucularının hâlâ hayal ettiği varlık teorilerinin tarihi olmaktan çıkıp, bilimsel düşünüşün ışığıyla parladı. Pozitif bilimin, matematiğin, fiziksel ve biyolojik teorilerin tüm verileri, gözlem ve deneyleri, ontolojik soruşturmaların içine dahil oldu. Ancak yine de şunu belirtmek gerekir ki ontolojik soruşturmalar için, farklı içeriklerde de olsa dile gelen “Neye varlık deriz, ne vardır, varlığı nasıl bilebiliriz?“ türündeki sorularının afaki, soyut ve bazen saçma nitelemeleriyle karşılandığını da görmüş olduk.
Felsefe disiplini içinde, her şeyi ilk nedeninden itibaren incelemek, dünyanın bütünlüğünün temel ilkesini bilmek, dünyanın nihai temelini kavramak anlamına gelecek şekilde "varlığı" sorgulamak, belki de diğer birçok felsefi soruşturmaya ön ayak oldu, diyebiliriz. Dünyayı anladığımız anlamda bir dünya (kozmos) yapan düzen nedir, nasıldır ve bu kozmosun içinde onunla birlikte var olma nedir, nasıldır sorunu her zaman felsefi soru olarak güncelliğini korumuştur. Bu soruşturma sadece somut olarak var olanlarla ilgili olmayıp soyut ve kavramsal olarak “var” denilene ilişkin olarak da ilerletilmiştir. Somut varlığım olan “ben” üzerinde etkisi olan “Tanrı-ruh-öte dünya vs.” türündeki kavramsal nesneler de benim üzerimde, benimle karşılaşmalarda bir “güç”e dönüştükleri, bir gücün etkinliğini taşıdıkları için varlık sorgulamasına tabi kılınmışlardır. Ontolojiye dair bu kısa girişten sonra, asıl konumuza, Çetin Balanuye’nin kısa süre önce yayımlanan son çalışması, Naturans: Yeni Bir Ontolojiye Doğru’da (Ayrıntı Yayınları, 2020) değindiği “Güç Ontolojisine” geçebiliriz.
Spinoza felsefesinin merkezinde yer alan (potentia-conatus), kavramlarının ardından Schopenhauer ve Nietzsche’nin de felsefelerinin merkezine yerleştireceği “istem-irade, güç istenci” gibi kavramlarla da desteklenen “güç” kavramının giderek ontolojide kilit bir rol oynamaya başladığı görülür. Her birinde farklı içeriklerle de olsa “güç” kavramının altı belirgince çizilmiş olur. Spinoza felsefesinde derin doğamızı ifade eden “conatus” kavramı her bir modus’un var olma çabasını, arzusunu; agendi potentia da var olmak için yaşamsal atılımı ifade eder. Yani conatus ve potentia her bir varlığın, var olmak için harekete geçirdiği ya da onun özünde saklı ve mevcut olan “güç”üdür de diyebiliriz. Bu anlamda her varlığa güç atfedebilir miyiz, gücü atfettiğimiz varlık için, gücün o şeye özgü olduğunu veya ona ait olduğunu söyleyebilir miyiz, güç bir şeyin sahip olduğu ancak karşılaşma ve deneyim koşullarından ayırt edilebilecek bir şey midir, ayırt edilemiyorsa güç ile deneyim koşullarının bağı nedir, güç ölçülebilir mi, gücün varlığı, bir şeyin varlığının tek kanıtı ve göstergesi midir, öyleyse gücün miktarı o varlığın var olma halinin gerçekliğini etkiler mi? gibi sorular etrafında yapılandırılan bir ontoloji fikrinden bahsedebilir miyiz sorusunun yeni bir ontoloji oluşturma çabasına dönüştürüldüğü bir çalışmadan söz edeceğiz. Çetin Balanuye, adı geçen son çalışmasında, felsefe tarihinde ontoloji soruşturmalarının izini sürerek, mevcut ontolojik çıkmazlara ve örselendiğini düşündüğü hakikat arayışına çare olabilecek bir ontoloji fikrini anlatmaya çalışır.
Yirmi beş başlık altında serimlediği güç ontolojisi ile ilgili olarak yirmi altıncı fragmandan sonra, “Yol” başlıklı son metinde Çetin Balanuye, Naturans: Yeni Bir Ontolojiye Doğru adlı çalışmasında Güç Ontolojisi çalışması ile neyi elde etmek istediklerini açmaya çalışır. Şöyle der:
Buraya kadarki yirmi beş notta; ‘ne vardır?’ sorusunu, biz insanların ‘neye var deriz?’ sorusuna indirgemeksizin ama bu ikinci sorunun zorunluluğunu da koruyarak geliştirecek yeni bir ontolojinin temel yönelişini göstermeye çalıştık. Gerçekliği parçalamayan, birden çok gerçeklik arayışına yüz vermeyen, bir ve aynı gerçekliği insanının sözde tanrısal bakışıyla tüketmeyen gerçekçi ve düz bir ontolojiye neden gereksinim duyduğumuzu açıkladık. Gereksinilen ontolojinin büyük ölçüde Spinoza tarafından arzulanan bir metafiziğe yaslandığı açıktır. Bunun en temel nedeni, ‘güç’ kavramının hem natura naturans hem de natura naturata ölçeğinde eşit biçimde (izomorfik) iş başında olmasıdır (s. 165).
Balanuye’nin yukarıdaki ifadelerinin bir kısmı, ontoloji bahsinde, post-modern, post-truth dönemi epistemolojisinin hakikate ilişkin perspektifsel tavrına, diğer taraftan ontolojiyi epistemolojiye indirgeyen çabalarına ve yanı sıra aşkıncı-teolojik yaklaşıma bir tepki olarak düşünülmeli. Ayrıca Yeni-Realist ontoloji çalışmalarında kendisini Harman, Ferraris, De Landa, Bryant gibi isimlerin bu kulvardaki çalışmalarına paydaş saydığı için, biz zamirini kullanan Balanuye, evrimci bir epistemolojide ısrar etmenin, etik ve politik olanı güç ontolojisinin olanaklarıyla düşünmenin zamanıdır diyerek, henüz bu çabanın başında olduklarını söylemektedir.
Güç ontolojisinin ortaya çıkmasındaki temel motivasyonun, belki de günümüzde küresel ölçekte ama daha çok da içinde yaşadığımız ülkede tarihsel ve güncel olarak da büyük bir yanılgı alanına dönüşmüş olan “hakikat”e ilişkin kaygılar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira çalışmanın hemen başında Balanuye, felsefenin uzunca bir süredir ve giderek daha fazla “hakikat” fikrinden uzaklaştığını düşünüyorum, diyor. Hakikate ilişkin bu sapmanın, felsefenin “entelektüel yanılgı”sından kaynaklanan, bir çeşit kendi kendini kandırması (self-deception) olduğunu düşünen yazar, bu yanılgının ifadesi olarak da şunları söylüyor:
İnsan, insan eseri bir dil-tarih-kültüre doğar ve onda yaşar. Bu çemberin dışarısından ya söz edilmez ya da edilse de anlamsızdır; dolayısıyla tüm bilme-anlamlandırma çabamız sıradan birer “insan söylemi” olmaktan öteye gidemez. Bu çemberin dışında olup biten nedir, ya da insan zihninden bağımsız dünyanın gerçekliği nedir, gibi soruların kesin yanıtı yoktur (s. 7).
Balanuye bu yanılgının 2.000 yıl önce doğmuş olduğunu ve bazen zayıflayarak bazen de güçlenerek varlığını sürdürdüğünü düşünüyor. Yazar, bu ifadelerle ilkin, “hakikat”e ilişkin temel sapmanın/zemin kaymasının, felsefi düşüncenin zaman içre aşkıncı, giderek teolojik bir sahaya kapanmasından kaynaklandığına işaret ediyor olmalı ki Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? adlı bir önceki çalışmasında da Spinoza’nın en büyük çabasının “aşkıncı” düşünceyi yıkmak olduğunun altını çizerek, bu çeşit düşünme faaliyetine karşı olan rahatsızlığını dile getirmişti. İkinci sebep olarak da yakın tarih felsefesinin filozoflarının, dil-kültür-tarih çemberi içinde kalarak işaret etmeye çalıştıkları göreceli hakikat tanımı dışında, nesnel bir hakikat arayışına asla yüz vermemiş olmaları olduğunu ifade eder. Balanuye bu çeşit, “post-truth” döneminin yaygın söylemini üreten filozofların ve bilim insanlarının asıl gayesinin de dili çözümleme, bir söylemi diğerine göre daha ikna edici bir biçeme kavuşturma, bilimin göreviyse parası bol kapitalist kartellerin işine yarayacak türden veriler üretmek, olduğunu ifade ediyor.
Balanuye’nin çalışmasında vurguladığı hakikate yönelmiş bu ölümcül darbenin sadece felsefi hakikatle sınırlı olduğunu düşünmemek gerekir tabii. Gündelik hayatın keşmekeşi içinde sağa sola savrulan, her tür enformasyon sağanağı altında kafası karışmış biz fanilerin bu bilim çağında, ironik biçimde, hakikate ulaşmalarının gittikçe daha da zorlaşmış olduğu gerçeği de bir vakıadır. Balanuye’nin işaret ettiği günümüz filozoflarının, bilim insanlarının hakikate ilişkin bu kasıtlı tutumlarının yanı sıra, türlü güç odaklarınca yönetilen basın yayın kuruluşlarının, sivil örgütlerin, cemaatlerin, çıkar gruplarının da hakikati olabildiğince bulandırma işlevini layıkıyla yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Geldiğimiz noktada, ontolojinin neredeyse bütünüyle epistemolojiye indirgendiğini deneyimlemenin ötesinde, her iki alanın da bütünüyle anlam bulanıklığına, kafa karışıklığına, kavramların içinin boşaltılmasına, bilinçli saptırmalara maruz kaldığını da belirgin bir şekilde fark ediyoruz. Bütün yaşam alanlarının popülizme, safsataya, değer yitimine terk edildiği günümüzde felsefenin de bir çeşit popülizme saparak kendi intiharını onayladığını söylemek yanlış olmaz. Balanuye, haklı olarak çürümenin bu denli engin ve derin boyutlarına isyanını dile getirerek, meseleye yeni bir ontoloji perspektifiyle yaklaşmanın elzem ve acullüğüne dikkat çekiyor. Bu tür bir çabanın dünya genelinde sayıları henüz az ama etkili bir grup genç filozof tarafından yaklaşık otuz yıl önce başladığını ve kendisinin de bu çabaya destek verdiğini belirtiyor:
Nesnel gerçekliği, bu gerçekliğin tüm unsurlarını -canlı-cansız, insan, hayvan, bitki, bakteri, gözlemlenebilir, gözlemlenemez, cisimli, cisimsiz, soyut, somut, basit ya da karmaşık- eşit ölçüde adil, (yani en az adaletsiz) bir ontolojinin konusu yapmak üzere açık bir tartışmaya giriştiler. Bu kitabı yazarken bu filozofların hepsinden (başta Graham Harman, Maurizio Ferraris, Manuel de Landa ve Levy Bryant olmak üzere) çok şey öğrendim (s. 9-10).
Felsefeden hareketle yeni bir ontolojik düşünüşün, iddia edilen olumsuzlukları ne denli olumluya dönüştüreceği bir tarafa, ilk başta, daha önce düşünülmemiş yeni bir yol, yöntem önerisinin kendisi de önemli ve dikkat kesilmesi gereken bir iddiadır. Elbette bu yeni ontolojik bakışın ayaklarının da upuzun felsefe tarihinin düşünce zeminine yaslanacağını öngörebiliriz ki Balanuye de çalışmanın başlarında, güç ontolojisinin tamamının Spinozacılık’la uyumlu olmak üzere beş koşula dayanan yeni bir ontoloji fikrinin örgütlenmesi olduğunu belirtiyor. Bu beş koşulu da kısaca şöyle tanıtabiliriz:
Koşul 1: “Ontolojiyi epistemolojiye indirgemeksizin, ilkini gerçekliğe ‘eşlik’ etmenin tüm var olanlar için mutlak olanağının bir ifadesi, ikincisininse var olanlar arasında bir var olan olarak insanın gerçekliğe ‘tahammül’ ederken geliştirdiği evrimsel-adaptif yolların soruşturulması olarak temellendirilmesi.” Bu ilk koşulda, Kant’ın kavramsız sezgilerin kör olduğu, insanın kavramsal şemaları kullanarak ve dolayısıyla sözcüklere bağımlı kalarak bilgiye ulaştığı, dolayısıyla “hakikati” epistemolojinin sınırları dışına taşırmadan tartışması gerektiği türündeki yaklaşımına bir çeşit şerh düşme var diyebiliriz. Descartes ile başlayan “transendental yanılgı” sürecini Kant’ın da sürdürdüğünü söyleyen Balanuye, düşünürün deneyim bilgisinin kesinliksizliğine çare olarak ürettiği sentetik a priori yargılar aracılığıyla akıp giden gerçekliği kontrol altına alma çabasının bir taraftan da bünyesinde bir handikap barındırdığını ifade eder. Zira bu yaklaşıma göre X diye bir nesnenin varlığına ilişkin olguyla, X olgusuna ilişkin bilgimiz arasında herhangi bir fark kalmamış oluyordu. Bilgi bir inşa süreciydi ve X’in varlığına dair bilgi de bir inşaya dayanıyor ise ontoloji, epistemolojiye indirgenmiş oluyordu.
Koşul 2: “İlk koşulda sözü edilen ‘gerçeklik’ kavramının, insanı da içeren ancak ondan ibaret olmayan bir ‘olmakta olanın tamamı’ olarak kavranılması.” Bu koşulda da “insan merkezli” bir ontoloji arayışına itiraz olduğunu görüyoruz.
Koşul 3: “Olmakta olanın tamamı ‘bir’ ve ‘aynı’ içkinlik düzleminin eşit paydaşları/bileşenleri olarak düşünmek; var olanların ‘varlığı’nı hiçbir normatif gerekçeyle (aksiyolojik, teolojik ya da teleolojik) hiyerarşiye bağlamamak.” Bu koşulda “var”lar arasında hiçbir şekilde üstten aşağıya ya da önemliden önemsize doğru bir hiyerarşiye başvurulamaz düşüncesi imlenir. Bir sıralama yapılacaksa o da ancak “varlık”ın gücünün boyutu dikkate alınarak yapılabilir ki bu da zaman içinde değişim gösteren bir seyirde gelişir. Yani bir zaman güçlü olan bir kavram, düşünce, olgu başka bir zaman bu gücünü yitirir. Dolayısıyla var olma hali ve gerçeklik derecesi de değişir.
Koşul 4: “Gerçekliğin bileşenlerini insanca bir kategorik ayrımın konusu yaparak dondurmaktan kaçınmak, bunun yerine ‘güç, ifade etme’nin tüm var olanları eşit ölçüde bağlayan tözsel gerçekliğini savunmak.” Yani canlı, cansız, soyut, somut tüm var olanların ontolojik değerinin eşit ve adil bir yaklaşımla ele alınması durumu.
Koşul 5: “Felsefi ikiciliğin hiçbir türüne yaklaşmayan mutlak bir töz monizmini yeğlemek.” Bu koşulda, felsefe geleneği içinde beliren ruh-beden ikiliği türündeki düalizme bir karşı çıkış söz konusudur. Balanuye’nin geliştirmeye çalıştığı yeni ontolojik fikre göre ruh da beden gibi “var”lar kategorisine dahildir. Burada önemli olan, söz konusu edilenin bir güç taşıyıp taşımadığıdır. İşte tam burada, bu yeni ontoloji fikrinin temel kavramından söz etmenin sırası da gelmiştir: güç ontolojisi.
Balanuye, güç ontolojisi adını verdiği bu yeni düşünüş için bir çeşit formül geliştirir ve onu da “Gvarsa” olarak ifade eder. Çalışmanın tümünde bu “güç” kavramının anahtar rolünü görüyoruz. Peki, nedir bu Gvarsanın hikmeti? Balanuye, hem bu formülü niçin geliştirdiğini hem de bunun ne anlama geldiğini şöyle ifade eder.
Gerçekliğin bir ekosistemi olarak imlenebilmesini sağlamak üzere, hangi var olandan söz etmek ve onu okur tarafından anlaşılır kılmak istersem o varlığın adının baş harfini bu kısaltmaya ekledim. “Gvarsa-İ” dediğimde insan Gvarsa’sının, “Gvarsa-A” dediğimde ağaç Gvarsa’sının (…) anlaşılmasını istedim. Bu kısa açıklamadan da anlaşılacağı gibi, insanın da bir paydaşı olduğu, ama asla insandan ibaret olmayan “gerçekliğin” yalnızca ve tümüyle Gvarsa’lardan oluştuğunu ileri sürüyorum. Her ne “var” ise “gerçektir” ve “güç ifade eder” ya da “güç ifade eden” her ne ise o “var”dır ve “gerçektir” diyorum. Böyle demekle, “ontolojik” bir tavır takınıldığını, bu tavrın da gerçekliğin insan ve insan olmayan her unsurunca eşit kabul göreceğini ileri sürüyorum (s. 11).
Balanuye felsefe tarihi içinde bir yolculuğa çıkarak, mevcut ontolojik yaklaşımları ele alıyor ve kendince her birinin artıları ve eksileri üzerinde durarak kendi fikrini temellendiriyor. Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi, Balanuye’nin ontoloji fikrindeki yeniliğin, özünde “güç” kavramına yüklendiğini görüyoruz. Bu anlamda bu yaklaşımın yeni itirazlar doğuracağı da söylenebilir. Bir fikrin (örneğin güç fikri), soyut bir kavramın, varlığın (örneğin özgürlük-hayalet-ruh), insan dışı herhangi bir varlığın (örneğin ağaç, küf, termit…) bir etki, bir güç taşıdıkları sürece eşit derecede “var oldukları”, “gerçek oldukları” iddiası, bu yeni ontolojik yaklaşımın hem özgünlüğüne hem de tartışmaya açık yönüne işaret etmektedir. Zira soyut kavramların, düşüncelerin, bir inanmaya dayalı olarak var kabul edilenlerin kendilerinde bir güç bulunduğunu düşünmek, kimilerince tartışmaya açık yaklaşımlar olarak kabul edilebilir.
Balanuye’nin çalışmasında felsefenin kadim sorusu olan “Biz neye var deriz?” sorusuyla açılan ilk fragmandan sonra, “Rüzgâr” başlığı ile açılan soruşturma, Sokrates, Platon, Protagoras arasındaki diyaloglarda geçen aforizmalarla ontolojik kazıya başlanır. Bu başlık altında Protagoras’ın, “Her şeyin ölçüsü insandır, var olan şeylerin varlıklarının, var olmayan şeylerin yokluklarının ölçüsüdür” saptamasının, “kendi içinde şey” kavramının, “gerçek nedir, neye gerçek deriz? sorularının soruşturması yapılır. Balanuye, ilk başlıktan sonra sırasıyla “ağaç, dalga, Zagor, taş, elma, melodi, modus, hayalet, küf mantarı, köstebek, kozmos…” gibi başlıklar altında “güç ontolojisini” tanıtır. Düşüncesini yirmi beş başlık altında ve her başlıktan önce de kısa fragmanlarla açmaya, kanıtlamaya çalışır. Düşünür, bu ontolojik yaklaşım tarzının, mevcut ontolojik karmaşayı, bulanıklığı gidereceğini ve iyice örselenen “hakikat” arayışını, epistemolojik boyutu da dahil olmak üzere onaracağını iddia eder.
Sonuçta; “güç ontolojisi”nin gücünü bizzat “güç” kavramından aldığını, varlığını bir güce sahip olmaklığı üzerinden gösteren soyut/somut her şeyin var kabul edileceğini, ancak bu var olma halinin, gücün derecesine göre de değişim gösterebileceğini öğrenmiş oluyoruz.
Fotoğraf: David Werbrouck / Unsplash