Bu mektuplar sanadır sevgili arkadaşım.
Adını bile bilmediğim sana.
Öylesine yakından ve derinden tanıyoruz ki birbirimizi,
öylesine ortak bir umut ve bilinçle paylaşıyoruz ki yeryüzünü,
yaşama öylesine inanıyoruz ki,
adını bilmesem ne çıkar?[1]
Ercan Kesal'ın Nasipse Adayız isimli kitabını okuyuşum, ardından kitabın sinemaya uyarlanışı ve bu uyarlanışın getirdiği ödüle tanıklığım, bende kimi soruların cereyan etmesine sebep oldu. Aynı süreçte belki de Onat Kutlar okumalarımı sürdürdüğümden, birbiri ile çelişen soru ve cevaplarımla kalakaldım. Aklımdaki düğümleri çözebilmem için, politik sinemanın mahiyetinden modern ve klasik trajedilerinin karakterine evirilen bir düşün akışını takip etmem gerekiyordu. Bu yazımda sizlerle, bahsettiğim sürecin ardından aldığım notları paylaşacağım.
Ercan Kesal'ın Nasipse Adayız adlı eseri fikrimce, modern trajedinin bir örneğidir. Bu sorunsalı çözümlemekte fayda var. Modern trajedinin[2] klasik olandan farkı, varoluşsal hususların mağdur, umudu ve arzuları aşınmış olan vesilesiyle toplumsal olanın üzerinde konumlandırılmasıdır. Modern trajik eserlerde kâinattaki metafiziksel konumlanış, toplumda bir araya gelişler ve birlikte deneyimleyişler, kişi o yaşantıları "tercih ettiği" ve yaşanmasını istediği sürece vardır. Tüm bunlar, kişinin kendi varoluş idrakine hizmet eder. Halbuki klasik trajedilerde, benliğin başkaları ile birliktelikten ayrılamayacak bir karakteri vardır; toplumsal olan bireysel, bireysel olan da toplumsaldır. Burada "hür irade"den doğan tercihler, belirlenmiş, hatta dayatılmış özgürlük sınırları içerisinde tanımlıdır. Dolaysıyla "doğru", "ahlâki", "iyi", "kötü" gibi kavramlar, özellikle klasik trajediler dahilindeki politik dramlarda, bu tanımlamalar ile kimi zaman çatışan, belirli ölçüde çok-sesli yapıdadırlar. Denilebilir ki modern trajedilerde, bireylerin psikolojik "çatışmaları", okuyucuda ya da izleyicide katarsis (Aristoteles'e göre, sanatın tutkulardan arındırması hali) hali yaratırken, antik Yunan trajedilerine dahil olan özellikle politik dramlarda, âdeta sivil itaatsizliğe çağrı dahi bulunabilmektedir (bunun için Sophokles'in Antigone, Aristophanes'in Kadınlar Meclisi ve Lysistrata oyunları incelenebilir). Dolayısıyla, klasik trajedileri modernden ayıran, politik olanın olmazsa olmazı, yegâne "endişesi" olan insanın, toplumsal olanın bir parçası halinde ve "ancak o halde" olmasıdır; burada metafizik ve sosyal olan, birbirinden ayrılamaz haldedir. Peki, neden Ercan Kesal'ın Nasipse Adayız adlı eserine modern trajedi diyorum?
Nasipse Adayız, belediye başkanlığı seçimlerinde aday adayı olmaya çalışan Doktor Kemal'in seçime doğru giden sürecini anlatıyor. Evet, tanık olduğumuz politik bir atmosfer; ama olaylar dönüp dolaşıp Doktor Kemal'in ruh halinin bir sonucu olarak aktarılıyor. Doktor Kemal'in anlatısıyla, tüm aday adaylığı süreci, kişinin kendinde farkına varamadığı bir kör noktanın "etkisi" oluyor. Eserde, kişisel serüvenini takip ettiğimiz karakterin ruhundaki o "bilinmez"in iktidar olma hırsını nasıl körüklediğini, aday adayı olamamasının ardından ise, bu bilinmezin tanımlı hale gelmesinin verdiği huzuru, "saçma macera"dan uzaklaşıp kendi yaşantısına dönüşünü okuyoruz. Nihayetinde metafiziksel bir yüzleşmeye, arınmaya tanık oluyoruz. Kesal’ın Gazete Duvar'da (3) Nasipse Adayız üzerine gerçekleşen röportajda, "politika insan nefsinin sınandığı en güçlü alan" ifadesini savunurken anlatmak istediği, tam da bu kişisel yolculuk oluyor. Zira böyle bir ifade, politik olanı, bireyin toplumsal yaşamında ayrı bir yere, ''alana'' konumlandıran, metafizik ile toplumsal olanı ayran bir ifadedir. Ercan Kesal'ın Velhasıl adlı eserindeki "üzerine yerleştiği dut yaprağını yiyerek beslenen ve kozasını ören ipekböceği gibi, kendi çocukluğumuzdan, belleğimizden beslenerek büyür gelişiriz"[3] sözlerini destekleyen, bireysel bir yolculuk hikâyesi Nasipse Adayız. Trajikomik karakterde sunulan bu eserde, okuyucu ya da izleyicide katarsis yaşanması da olasılıklar dahilinde. Zira ben de bir "oh" çekerek, günlük koşuşturmama geri döndüm diyebilirim. Ercan Kesal da zaten edebiyat, müzik, resim, özellikle de sinema için bahsettiğim katarsis halini olumluyor. Örneğin, sinema hakkında Kesal, Cin Aynası'nda , film izlerken yaşanılan sürecin terapötik bir süreç olduğunu, iyi filmlerin iyi bir terapist gibi insan ruhunu dönüştürdüklerini ve "film bitene kadar" yol arkadaşı olduklarını ifade ediyor.[4] Peki ya film bittikten, kitap okunduktan sonrası? Burada sahneye Onat Kutlar'ı davet ediyorum. Farkın idrakine katkı olarak şöyle bir ayrım yapılabilir; Kesal'da, bozuk düzenin içinde içine kusan insanlar, Kutlar'da ise dışına kusan insanlar vardır.
Onat Kutlar'ın senaryosunu kaleme aldığı Hakkâri’de Bir Mevsim adlı filmde, köy öğretmeni (Genco Erkal), “Kendimi ararken başkalarını bulacağım,” der. Metafiziksel olan sosyal olana içkindir. Kutlar'da yaşam politiktir ve kişinin hayat yolculuğu, başkaları ile birlikteliklerine bağımlıdır. Eserlerinde gördüğümüz üzere bireyin yaşam mücadelesi, toplumsal mücadelenin bir parçasıdır. İktidar savaşları herkesin ayağındaki prangadır ve o prangadan, kişinin varlığında tecessüs eden bir noktayı idrak ederek "korunaklı alanına" çekilerek kurtulması, huzura kavuşması mümkün değildir. Bu da mücadeleyi gerekli kılar. Kutlar'da, “ortaçağ karanlığı büyülese de, ondan kurtulmak isteyen insanlar” vardır; her şeye rağmen, "insana onur ve umut veren, yaşamında bir anlam yaratmaya çalışan, bir amaç için sıkıntıya güleryüzle katlanan, direnen insanların onuru"[5] vardır. Aeschylus'un Zincire Vurulmuş Prometheus'unu, Oresteia anlatısını, Sophokles'in Elektra'sını, Euripides'in Andromakhe'sini çağrıştırır eserleri. Haksızlıklar karşısında edilgenlik, kişisel arınma değil, muhaliflik, yeri geldiğinde sivil itaatsizlik olmalıdır. Zira yeni ağaçların tohumu, çürüyen meyveden çıkar. Sosyalist, devrimci bir sanattır onunki; halk ile diyalog kurar. Antik Yunan trajedilerindeki politik dramlarda sıklıkla rastladığımız, halkın acılarını, öfkesini, umut ve düşlerini Kutlar'ın eserlerinde bulmak mümkündür. Burada düşülecek not belki de Ercan Kesal'ın Nasipse Adayız'ında Doktor Kemal'in içsel muhasebelerinin, temelde kendi ile kurduğu monoloğun bir yansıması olmasıdır.
Bilmem Onat Kutlar'ın Senaryolar[6] adlı, yazdığı üç senaryo ve üç sinopsisi bir araya getiren kitabı okudunuz mu? Kitapta yer alan, Yusuf ile Kenan, Hazal, Hakkâri’de Bir Mevsim adlı senaryolar üzerine düşünmek ile birlikte, Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İstanbul adlı sinopsisler, kimi ilginç keşifler yapmamı sağladı. Kutlar bu sinopsislerde bahsi geçen üç eseri, eserlerin kendisinde bulunmasa dahi, politik atmosferle hemhal ederek, kimi zaman da çoğu detayı değiştirerek işler. Elbette siyasi ideolojinin ortaya koyularak eserlerde radikal değişikliklerin yapıldığı senaryolardan bahsetmiyorum (Bu hususta Aleksandr Ptuşko'nun kimi hikâyelerden uyarladığı ''komünist'' filmlere bakılabilir). Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'unda bulunmayan fakat Onat Kutlar'ın eklemeler yaptığı sinopsiste; İttihat Terakki'nin ve Türkocağı'nın güç ilişkilerindeki rolü, 1908'deki hürriyet algısı, Balkan Savaşı, ''Devlet-i Ali Osman'ın" ve padişahın kapitalin dolaşımından ve siyasi atmosferden nasıl etkilendikleri ve tüm bunların Kuyucaklı Yusuf ve çevresi ile olan bağlantısı görünür. Kutlar'ın Kuyucaklı Yusuf üzerinden kurguladığı, bu bağlantıdan mütevellit anlatı, kişinin yazgısı ile ülkenin yazgısının iç içe geçmişliğine örnek teşkil eder. Kürk Mantolu Madonna'da, yine orijinal eserde rastlayamadığımız fakat Onat Kutlar'ın eklemeleri ile okuduğumuz; Cumhuriyet bürokrasisinin gücü, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasının Almanya'sı, savaşın Türkiye'deki yankıları ve bu yankıların ekonomik gidişata ve uluslararası ilişkilere etkisi ve de bu etkinin romanın karakteri Raif Bey'in hayatı üzerindeki -âdeta- tahakkümünün anlatısı, benzer bir örnek oluşturur. En ilginci ise Aziz Nesin'in Tatlı Bedüş adlı, fikrimce kadını, toplumsal “sömürüyü” betimlemek amacıyla anlatının merkezine yerleştirip “feda eden” romanından, bence yererek, eserin çoğu yerini de değiştirerek uyarladığı İstanbul adlı sinopsisidir. Aziz Nesin'in eserinde, toplumsal trajediyi anlatmak için her türlü şaklabanlığın yaptırıldığı Betüş “karakterlerine” dair Kutlar, “Sanatçıların masasında ciddi bir konu, bu kez ülkemizde kadının durumu, renkli mizahi konuşmalarla rakıya meze olmamalıdır,” der ve Betüş anlatısını farklı bir yere evirir. Yine Nesin’in eserinde olmayan; tekkeler ve Cumhuriyet Baloları ziyaretleri çelişkisi, Cumhuriyet sosyetelerinin groteskliği, Dersim harekâtı ve farklı dillerdeki varoluşlar, kitapta kendi hali ile çelişerek “namus” diye çığıran karakterin ''vatan'' ve ''namus'' diye çığırması hali, harp zenginleri, Demokrat Parti üyelerinin köşeyi dönme serüvenleri ve son olarak da Betüş eserini ortaya çıkaranların kendilerini inkâr eden “Betüşler” olduğu gerçeği, Kutlar'ın meselesini aşikâr eden anlatılardır.
Açıktır ki, Kutlar bu eserlere politik zeminlerini hazırlarken, insanın siyasal bir varlık olduğu görüşünden hareket ediyor ve bireysel olanı toplumsal addediyor; ülkenin somut koşullarını es geçmeden, Platon'un düşündüğü üzere, ahlâk ve siyaseti iç içe geçiriyor. Düşünüyorum da, eğer Onat Kutlar yaşasaydı, Ercan Kesal'ın Nasipse Adayız kitabına nasıl bir sinopsis hazırlardı, kitabı nasıl senaryolaştırırdı...? Öncelikle trajikomik addedebileceğim kitap, eminim ki güldürü unsurlarından arındırılırdı. Gayet ciddi hususlar olan iktidar savaşı ve çıkar gruplarının onursuzluklarına karşı, sömürülen halkın mücadelesine yoldaşlık edecek, onları devrimci mücadeleye teşvik edecek anlatılar bulunurdu. Ana karakter o denli “trajikomik” olaydan sonra aday adayı olamasa da, ''kör noktasını'' bulmuş olduğunun huzuru ile kendi dünyasına çekilmeyip birlikteliğe dair bir mesaj, eylem ortaya koyar yahut illaki kenara atılmışsa da bunu kurtuluşun verdiği iç ferahlığı ile değil, ağıtla gelen daha iyiye dair bir bekleyişle sunardı. Bunu da devrimci estetik algısı, toplumcu ve gerçekçi bir sanat saikı ile yapardı.
Onat Kutlar, Birikim dergisinin ilk sayısında, ''Toplumcu ve Gerçekçi Bir Sinema Sanatı için Teorik Alanın Gözden Geçirilmesi Amacıyla İlk Notlar''[7] başlıklı, sinema sanatını merkeze aldığı bir yazı kaleme alır. Bu yazıda şöyle bir bölüm mevcut:
Ülkemizdeki toplumsal yapının bütün koşulları göz önünde tutulmak, bu koşulların sınırladığı alan içinde düşünmek kaydıyla, sinema sanatçımızın ilk görevi “kimlerin gerçeğini yansıttığını bilmek”, sanatı “kimin yararına yaptığını bilmek” ve “kendi halkıyla anlaşabilmenin olanaklarını araştırmaktır”. Bu üç öğe biraz açıldığında, sırasıyla üç soru çıkıyor karşımıza: Halkın gerçeği nedir ve nasıl öğrenebiliriz? Halkın çıkarı ve yararı nerededir? Halkın kolayca diyalog kurabildiği halk sanatkârlarından nasıl ve ne ölçüde yararlanabiliriz?[8]
Bu soruları Nasipse Adayız adlı esere ve aynı eserden sinemaya uyarlanan yapıta uyarlayalım. Bu eser kimlerin gerçeğini yansıtır? Sanıyorum ki bu soruya halkın gerçeği cevabından ziyade iktidar sevicilerin gerçeği yanıtını vereceğim. Kimin yararına yazılmış peki bu yapıt? Kendi gerçekliğini biraz da “ti”ye almak isteyen tüm vatandaşlar için yazılmış diyebilirim. Kesal bu eserle acaba, kendi halkı ile anlaşabilmenin, diyalog kurabilmenin olanaklarını araştırmış, böyle bir imkân üretme saikıyla hareket etmiş midir? Fikrimce hayır. Eserin kahramanı “kendince” diyalog kurabilme imkânları elinden alındığında mücadele etmeden kabuğuna çekilmiş, “tasasız” hayatına/”evine”, hastalıklı noktalarını keşfetmiş halde geri dönmüştür. Bu tavır, biraz da Epikurosvari bir tavırdır. Zira Epikuros[9] da sorumluluk almanın illaki yönetici olmak, yönetmek hırsı ile olmayacağını, yakın çevresine nasıl yaşanması gerektiğini göstermenin yeteceğini söyler; kişinin elinden gelen de olsa olsa budur. Ona göre öncelikli olan kendi huzurumuz, mutluluğumuzdur.
Ercan Kesal'ın, Onat Kutlar'a hayran olduğunu biliyoruz. “Onat Abi'den Sonra” başlıklı yazısında bunun izlerini görmek de mümkün. Bu yazıda Kutlar'ın sinemadaki şiirsel diline vurgu yapan Kesal, ''Onat Abi’nin sinemada peşinde olduğu şey de buydu galiba: Geçmişin diliyle gelen geleceğin sezgisini yaratmak,'' ifadesini kullanır. Tahminimce Kutlar'ın sinemasal dili ve kaleme aldığı senaryoları, modern trajedilere içkin bir haldeki geleceğin sezgisini değil, metafiziksel ile toplumsal olanın birlikteliğinden feyiz alan mücadeleci eylemi yaratmaya daha yatkındır.
Sanatsal aktarım vesilesiyle, benim için yaşamı daha bir “anlaşılabilir” kılan, Onat Kutlar'dır. Görmese de selam olsun...
[1] Onat Kutlar, Yeter ki Kararmasın, Yapı Kredi Yayınları, 2012.
[2] Raymond Williams, Modern Tragedy, Broadview Encore Editions, 2006.
[3] Ercan Kesal, Velhasıl, İletişim Yayınları, 2019, s. 85.
[4] Ercan Kesal, Cin Aynası, İletişim Yayınları, 2016, s. 269.
[5] Onat Kutlar, Yeter ki Kararmasın, Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 70.
[6] Onat Kutlar, Senaryolar, Yapı Kredi Yayınları, 2014.
[7] Onat Kutlar, "Toplumcu ve Gerçekçi Bir Sinema Sanatı için Teorik Alanın Gözden Geçirilmesi Amacıyla İlk Notlar", Birikim, sayı 1, 1975.
[8] A.g.m., s. 11.
[9] Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014.