Küçük bir hikâye
Bir akşamüzeri telefonum çaldı. Arayan, oturduğum sitenin yöneticisiydi. Yani arayan yöneticiydi. Böyle italikleyince hemen, kendimin de bir yönetilen olduğum durumu belirginleşiyor zihnimde. Aslında site yöneticisi olmadan da tanıyordum kendisini. Bu bakımdan arkadaşımdı arayan, diyebilirdim. Ama telefonuma nedense isminden sonra “site yöneticisi” ibaresini eklemişim. Hal hatır sorduktan sonra konuyu, içlerinde oğlumun da olduğu, yaş grubu olarak ortaokula giden “site çocukları”na getirdi. Çocuklar sitenin bazı yazılı olmayan kurallarına uymuyorlarmış. Oğlum da arkadaşları arasında en girişken ve sözü dinlenir kişisi olduğu genel kabul gördüğü için, site çocuklarını bu konuda uyarabilir mi, diye babası olarak benim söylememi rica etti.
Muhtemelen, “gayet tabii, neden olmasın!” demiş olmalıyım ki, akşam oyun bitip eve geldiğinde, durumu ona olduğu gibi anlattım. Çocuklar içinde -belki abi olarak- fark edilir bir konumda olduğu için gururum biraz olsun okşanmamış olamaz. Sözüm bitince duraksadı ve gözünü yere doğru dikip dalar gibi oldu. Kendisinden istenen çok basitti. Arkadaşlarını uyaracak, onlara abilik yapacaktı.
Bir an için kendisini onların karşısında; “Şunlara şunlara uyalım, şunları şunları yapmayalım bir daha!” gibi bir cümleyi kurarken düşünmüş olmalı ki, dalgınlığı veya düşüncesi geçince kesin bir kararlılıkla “Yapamam bunu!” dedi.
Bunun üzerine istemsiz olarak “Nedenmiş o?” demiş bulundum.
Ben, dedi, arkadaşlarımı yönetemem. Eğer yönetirsem, onlara arkadaş olarak bir daha bakamam! Bu da arkadaşlığımı bitirir. Sitenin kuralları yüzünden arkadaşlarımdan olmak istemiyorum. Yönetici bizi çağırsın ve hepimizi uyarsın! Yoksa, yöneticinin adamı gibi görünmüş olurum.
Şok olmadım elbette ama çok şaşırdığım da bir gerçekti. Hiç beklemediğim bir şeyle karşılaşmıştım çünkü. Yanımdan çekip gidince oturup düşündüm bunu. Arkadaşlarıyla eşit bir ilişki içinde olmaktan mutluluk duyuyordu. Bu eşit veya yatay ilişkinin bozulmasından da bir o kadar rahatsız olacaktı. Arkadaşları ile ilişkisi bozulacaksa kimsenin adamı olmak onu mutlu etmeyecekti.
Bir çocuk olarak mafya filmlerini severken, “mafyanın adamı” rolünü oynamaktan keyif almadığını söylemek istemiyorum. Elbette keyif alıyordu. Öyleyse bahsedilen durum ile ilgili “yöneticinin adamı” olarak görünmek veya anılmaktan neden kaçınmak istemişti?
Muhtemelen, mafyanın adamını oynarken onu üstü olarak değil, arkadaşları olarak görüyordu. Evet, hiçbir zaman mafyanın kim veya kimler olduğu üzerine oturup konuşmamıştık ama bizim site yöneticisi ile karşılaştırıldığında site yöneticisi, kendisinden büyük ve kocaman bir adamdı sonuçta. Sitede oturan ve site ile ilgili olmak üzere kendisi dışındaki herkesin yöneticisiydi. Buna babası da dahildi. Yöneticiliği çok somut ve ortada bir durumdu. Kendisinin de üzerinde bir yönetim kurma ihtimali, ihtimal olmaktan uzaktı. Sadece ev sakinlerini değil, artık çocukları bile yönetmeye kalkmasını kaldıramayacaktı. Kendisinin yönetime yakın veya onların adamı olarak görülmeye gönlü razı gelmiyordu. Fakat hiç somut olmayan, kimbilir belki de arkadaşları olan “mafyaya çalışabilir”di. Bunda bir çelişki görmüyordu. Belki de mafyaya çalışmıyor, bizzat mafyayı çalışıyordu.
Bunları ne kadar düşündü veya hissetti, tam olarak bilemesem de kesin olan şuydu ki, arkadaşlarını yönetmeyi doğru bulmuyordu. Dahası, başkası tarafından yönetilmek de istemiyordu. Bu konuda hiç de felsefe falan okumamıştı. Doğal bir tepkiydi onunkisi. Ve bu doğallığın bozulmasını da istemiyordu. Öyleyse nedir bu doğallığın doğası?
İzonomi
Kojin Karatani, yönetme (-arşi) ve yönetilmenin olmaması (isonomia) anlamına gelen İzonomi adlı eserinde bu konuyu felsefenin kökeni olarak ele alır.[1] Bir fikir olarak değil sadece, tarihî bir yaşanmışlıktır söz konusu olan. Varlığını MÖ. 568-541’e kadar sürdürmüş, özgürlük ve ekonomik eşitliğin aynı anda mümkünlüğünü göstermiş bu toplumsal düzen İyonya’daydı (kıyı Ege). Düzenin olmaması da bir düzendir. Tıpkı sesin olmamasının yarattığı sessizliğin sesi gibi.
Bugün liberaller özgürlükçü, sosyalistler de eşitlikçi olarak bilinir. Liberaller bile bireysel özgürlüğü kutsarken hedeflerinin sorunsuz bir toplumsal düzen olduğunu vurgulamaktan geri durmazlar. Sosyalistler ise zaten eşitlikçidir, yani sorunsuz bir toplumsal düzenin herkesin ekonomik eşitliğinden geçtiğini vurgularlar. Geçtiğimiz 20. yüzyıl, koyulan önemli şerhlere rağmen her iki görüşün de yönetime gelmesine şahit oldu. Sosyalistler, çoğunlukla istemese de sosyalizm bir devlet kapitalizmine veya işçi diktatörlüğüne dönüştü Rusya tecrübesi çerçevesinde. Sonuçta bütün yollar, yani her iki yol da kapitalizme aktı: Birikimcilliğe!
Karatani’nin tam zamanında açtığı izonomi iddiası/tartışması ise her iki yolun da çıkmazlığını göstermeye yönelik. Bunu yaparken ne liberallerin özgürlük idealinden vazgeçiyor ne de sosyalistlerin eşitlik ülküsünden. İkisinin de geçmişte bazı konjonktürel dönemlerde ve yerlerde aynı anda ortaya çıktığını söyleyerek siyaset felsefesinin elindeki en meşhur araç olan demokrasinin yanına daha aslisini, izonomiyi koyuyor.
İşgal edilene (MÖ. 568-541) kadar İyonya şehirlerinde (polis) varlığını sürdürmüş olan izonomi, kimsenin kimseyi yönetemediği bir yaşam tarzıydı. Yunan anakarasından göçüp gelen insan teklerince oluşturulmuş, sahiplenilmemiş toprakların bol olduğu ve bu yüzden de köleliğin olmadığı, sesli harflere de sahip olan alfabe ve (standart altın) paranın kullanılmasından dolayı fiyatın ne olduğuna ilişkin yoruma ve bir bilen olan ruhban sınıfına gerek duyulmadığı bir düzen. İfade edildiği gibi ancak konjonktür ve coğrafi şartların belirli bir tarihte kesişimiyle mümkün olabilen bir düzen. Buna karşılık salt istendi veya çoğunluk sağlandı diye de kurulamayacak bir düzen.
İyonya dönemi ve sonrasında Sokrates’e kadar felsefeden sağlık anlayışına kadar hayatın pek çok pratik ve teorik yanını etkilemiş bir yaşam tarzıdır izonomi. Karatani’nin, çoğunlukla Atina merkezli demokrasi anlayışına karşı çıkmasının asıl nedeni kölelik düzenine dayalı bir yönetim ve felsefenin geliştirilmiş olmasıydı. Ona göre şimdiki demokrasi talebi, aslında sonu birikimcilliğe (kapitalizm) varan kölelik düzenini istemekle aynı anlama geliyordu. Bu açıdan bir yöneten ve yönetilen ilişkisine dayandığı için parlamenter demokrasinin ekonomik eşitlik sağlanmadan özgürlüğü sağlaması mümkün olamıyordu. Ancak reklamlarda herkes özgür olabilir. Fakat gerçekte çok az insanın istediğini istediği gibi yapmaya yetecek maddi gücü, yani birikimi vardı.
Maddi hiçbir birikimi olmayan Sokrates, tam olmasa da bir İyonya düşünürü gibi hareket etmesine rağmen bunun bilincinde değil gibidir. Birebir görüşmeyi, konuşmayı, diyaloğu, topluluğa (meclise) konuşmaya tercih eder. Sadece özgür Atina vatandaşlarına değil, agorada yabancı, kadın, çoluk çocuk demeden herkesle konuşur. Herkesle konuşmak da politik bir eylemdir. Ama bu eylem Atinalıların anladığı bir politika değildir. Çünkü kozmopolit bir politikliktir.[2] Bu kozmopolit davranış bir İyonya mirasıdır. Sonradan Helenistik kültürün de temeli olacaktır. Sokrates’in öğrencisinin (Antisthenes) öğrencisi olan Diogenes’e hangi şehre (polis) ait olduğu sorulduğunda “Dünya vatandaşıyım,” (kosmopolitēs) diyordu.
Birikim yapıldığında savaşa doğru ilk adımı siz atmış olursunuz. Birikim yapmadığınızda da birikim yapanlar size karşı savaş açmak isterler. İyonya şehir devletlerinin birikimi olmamasına rağmen önce Lidyalılar, daha sonra da Perslerin işgaline uğramaları böyle bir paradoksa işaret eder. Ancak Platon, Devlet’te bu paradoksun sadece ilk önermesini doğrular: “Savaş … çok mal edinmek hırsından doğar.” Yine kendisinin ifade ettiği gibi öteki komşular da “zorunlu gerekler sınırını aşıp sonsuz bir mal edinme hırsına kapılmışsalar”[3] savaş kapıdadır. Ancak bir taraf zorunlu gerekler sınırını aşacak mal biriktirmemişse “birikimli komşu devlet, birikimsiz devlete neden saldırmış olsun”un cevabı zaten İyonya’ya saldırıda fiilen verilmiş oluyordu.
Bu, birikim yapmaya dünyada bir şehir (devlet) bile başlasa, birikimsiz bütün şehirler tehdit altında olacağı anlamına geliyordu. İyonya izonomisinin kaderi de buydu. Komşu şehir/ülkeler birikim yaptığı için sonunda kendisi zorunlu olarak işgale uğramıştı. Dengeli birikim diye bir sınır yoktur herhalde. Bu olsa olsa zorunlu ihtiyaçlar için olur ki, burada da “zorunlu ihtiyaçlar”ın sınırı tartışmasıyla karşılaşırız. Fakat şu da bir gerçek ki herkes birikim yaptığında bunun sonu herkesin herkesle savaşıdır, hiç kimse birikim yapmadığında da “zorunlu ihtiyaçlar”ın sınırı tartışması savaşa neden olabilir.
İzonomi, bütün zamanlarda ortaya çıkamaz. Ortaya çıkabilmesinin pek çok şartı var ki başında sahipsiz toprakların çokluğu gelir. Daha doğrusu izonomi, tarımın başat ekonomik yapı olduğu zamanların özgürlük ve eşitlik düzenidir. Şimdiki ekonomik yapıda izonominin mümkünlüğü tekrar tartışılmalıdır.
Yukarıdaki demokrasi ve birikimcilik (kapitalizm) tartışmasına tekrar dönecek olursak, ekonomik eşitlik sağlanmadan vaat edilen özgürlük, ancak birikimi olanların kullanabileceği bir haktır. Bugünkü neoliberal politikaların özgürlük vaadi, birilerinin rağmına biriktirilen bir birikimi esas alır. Birilerini kullanabilmek ve yönetebilmek özgürlüğüdür söz konusu olan: kullanma ve yönetme özgürlüğü. Böylece özgürlük, başka birilerinin özgürlüğünün elinden alınması (kölelik) ile mümkün olmuş olur: Özgür olabilmek için kaç kişinin köleleştirilmesini sağladınız? Ya da daha modern ifadeyle, kaç kişinin borçlandırılmasını sağladınız?
İyonya’da söz konusu izonomik ilişkiler, yöneten ve yönetilen ilişkisine dayanmadığı için bireyler arası, birebir ilişkilerdi. Kabilenin gücü, Yunan anakarasında Atina’da geçerliydi. Atina polisindeki sözleşme, bireyler arası (toplumsal) sözleşme değil, kabileler arası sözleşmeydi. Bu bakımdan Atina’da henüz birey yoktu.[4] Dolayısıyla Atina’da kabile olan çoğunluğa, yani meclise hitap ediyordu politikacı. Filozof da bir öğrenci kitlesine veya grubuna (gençler) dersini anlatıyordu. Oysa İyonya’da bu, kişiler arasında, iki kişi arasında yapılıyordu, diyalog şeklinde. Çoğunluğa yönelik bir konuşmaya rastlanamazdı İyonya’da.
Karatani’ye göre Atina’da diyaloğu, sadece, izonomik kültürün etkisindeki son kişi olan Sokrates sürdürmüştü. Çünkü Atina’da hayatını birey olarak sürdürmeye kalkan ilk kişi Sokrates idi.[5] Platon, Sokrates’in bu diyaloglarını kaleme almaya çalışmıştır. Ama Platon’un diyalogları aslında diyalog değil, bir monologdur. Diyalog, sonu kestirilemeyen bir konuşma demektir. Oysa Platon’un bütün diyaloglarında sonunun nereye gideceği, verilecek olan mesaj, Platon’un zihninde önceden zaten bellidir, veridir. Diyalog ise yumruğu yemeyi göze almak, yeniliğin veya içinden hayatın fışkırabileceği başkalıkla karşılaşmaya açık olmaktır. Bu anlamda hoca, öğrencisiyle diyalog kuramaz. Yapılan konuşmaya ancak monolog, hitabet veya vaaz diyebiliriz. Hocanın yaptığı, kafasındaki bilgileri öğrenceye iletmektir. Bu anlamda yapılan bilgi iletimini/nakliyesini yönetmedir, ya da bilgi lojistikçisidir. Felsefe ise lojistik değildir. Lojistik bir ulaşım ekonomisi konusudur. Atina’daki diyaloglarda olan bu sonuncusuydu: bilgi yönetimi.
Öyleyse dostla yapılan konuşma nedir?
Sohbet
Dostla yapılan konuşma bir sohbettir. Hz. Muhammed’in sohbet ettiği kişilere sahabe (Ar.) deniyor. Sohbet ile aynı kökten gelen sahabe, sahip olmak gibi Arapça kökenli bir kelimeler grubu.
Dostumuza sahip oluruz ama ona malik olamayız. Sahip olmak, sahip olunan şey veya kimse ile eşit bir ilişki kurmak demektir kelimenin asli anlamında. Eşit bir ilişki de dostluk ilişkisidir. Dostların birbirleriyle aralarındaki ilişkisi eşitliğe dayanır. Malik olmak ise nesnesini mülkiyetine geçirmek demektir. Malik olmak birikimcil bir davranıştır. Malik olunan şeyin yönetimi ele geçirilmiş olur. Malik olunan, bir şey hükmüne geçer. Malik, mülkü haline getirdiğini şeyleştirmiş, metalaştırmış olur. Gündelik dildeki hukuk veya adalet ise mülkiyeti, yani birikimcilliği, ekonomiyi esas alır. Biriktirilemez olan adaletin birincil değil ancak olsa olsa ikincil bir konusu olabilir. Bu anlamda “adalet mülkün temelidir”.
Eski Dünya’nın (Mezopotamya, Mısır ve Anadolu) toprakları Osmanlı dönemi sonuna kadar büyük ölçüde onu kullananlar tarafından mülkü olarak değil, sahibi olarak görüldü. Mülk edinilemez ancak dost edinilebilirdi, yani sahibi olunabilirdi. Yunus Emre bu anlayışın bütün mal ve mülke bakışa yaygınlaştırılmasını dile getiriyordu meşhur şiirinde:
Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan
Gel biraz da sen oyalan.
İslâm tasavvuf kültüründe sohbet, dostça yapılan dinî konuşmalardandır. Sohbet dairesi, halka şeklinde, dairevi oturmuş kişilerin birbirleriyle bir altlık-üstlük ve yöneten-yönetilen ilişkisine girmeden yaptıkları fikir alışverişleridir. Gündelik hayatta da bugün hâlâ kullanılan sohbet kelimesi ve olgusu aynı mantıkla devam eder. Mantık, medresede olduğu gibi bir dersi veren ile alan ilişkisine dayanmaz. Kimin verip kimin aldığına dikkat edilmeksizin bilgilerin paylaşılmasıdır.
Dostlar, bugün de “hadi biraz sohbet edelim” dediklerinde de aynı şeyi kastederler. Kimse kimseye ders vermek veya bir bilen olmak üzere buluşmaz. Sohbette dostlar birbirini yönetmedikleri gibi yönetilmek için de bir araya gelmemişlerdir. Tamamen izonomik bir ilişkidir sohbet, dostlar arasında. Yönetim yoktur ama denge vardır. Denge, gözetilir ama dayatılmaz. Dayatma olduğunda denge, dengesini kaybeder.
İzonomide biriktirilebilen tek şey, tecrübeye dayanan bilgidir. Söz konusu bilgi, deneyimin bilgisidir. Bu yüzden aktarılamaz. Aktarılan veya biriktirilen, deneyimi/pratiğiyle bir şey ifade edebilir. Örneğin izonominin şimdi ne olduğunu biliyoruz diye onu yeniden kurabilir miyiz? Toplumsal, coğrafi, demografik ve benzeri şartlar oluştuğunda zaten onu biz kuracağız demesek bile kurulmaya doğru yol almış olur. Dostluk gibi.
Dostluk bilgisine sahip olsak bile onun ortaya çıkış şartlarına ilaveten her iki taraf da benzer bir deneyime sahip olmadığında ilişkinin kurulma şansı pek yok gibidir. Kurulduğunda da ilişki yüz yüze, yani birebir sürdürülür. Profesyonel bir yönetim şirketinin bile yapacağı işlerden değildir dostluğun sürdürülmesi. Sadece iki kişi arasında olduğu için biricik (eşsiz) bir ilişkidir. Bu yüzden de biriktirilemez, kopyalanamaz ve yönetilemez.
Ancak dostluk ilişkisindeki denge (izonomi), mutlak bir denge değildir. Her an, her ilişki kurulduğunda yeniden kurulan bir dengedir. Denge bozulduğu ve yeniden kurulduğu için de mutlak bir pozitiflik yoktur. Dostluğun güzelliği, ilişkinin negatiflik barındırmasında yatar. Fikir ayrılığı çıktığında onu yeniden kurma, fikirden bir ödün verme sayesinde mi, yoksa dostla ayrı görüşte olma riskini göze alma cesaretinden mi kaynaklanır? Eğer dost için fikrini gizleme şeklinde devam edecekse ilişki, bu bir uyumculuk olacaktır. Ya da fikri için dostla ayrı görüşte olsa da birlikteliğini sürdürmede tarafların hoşgörü kapasitesi etkili olacaktır.
Sadakat ilkeye mi, dosta mı?
Yaygın dostluğun ayrım noktası bu sorudadır. Ancak menfaatler çatışmadığı sürece bu tarz (menfaat) dostluklar devam eder. Erdemliler ise birbirlerini tanımasalar da dost sayılırlar. Antisthenes’e göre “insandan alınamayan bir silah” olan erdem[6], ilke ile dostluğun aynı kişide olması demektir. Dolayısıyla erdemliler arasındaki dostlukta taraflar aynı anda hem ilkeye hem de dosta sadık kalmış olurlar. Değerli insanlar ise zaten dosttur.[7] Bu nedenle sadakat ilkeye mi, dosta mı sorusu, erdemliler için değil, gündelik insanlar ya da menfaat amaçlı dostluk kuranlar için geçerlidir.
Somut dostluklar ve ilke dostlukları noktasında erdemli insanlar, hayal kırıklığı yaşamamak için olsa gerek, dostluğu ilkeye bağlılık olarak ele alıp dünyada arkadaşsız olarak yaşamayı sürdürmüş gibidirler. Sokrates’in dostları vardır ama o dostluğu tam olarak tanımlayamaz bile. Hz. İsa bütün insanları sevmek gibi döneminde ve kabilesi içinde devrimci bir fikir sergilemiş olmasına rağmen çarmıha gerildiğinde etrafında hiç dostu yoktu.
Ancak Hz. Muhammed’in iki dostu meşhurdur; Hz. Ebubekir ve Hz. Ali. Ebubekir’in zaten lakabı sıddıktır, yani sadık, dost. Hz. Ali ise peygamberin Mekke kabilelerinin seçtiği bir grup tarafından öldürülmesine karar verildiği ve evine baskın düzenleneceği gece peygamberin boş yatağına girerek ölümünü göze alabilmişti. Tıpkı Dede Korkut hikâyelerindeki Deli Dumrul’un eşinin, yoldaşı/dostu olan Deli Dumrul uğruna canını Azrail’e vermeyi kabul etmesi örneğinde olduğu gibi. Montaigne’nin, dostu Etienne de la Boétie için Denemeler’inde yaptığı değerlendirme de bu bağlamda hatırlanmaya değerdir.
[1] Kojin Karatani, İzonomi, çev. Ahmet Nüvit Bingöl, Metis, İstanbul, 2018.
[2] Karatani, İzonomi, s. 54.
[3] Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüpoğlu ve M. Ali Cimcöz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2018, 373d-e.
[4] Karatani, İzonomi, s. 52-53.
[5] Karatani, İzonomi, s. 53.
[6] Antisthenes-Diogenes, Kinik Felsefe Fragmanları, C. Cengiz Çevik (der. ve çev.), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2020, s. 29.
[7] Antisthenes-Diogenes, Kinik Felsefe Fragmanları, s. 29.