Sosyal medyanın yeni bir “toplumsal yargı makamı” gibi kullanılıyor olması çok dikkat çeken ve tartışılan bir durum. Hak ve hukukla ilgili kavramların bu kullanımda nereye oturtulduğunu takip etmek, yolun nereye çıkacağını kestirmek açısından çok önemli.
Önce, kavramların birer “hashtag” haline gelmesini izledik. “Hashtag”ler çoğaldıkça, hukuk ve adalet kavramları arasındaki fark giderek daha da önemsenmez oldu. Gün itibarıyla, bunun çok önemsenecek bir fark olduğunun pek çok zaman farkında bile olunmadığını söylemek, maalesef mümkün.
Kişisel vicdanlarımızda karşılığı olan adaletin yanında hukuk, her birimizin vicdanını teker teker hedeflemiş bir yapı değil. Elbette adalet duygusunu temel alan, bireysel özgürlüklerin korunmasını hedefleyen fakat nihayetinde somut ve sistematik bir yapı. Belirli bir kural seti var ve buna aykırı davrandığımızda, mağdurda yarattığımız bireysel zarar bir yana, hukukun oluşturduğu sisteme de zarar vermiş oluyoruz. Hukuk da zaten özünde bunu cezalandırıyor; yoksa örneğin eşi öldürülen insanın acısı, sanığa verilecek hangi cezayla giderilebilir –daha doğru bir ifadeyle böyle bir acı, hukukun vereceği cezayla giderilebilecek bir şey midir? Bu yaklaşımın biraz “ruhsuz” bulunması muhtemeldir fakat hukukun bireyle arasına koyduğu mesafe, bir “intikam aracı” olmamasını da sağlar.
Adalet ve hukuk arayışının “hashtag”lerle yürütülmesinin olağanlaşması ise çok daha derin bir sorun. “Kendi halimizde vatandaşlar” olarak yargıya sığınma imkânımızın giderek azaldığını; yargının bize kendimizi nasıl da yalnız hissettirdiğini pek çok kez gördük. Kişisel tatminimizi olmasa da bireysel özgürlüklerimizi korumayı hedeflemiş olmasını beklediğimiz hukukun giydiğimiz etek boyunu konu ettiğini dahi gördük. Hukukun gidermek bir yana, daha da artırdığı yalnızlığı ve güven ihtiyacını azaltmanın en pratik yolu sosyal medyaydı. Hal böyle olunca, sorunu yalnızca sosyal medyadaki kavram karmaşasından ibaret görmek çok yüzeysel kalacaktır.
Kavramların karışması, adaleti ve hukuku sosyal medyada aramaya mecbur bırakılmanın “kendiliğinden” bir sonucu oldu. Bu karışıklığın en verimli örneklerinden biri de, şu günlerde tekrar gündem olan Kadir Şeker davası. Örneğin “verimli” sıfatı, yalnızca hukuk ve adalet kavramlarını değil, yine gündemde olan ve yine tamamen çorba edilmiş bulunan, kadına yönelik şiddet ve mağduriyet konularını da içermesinden geliyor.
Önce konuyu hatırlayalım. Şubat 2020’de Kadir Şeker, kendi ifadesine göre, bir erkeğin kadına şiddet uyguladığını görüyor. Olaya müdahale ediyor ve çıkan arbedede, üzerindeki bıçak şiddetin faili olan Özgür Duran’ın kalbine saplanıyor. Bıçağın Özgür Duran’ın kalbine arbede esnasında mı denk geldiğini yoksa Kadir Şeker’in bunu kasten mi yaptığını bilmiyoruz.
Kamuoyu olarak bilmediğimiz çok fazla şey var. Olay esnasında Özgür’ün Ayşe’yle, yine Özgür’ün Kadir’le ve Kadir’in de Ayşe’yle arasında ne geçtiğini, dosyayı incelemeden bilmemiz mümkün değil. Kesin olarak bildiğimiz tek şey var: Kadir Şeker, Özgür Duran’ı, kasten ya da değil fakat neticede kalbinden bıçaklayarak öldürdü.
Kadir Şeker, olay basına yansıdığında “Twitter Mahkemesi” tarafından derhal beraat ettirilmişti. Beraatın tek gerekçesi, cinayeti şiddet gören bir kadını kurtarmak için işlediği yönündeki bilgiydi. Yani sosyal medya için önemli olan tek şey cinayetin basına yansıyan sebebiydi ve böyle bir sebebi sorgulamanın da gereği yoktu.
Kadına yönelik şiddet, gündemimizden maalesef hiç düşemeyen bir “sosyal hakikat”. Dolayısıyla, sosyal medya kamuoyunun bu olayı da kadına yönelik şiddetin karşısında olmak bağlamında ele alması gayet normal. Fakat sosyal medyada yürütülen yargılamanın zayıf noktası, şiddeti bir kavram olarak tartışmaya açmamasında yatıyor. Nitekim sosyal medya, kavramları bir bütün olarak ele alıp, örneğin şiddetin ayrımlarını tespit edip, bunlara verilecek tepkiyi tutarlı kriterlere bağlamak için çok uygun bir zemin değil. Anlık ve keskin tepkilerin, en fazla günlük değişen “hashtag”lerin, birlerin ve sıfırların zemini.
Kadir Şeker 12,5 yıl hapis cezası aldı. Dosya kapsamını bilmeden bu kararı tam olarak değerlendiremeyiz. Fakat genel yargılama prensiplerine göre, böyle bir kararın çıkabilmesi için failin ve maktulün edimleri arasında belirgin bir oransızlık bulunması gerekir. Ayşe’nin o an gerçekten şiddet görüp görmediği, Özgür ve Kadir’in birbirlerine yaklaşma şekilleri, Özgür’ün Kadir’e silahlı veya silahsız olarak saldırıp saldırmadığı, suç aleti olan bıçağın niteliği ve elbette, başka bir yere değil, Özgür’ün kalbine gelmiş olması… Bunların her biri yargılama için önemli kriterler.
Dijital mahkemede ise bunların hiçbiri konu edilmedi. Kadir Şeker’in aldığı cezaya sosyal medyanın tepkisi son derece kayda değerdir: 12,5 yıl, tartışmaya açık bir insan öldürmenin değil, “bir kadını şiddetten kurtarmanın cezası” olarak değerlendirildi. Bu değerlendirmenin sahipleri, “Bundan sonra kadına yönelik şiddete asla müdahale etmeyin! Hukuk, kadını kurtaranı cezalandırıyor!” tarzı uç çıkarımlardan kaçınmadılar.
Bu olayın önemli unsurlarından biri de Ayşe Dırla’nın ifadesi oldu. Basına yansıdığı kadarıyla, Özgür Duran’la birlikte olduklarını, sokakta tartışırlarken yanlarına gelen Kadir Şeker’e “Sen git ablacım,” dediğini öğrendik. Bu veri dijital yargıcıların elinde şöyle bir şeye dönüştü: “Kadir boşuna katil oldu, kadının şikâyeti yokmuş ki…”
Tam burada bir katman daha oluşuyor: “Mağdurun rızası” kavramı. Biraz yukarıda şiddeti hiç sorgulamadığımız gibi, burada da rızayı asla tartışmıyoruz. Kadına yönelik şiddet iddiası Kadir’in işlediği cinayeti, “mağdurun (iddia edilen) rızası” da o kadının gördüğü şiddeti tek başına meşru kılıyor.
Aslında bu konu, sosyal medyada kendisine ayrılan sürenin sonuna gelmişti. Fakat Ayşe Dırla geçtiğimiz günlerde “timeline”ımıza bu kez bambaşka bir haberle konuk oldu. Sevgilisiyle birlikte bulundukları araçtan 900 gram eroin ele geçirilmişti.
Sosyal medya anayasasının önemli maddelerinden biri de mağduriyetin sona ermezliğidir. Bu maddeye göre, eğer sosyal medyaya bir mağduriyetle konu olmuşsanız, bundan sonraki hayatınız “mağdur” sıfatınıza uygun devam etmek zorundadır. Ayşe Dırla ise bu kurala uymadı. Kadir Şeker’in karıştığı olayda şiddete rızası bulunan bir mağdurken -ki rıza ve mağduriyet kavramlarının birlikte kullanılabiliyor olması ayrı bir konudur- bu son olayla artık “uyuşturucu taşıyan bir fail” haline geldi. “Bir kere fail olanın önceki mağduriyetlerin silinmesi kuralı” uyarınca da, önceki olayda edindiği “mağdur” sıfatı kendisinden geri alındı. Sosyal medya kullanıcılarının tahmin edeceği üzere, bu kuraldan yalnızca siyasi iktidar sahipleri muaftır.
Ayşe Dırla’nın “mağduriyetinin sona ermesi” üzerine, Kadir Şeker tartışması yeni bir veçhe kazandı: Dijital adalet, Kadir Şeker’in Özgür Duran’ı öldürmesinin “meşru müdafaa” olup olmadığının değil, Ayşe Dırla’nın “kurtarılmayı hak edip etmediğinin” üzerinde durdu.
Kadir Şeker’in beraatına sadece “kadına yönelik şiddet” bağlamında hükmeden ve bunun sorgulanmasını kesin bir dille reddeden dijital kamuoyu, şiddete uğrayan kadının kendisini sorgulamakta en ufak sakınca görmedi. Bunu sayısız farklı şekilde okuyabiliriz. Kendisine sistematik şiddet uygulayan eşlerini öldüren kadınlar, yani şiddete doğrudan maruz kalanlar, erkeklerden Kadir Şeker kadar destek görmüş müydü örneğin? Buradaki desteğin altındaki bilinç neydi o halde, gerçekten saf bir şekilde şiddete maruz kalan kadını korumak mı yoksa o korumanın da elbette bir erkekten ve onun uygun gördüğü şekilde gelmesi gerektiği mi? Saf bir şekilde kadına yönelik şiddete karşı olan duruş, o kadının sonra ne yaptığıyla gerçekten ilgilenir miydi?
Diğer bir okuma, bir kadın olarak kurtarılmak için sağlamamız gereken kriterlere ilişkin. Eğer birkaç ay sonra üzerimizde suç eşyasıyla yakalanabilecek biriysek veya sosyal dayanışmayı bir şekilde “hak etmiyorsak”, sokak ortasında dayak yerken ses çıkarmamamız mı gerekiyor?
Başka bir okuma yönü olarak, bu değerlendirmenin “karşı çıkılacak şiddetin mağdurunu sorgulama ödevi” getirdiğini söyleyebiliriz. Fakat şiddet suçunda önce mağduru sorgulayacaksak, bunun tam bir “o saatte ne işi varmış” olduğunu görmek zorundayız. Kaynağını mağdurda arayacaksak, şiddete karşı -olduğunu iddia ettiğimiz- duruşumuz, aslında şiddeti beslemekten başka hiçbir işe yaramaz.
Kadir Şeker olayı, en başından bugüne kadar, sosyal medya etkileşimi ve dönüşen toplum yapısı bağlamında hukuk, yargılama, adalet, mağduriyet ve kadına yönelik şiddet algılarının her biri için değerli bir inceleme alanı oluşturuyor.
Yine aynı bağlamda fakat bu kez kadına yönelik olmayan başka bir inceleme alanı ise Uğur Yılmaz Deniz olayı. Bu örneği özel kılan, sosyal medyada Uğur Yılmaz Deniz’in ifade özgürlüğüne sonsuz destek çıkanların sicillerinin, aslında o kadar temiz olmaması.
Sosyal Medya Mahkemesi’nde görülen “Uğur Yılmaz Deniz vs. Acun Ilıcalı” davasını özetlememiz gerekirse; mağdur Uğur, sanık Acun’un yapımcısı olduğu MasterChef Türkiye yarışmasına katılır. Anlaşıldığı kadarıyla başarılı bir performans da sergiler. Fakat nasıl olduysa, Uğur’un yıllar önce atmış bulunduğu bazı tweetler ortaya çıkar. Bu tweetler bir futbol takımına, onun eski ve yeni başkanlarına, ülkenin siyasi iktidarına ve Kürtlere ağır hakaret içeriyordur. Bunun üzerine Acun, Uğur’u programda ağır şekilde aşağılar, bu aşağılama yayınlanır ve Uğur yarışmadan diskalifiye edilir.
Dosyada hüküm verilmiştir: Yıllar önce yazılmış birkaç küfürlü tweet yüzünden kimse kimseyi bu kadar aşağılayamaz, bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Acun bütün sosyal medya tarafından kınanır. Uğur’a destek mesajları yağar –ve bunu yapan pek çok kişi, doğru şeyi yapmış olmanın kıvancıyla, MasterChef’in bir sonraki bölümüne geçer.
Kişinin tweetleri sebebiyle maruz kaldığı muameleyi eleştirmek elbette doğru bir nokta. Nihai karar isabetli olsa da, yargılama aşamasında derin tutarsızlık var: Bu ülkede, Türklüğe yüklenen anlamlar farklı olabilse dahi “Türklüğün dokunulmazlığı” çok geniş bir zemin; demokratlığı en çok sahiplenen kesimde bile çok sık rastlanan bir refleks bu. Mustafa Kemal’in askeri olmadığını söylemenin “vatan hainliği” olarak görüldüğü ülke başka bir yer değildi. Bu tweete en yüksek tepkiler kendini son derece demokrat gören ana muhalefet seçmenlerinden gelmişti. “Hepimiz Ermeniyiz” tweetleri sebebiyle kaç kişi bu mahkemede “sallandırıldı”, bilmiyor muyuz?
Uğur Yılmaz Deniz’in küfrettiği kesim Kürtler değil, Türkler olsaydı, söz konusu mahkeme bu kadar özgürlükçü olacak mıydı? Bu yersiz bir soru mudur?[1]
Acun Ilıcalı’yı mahkûm ettiği için kendini gayet özgürlükçü ve demokrat hisseden kesimin, o tweette tek bir harf değişik olsaydı muhtemel bir “#HepimizAcunuz” “hashtag”ine katılıp katılmayacağını düşünmesi gerekir. Fakat yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, sosyal medya düşünmenin değil, görünmenin zemini.
İlk bakışta hepimize sonsuz iletişim ve ifade özgürlüğü vaat eden sosyal medya, en azından içinde bulunduğumuz “geçiş döneminde” aslında epey faşizan bir yapı. Bu yapıda konuşmak yasak değil, hatta ne kadar göz önünde olursak o kadar takdir görüyoruz. Fakat bütün takdir, “söyleme mecburiyetlerimizi” yerine getirip getirmediğimize bağlı.
Kadına yönelik şiddete karşı veya ifade özgürlüğünü destekleyen tweetler atmak, bu mecburiyetin ifası için çok önemli. Düşünmek pek gerekmiyor, bizden beklenen bu değil. #EnTrendOlanHashtag’e katkımızı bir kere sunduktan sonra, kimse bize özünde neye karşı olduğumuzu ya da ne istediğimizi sormuyor.
Sonra, sosyal medyayı kurallara uygun kullanan modern vatandaşlar olarak, yine sosyal medyanın “zorunlu kıldığı” dizileri izleyip, sırf gündelikçileri yadırgamadığımız için kendimizi takdir ediyor ve sonsuza kadar mutlu yaşıyoruz…
[1] Bu yazının tamamlanmasından çok kısa bir süre sonra, Başakşehir ve Paris St. Germain takımları arasındaki futbol maçının hakemlerden birinin ırkçılık yaptığı haberi çıktı. Bunun üzerine oluşturulan #NoToRacism “hashtag”inde bütün sosyal medya ırkçılık yapılan siyah futbolcuya destek verdi. Bu “destek tweetlerinin” epey yaygın olanlarından biri şöyle: “Irkçılık yapan adamın benim gözümde Kürtler kadar bile değeri yoktur!!!” Bu tweetin “ironi çıkışlı” olduğu açıklanmışsa da, aynı ifade Twitter’da arandığında, konunun ironiden çoktan çıkmış olduğu açık.