İlker Aytürk’ün “Post-post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken” başlıklı makalesi (Birikim, sayı 319) anti-Kemalizm’i varoluş gerekçesi kılan bakış açısına dönük önemli bir eleştiri. Sahne ışıklarını Soğuk Savaş’la beraber Türk sağına çevirme teklifiyse halihazırdaki düşünsel konformizme kuvvetli bir itiraz.
Ancak post-Kemalizm tanımı âdeta bir tür gökyüzü. Kemalizm’e dönük her eleştiri ve reddiye bu başlığa sıkıştırılabileceği için zaman içinde ayırt edici özelliğini kaybedebilir. Tanımdan hareketle bambaşka kulvarlarda akan, ancak Kemalizm’i eleştirmek yahut külliyen reddetmek tespitlerinde buluşan ve bu arada birbirlerine yer yer düşmanlık raddesinde uzak olan kesimleri “post-Kemalizm” etiketine hapsetmek mümkün.
Lümpenleşen fanatik örneklerine kimi siyasal İslâmcı gruplarda rastladığımız, Mustafa Kemal’in kişiliğine de galiz ifadelerle saldıran “Kemalizm eleştirileri” ile Kemalizm’i 1972’de faşizm/faşist diktatörlük sayan İbrahim Kaypakkaya gibi sosyalistleri ve onu “sömürgeci faşizm” olarak gören Kürt solunu (yahut bu sonuçlara varan akademik verimi) bir tutma kolaycılığına karşı ihtiyatlı olmak gerekmez mi?
Makale etrafındaki tartışmanın kimi sol akımlarda Kemalizm’e ricat eğilimini güçlendirmesi mümkün.
Başlangıçta, yolda veya iktidarının ilk on yılında alacalı bulacalı Türk sağının varyantına dönüvermiş AKP’nin merkezinde gerilimler ve 1930’lar Avrupa’sını hatırlatan politik yönelimi, o vakitler imal edilen “Birleşik Cephe” taktiğini andıran bir kendiliğinden yönelişle Kemalizm’e doğru gönüllü ricata vardırarak sözünü ve eylemini oradan üreten bir başka konformizme yol açabilir. Paradigmaların antitezlere, dönüşlere ek birbirini bütünlediği, sentezin ufukta görünmediği bu coğrafyada “post”, “pre”, “anti” ve “neo” gibi takılar hızla birbirine dönüşme altyapısına sahip zira.
Beklenen yeni paradigma, dindarlığın tahribatı sayılabilecek olan ve türlü öfkeleri kolayca tetikleyecek envantere sahip siyasal İslâmcılığa karşı çok-bileşenli itirazın optimum noktası halini alarak, muhtemel neo-Kemalizm’le rezonansa el veren bir alaşıma dönüşebilir mi?
Türkiye sol hareketinde Kemalizm’i optimum nokta saymaya yatkın, neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt bir damar da var. Konu laiklik, Batılı değerler, çağdaşlaşma/modernite olduğunda, varsayılan müşterekler nedeniyle hayırhah bulunan Kemalizm’e eleştirel mesafe epeyce kaybedilebiliyor ve Kemalizm, sosyalizmin kapı komşusuymuş gibi davranılabiliyor. Bu tek yanlı ilgi Kemalizm’i önemsemekten çok onu yol almak için araçsallaştırma arzusuyla ilişkilidir. Cumhuriyet’in Kemalizm’le yol alamayacağına ancak Kemalizm’le etkileşimi reddetmeyen bir solun toplumsal tabanını genişletebileceği değerlendirmesine ve beklentisine yaslanan bu değerlendirme, onu destekleyecek verilerle donanan bir tarih bilgisi olmadığı halde, diriliğini korur. Kemalizm’i bir nevi faşizm sayan sol damar post-Kemalist olmadığı gibi ona hayırhah yaklaşanlar da Kemalist değil. Kemalizm’i maymuncuk veya koçbaşı sayma pragmatizminin hemen her temas denemesinde akamete uğradığını, solun bağrındaki yurtseverlik potansiyelini dondurarak milliyetçiliğe yer açtığını da bilhassa belirtmeli. Yalnız bize has olmayan bir evrensel denklem bu. Teorik konum kaybından ötesine işaret eden “ulusal sol”luk böylesi yakınlaşmalardan neşet etti ancak bizde daha şiddetli yaşandı. Milliyetçilik, kök Kemalist gen havuzuna asıl karakterini veren özellikti zira.
Kemalizm bize has biricik bir ideoloji olmadığı gibi cihanşümul da değil. Teorik çerçevede bir “izm” sayılması zordu. Nihayet eski imparatorlukları çözen kapitalizmle ortaya çıkan ulus-devletin önce öncüsü ve zamanla muhafızı olan “Aydınlanmacı despotluk” modelinin türevlerindendir. Ulus-devletlerin harcını karan ideolojilerden bazıları çok dar/kısıtlı bir repertuvara sahipken Kemalizm, sonradan gelmenin avantajını refakatinde kullanarak hegemonyasını “devletin şiddet tekeli” ve rıza üretme kapasitesini altı okuyla kurmaya girişti. Ancak mesela “Tezler” serisinde “Aydınlanmacı despotluk” ifadesine başvuran Yalçın Küçük Kemalizm’i ciddiye almaz. Dış faktörlere aşırı duyarlılığı ve yüzeyselliği pek çok değerlendirmede önce çıkar.
Tüm zamanlar için sabit bir Kemalizm yoktur ve bu gibi nedenlerle hızla değişik biçimler alabilir. Bu bakımdan akışkan Kemalizm’den bahsedilebilir. Devletin ihtiyacı neyse ve bu arada toplum için daha faydalı bulunan hangi detaylarsa, içinden geçilen dönemin Kemalizm’i de o olur.
Cumhuriyet tarihindeki farklı Kemalizmler sadece birer yorum değildir. Mümkünse tüm “hakim sınıfların”, değilse iktidardaki hakim politik hizbin yönelimleriyle Kemalizmler çeşitlenir. Sözgelimi, yer yer histerik bir hal alsa da iktidar savaşından öteye taşmadığı için derinleşemeyen Kemalizm-siyasal İslâmcılık ilişkisinde bunun izlerine rastlayabiliriz. Kemalizm Osmanlı’nın üzerinden atlayarak kendi tarihini imal eder, mitolojisini kurarken siyasal İslâmcılık da Kemalizm’in üstünden atlayıp kendi anlatısını çerçeveledi. Birbirinin antitezi olan bu ikiliği yeni bir Kemalizm imalatıyla aşma arayışı bir süredir belirgin. Siyasal İslâmcılık Mustafa Kemal’i “sayar” ve kabul ederken Osmanlı tarihini sahaya sürüyor ve Kemalist reddiyeciliğin yumuşatılmasını bekliyor. M. Kemal üzerinden Kemalizm’i revize edip onu biriciklik iddiasından uzaklaştırarak kadim Türk tarihinde müstesna olmayan, örneklerine rastlanmış dönemlerden biri olarak asimilasyona tabi tutma hevesi, sonuç alma kapasitesi zayıf olmakla birlikte, günceldir. Cumhuriyet dönemindeki önemli ulusal günlerin yok sayılmaması ama eski önemin de verilmemesi, bu arada tarih torbasından yeni kahramanlar, olaylar ve günler çıkarılması, bu arayışla ilişkilendirilebilir. Birbirinin antitezi olmaları nispetinde Kemalizm ve siyasal İslâmcılık arasındaki geçirgenlik hızlanır. Parti devleti inşası ve şeflik rejimi ihdası hemen akla gelen iki örnek. Siyasal İslâmcılık, Kemalizm’de iki “Misak”a dönen milliyetçiliği ve güçlü devlet tapıncını da kolaylıkla devşirdi. Türk İslâmcılığının ikonik şahsiyetlerinden Necip Fazıl’ın eserlerine bakıldığında, buna teşne bir damarın siyasal İslâmcılığın Türk versiyonunda neredeyse şahdamar halini aldığına ve anti-komünizmi iman bellemenin bu motivasyonun temel dayanağı olduğuna şehadet etmek kolaylaşır. Bunun bir yanı “taç giyen başın akıllanması”, diğeri tez ve antitezin aynı gen havuzunu paylaşmalarıdır, muhtemelen. Teorik sahada tez-antitez karşıtlığıyla birbirlerine ateş eden taraflardan birinin kurşunları -buradaki örnekte bu Kemalizm oluyor- diğerinde yer etmiştir. Diğeri hayatta kalmak, iktidarını sürdürmek için kurşunun parçaladığı yerleri kurşunla aynı maddeden yeniden imal etmekten başka yol kalmadığını görünce, “mutant” kelimesi etrafında düşünülebilecek bir dönüşümü gerçekleştirmiştir. Ancak o pek zayıf olduğu için attığı kurşunlar karşı tarafa işlememiştir. Tez-antitez konumlanışlarını, sonuçlarıyla beraber, 20. yüzyıldaki kapitalizm-sosyalizm geriliminde takip etmek mümkün; söz konusu taraflardan birinin belli bir aşamadan itibaren “antitez” olmayı dahi kaldıramayarak havlu atışını da…
Post-Kemalist düşünsel verim, sözünü ettiğim geçirgenliğin konusu olan pek çok durumu dikkate almaz. Siyasal İslâmcılığın kimi post-Kemalist argümanları çekiştirerek araçsallaştırması, sözgelimi gerek soykırımı, gerek Kürtlerin özgürlük meseleleri etrafında resmî tarihin ağır tazyikiyle ödeşilerek kaleme getirilmiş külliyatı itibar kaybına uğratmaz. Post-Kemalizm’in uğraştığı konuları kategorik biçimde reddetmekle, o teorik politik konumlanışı vakitlice bütün Cumhuriyet tarihi sathında gerçekleştirmemiş olma eleştirisi arasındaki nüans göz ardı edilmemeli.
Geçirgenlik zamanı delerek Kemalizm’in oklarını tarihin şimdisine düşürebiliyorsa, temel sorunlar etrafındaki kümelenmeler ve sarkaç siyaseti sürüyor demektir. İstenirse bu hal ile “durağan diyalektik” arasında türlü bağlantılar da kurulabilir. Bir bu kadar önemli olansa, şu veya bu yorumuyla beraber Kemalizm’in, her dönemin “muhalefeti” olarak da konumlanmasını mümkün kılan hamilik rolüdür. Sözgelimi Türkiye’de siyasal İslâmcılık değil, sosyal demokrat veya sosyalizan bir iktidar olsa, Kemalizm ona karşı da bayraklaştırılabilir.
Sıradan bir örnek olsun: Türkiyeli sosyalistlere ve Kürt soluna dönük polis-asker işkencelerinde Kemalist kadrolar bütün bir 1980’ler ve 90’larda meslekî hünerleriyle yer aldı. Aynı kadrolar “İslâmcı davalar”dan alınanlara da işkence yapmaktan geri durmadı. Milliyetçilikle iç içe geçen devlet fetişi, muhatapların politik kimliklerini pek de önemsememiştir. Bu arada yine bütün o yıllar boyunca medrese çıkışlı bir kesim istisna olmak üzere siyasal İslâmcı gruplardan gençlerin kahir ekseriyeti aynı zamanda hayret verici bir devletçi-milliyetçi söylemle kampüslerde sol sosyalist öğrencilerle karşı karşıya gelmiş, sol kesimlerin başörtüsü yasağına karşı çıkmalarına dahi aldırış etmeden “devlet”in yanında teçhizatlanarak konumlanmışlardır.
Diğer yandan hapishanelerde dört yıl arayla gerçekleştirilen iki kitlesel ölüm orucu eyleminde arabulucu olan isimlerden Zülfü Livaneli’nin de dile getirdiği gibi 1996’da Refah Partisi hükümetteyken, ölüm orucu etrafındaki talepler kabul edilerek suhulet sağlanabilmişken, DSP’nin hükümette yer aldığı 2000 yılındaki talepler bizzat Bülent Ecevit tarafından reddedilerek tarihe “19 Aralık Katliamı” olarak geçen Türkiye’deki en kanlı hapishaneler operasyonu başlatılmıştır. Siyasal İslâmcı süreğen iktidar döneminde polis-adliye ve hapishanelerde olanlarsa toplumsal yaşamdakine koşut gelişti ki sadece şu detayı aktarmak kâfi gelecektir: “Çözüm süreci” döneminde, ölümcül sağlık sorunları bulunan mahpusların tahliyesi bizzat dönemin başbakanı tarafından engellenmiş ve bu bir övünç ifadesi olarak bir mülakatta ifade edilmiştir.
Ardışıklık, karşıtlık gibi eksenlerle anılan, pek çoğu zaman tarafından sınanan hemen her ideolojik tahayyül kendi yapısal krizini yaşıyor; sanki tamamı görünmez bir duvara çarpıp çatladı. Yanı sıra kapitalizm de geçen yüzyıldaki dönemsel krizlerin ötesinde bütünsel krizde. Düşünsel ufku onu aşmadıkça “post”, “pre”, “neo”, “anti” gibi ön eklerle saçaklanan teorik-politik çabaların yer yer birbirini üretmesi, birbirine dönüşmesi, en nihayet o saydam duvara takılı kalması muhtemel. Muhakkak bir “post”a bağlamak gerekirse post-kapitalizm en elverişli menzil bana kalırsa. Post-kapitalizmden 20. yüzyılda türlü nedenlerle tamamı vasat birer “devlet ideolojisi”ne dönen sosyalizm denemelerinin evlerden ırak düşünce ve eylemlerini değil, dünyanın bütün ezilenlerinin özgürlüğü arzusuyla kapitalizmi aşma hedefini benimseyen bütün akımların eşitlik hukuku çerçevesinde içini müştereken dolduracağı yeni bir ideali anlıyorum.
Ne var ki, sadece bu kadarla kalırsa post-kapitalizm de (üstelik bu defa siniklikle malul olan) bir düşünsel konformizm halini alır. Bu nedenle elimizin uzandığı bütün bir geçmişi kapsayacak biçimde olup bitenlere hasımlık yahut hısımlık üzerinden yaklaşmadan, insanlığın mücadelesinin kazanımları olan ama sıfatından bağımsız olarak bütün iktidarların tırtıkladığı, fırsat bulurlarsa gasp etmek isteyeceği eşitlik-adalet-özgürlük prensipleri çerçevesinde eleştirel mesafeyi sağlarken, yarınları kapsayan bir ideali bugünden üretmenin yollarını açmak gerekir.