Bir Özyaşam Hikâyesinden Manifestoya: Kişisel Olan Politiktir

Başta işçi sınıfının hayat mücadelesi ve LGBTİ bireylerin gördüğü baskılar olmak üzere, günlük hayatta üzeri egemenlerce örtülen birçok gerçek var. Son zamanlarda özellikle de edebiyat eserlerinde bu gerçekler ve yaşanmışlıklar gün yüzüne çıkmaya başladı. Édouard Louis, kesin olmamakla birlikte kendi hayatını anlattığı sanılan Babamı Kim Öldürdü romanında sosyal eşitsizlikten erkek egemenliğine çeşitli fakat birbiriyle ilişkili konulara değiniyor ve bunu bireysel bir perspektifle ufuk açarak ve düşündürerek yapıyor. Fransa’nın en genç ve en etkili yazarlarından olmayı başaran ve kısa sürede büyük bir tanınırlığa ulaşan Édouard Louis’nin son romanı olan Babamı Kim Öldürdü Türkçeye Ekim ayında Ayberk Erkay tarafından çevrildi.[1] Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz Louis, otobiyografik romanlarıyla öne çıkıyor. Fransa’nın kuzeyinde işçi sınıfı bir ailede büyüyen yazar, yoksul bir çocukluk geçirir. LGBTİ birey olarak, ailesi de dahil olmak üzere çocukluğundan bu yana psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalır. 2018’de Guardian gazetesine verdiği röportajda “şiddetin yazarı” olmak istediğini, şiddet üzerine ne kadar konuşulursa bunun o kadar azalacağına inandığından bahsediyor. Yazar kitapta babasıyla konuşuyor; metnin, oğlundan babasına yıllardır içinde tuttuğu iç hesaplaşmalarını kaleme aldığı, sitem ettiği uzun bir mektup olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kitap, Fransa’da doğmuş büyümüş bir bireyin adını hiç söylemediği babası ile olan ilişkisi üzerine kurulmuş. Yazar hiçbir zaman açıkça kendi dahil olmak üzere kitaptaki karakterlerin özelliklerinden bahsetmiyor, bunu biz, okurlar, olaylardan ve yaşanmışlıklardan çıkartıyoruz. Anlatıcının cinsel yönelimini, siyasi görüşünü veya babasının homofobikliğini...

Kitap, bireysel ve otobiyografik bir metin ve Fransa’nın yakın geçmişinden başta sınıf ayrımı olmak üzere farklı konularda çıkarımlar yapma imkânı tanıyor. “Kişisel olan politiktir” ve bu kitapla bir işçi ailesinin oturduğu küçük bir apartman dairesindeki pencereden bir ülkenin ekonomik ve sosyo-kültürel gerçeğine bakabiliyoruz. Homofobik ve ırkçı olan bir babanın, ülkenin en büyük sorunu olarak eşcinselleri ve yabancıları gören birinin, yıllar sonra, yaşadıklarından veya ona yaşatılanlardan sonra oğluna devrim olması gerektiğinden bahsettiği sözlerle sona eren bu kitapta aslında görece demokratik ve özgür bir Avrupa Birliği ülkesinin işçi sınıfını nasıl yok saydığını ve hor gördüğünü bireysel bir hikâye, anılar üzerinden okuyoruz. İşçi sınıfının görünmezliğinin gittikçe artmasına kitaptaki anıların tarihleri ilerledikçe şahit oluyoruz. Öyle ki Louis, bir söyleşide, babası dahil, fabrikada asgari ücretle çalışan işçilerin sağcı partileri desteklediğinden, işçi sınıfını yok sayan solculardan ümidi kestiklerinden, solun onları yok saydığı gerekçesiyle Le Pen’e bile oy vermelerinden bahsediyor.

Yazar, ismini öğrenemediğimiz babasına “Bedenine yaptıkları şey yüzünden, şimdi olduğun insanı keşfetme şansına asla sahip olamayacaksın,” (s.51) diyor çünkü babasının hayatından, mutsuzluğundan, fakirliğinden ve yiten sağlığından siyasetçileri, dolayısıyla siyaseti, dünya düzenini sorumlu tutuyor. Metinde yazarın babasına tepkisini, kızgınlığını ve belki de en çok kırgınlığını görsek de, yazar babasının onu olduğu kişi olmaya iten şeyin politikacılar ve politikaları olduğunu çok iyi biliyor ve belki de bu yüzden “Seni sevdiğimi biliyordum ama başkalarına senden nefret ettiğimi söyleme ihtiyacı hissediyordum,” diyor ve “sevmekten utanmak normal mi?” diye soruyor (s. 42).

Kitabın bugün ile geçmiş arasında gidip gelen bir anlatımı var. Hikâye, yazarın çocukluğunun geçtiği çirkin ve gri olarak bahsettiği o kasabaya, 50’li yaşlarında kendi başına makinesiz nefes dahi alamayan, yürütgeçsiz yürüyemen babasını ziyarete gitmesiyle başlıyor. Daha ilk satırlardan Louis’nin babasına duyduğu tepkiyi görebiliyoruz, ancak sayfaları çevirdikçe bu tepkinin altında büyük bir sevgi yattığını anlıyoruz. Kitabı oluşturan anıları bir baba ile çocuğunun arasında büyüyebilecek bir sevgi çiçeğinin, yoksulluk, homofobi, politikacılar ve politikaları yüzünden büyüyemeden solup gitmesi olarak dile getirmek mümkün. Çocuğun babasıyla ilgili iç hesaplaşmalarının altında büyük bir sevgi eksikliği olduğunu görüyoruz ve fakat bu sevgisizlik için yazar babasından çok siyasetçileri, egemenleri sorumlu tutuyor çünkü ona göre, babası olmak istediği kişi değildi, hiçbir zaman olamadı, sosyal adaletsizlikle büyük güçlerin kurbanı oldu.

Siyasilerin bir kâğıda yazarak aldıkları kararların başta işçi sınıfı olmak üzere halkın büyük kesimini ekonomik ve sosyal çerçevede ne kadar etkilediğinin altını farklı anılarla ve olaylarla çizen Louis, okula dönüş yardımı olarak ailelere devlet tarafından ödenen ödeneğe yaklaşık 100 euro zam yapıldığında bunu ailecek kutlamak üzere denize gittiklerini anlatıyor ve ekliyor: “Her şeye sahip bir ailenin, siyasi bir kararı kutlamak için denize gittiğini ne gördüm ne de duydum, onlar bunu yapmaz çünkü siyaset onların hayatlarında neredeyse hiçbir şey değiştirmez” (s. 47). Louis, “bizler” olarak ifade ettiği kesim için siyasetin bir ölüm kalım meselesi olduğunun, fakat siyaseti yapan egemenler içinse siyasetin hayatlarına etkisi olmadığının altını çiziyor. Egemenlerin solcu veya sağcı fark etmeksizin hükümetlerden şikâyet edebileceklerini ve fakat hükümetlerin egemenlere bir zararının dokunmayacağını ve hatta siyasetin ve siyasetçilerin egemenlerin hayatında bir etkisinin olmadığını bildiğini belirtiyor. “... hükümet onların sindirim sorunları yaşamasına sebep olmaz, hiçbir hükümet onlarını belini ezmez, hiçbir hükümet onları denize koşturacak şeyler yapmaz” (s. 47-48). Siyasilerin iki dudağının arasından çıkan tek bir kelime bile bir sınıfın tamamını etkileyecek güce sahipken, aynı kelimenin o kelimeyi dile getiren kişi için bir etkiye sahip olmamasına günümüzde siyaset diyoruz.

Louis’nin bu kitabı yazmasındaki amacın altında hayat hikâyesini, çocukluğunu ve babasıyla olan veya olamayan ilişkisini anlatmaktansa babasının, kendisinin, ailesinin ve dolayısıyla bir sınıfın çektiği acılar, yaşadığı sıkıntılar ve yaşanamamış olanlar için politikacıları ve politikalarını suçlu ilan etmek, hayat demeye bin şahit hayatlarından onları sorumlu tutmak yatıyor. Sistematik bir adaletsizliğin sürdüğü ikiyüzlü bir dünyada, “Siyasetin erken ölüme layık gördüğü” (s. 14) bir fabrika işçisi olan bu yaşlı adamın hayatından yola çıkan Louis, Jean-Paul Sartre’ın Varlık ve Hiçlik kitabında incelediği varlık ve eylem arasındaki ilişkiye, babasının hayat hikâyesi üzerinden gerçek kişiliğimizle yaptıklarımız arasındaki ilişkiye bakar ve bireylerin yaptıkları şeyler değil, yapmadıkları şeyler olduğunu anladığını belirtir. “Biz yapmamış olduğumuz şeyleriz çünkü dünya ya da toplum bunları yapmamızı engelledi” (s. 26).

Bana kalırsa, kitapta iki tane kırılma noktası var; bunlardan biri yazarın, babasının yoksulluğunun ve dolayısıyla mutsuzluğunun sebebinin “erkeklik” olduğunu anlattığı satırlar. Yazar babasının hayatının, tercih edilen veya edilmeye mecbur bırakılan erkekliğin bir neticesi olmasını babasının eğitim almamasına bağlıyor. Günümüzde azalsa da ne yazık ki hâlâ etkilerini gördüğümüz, otoriteye karşı çıkmanın “erkeklikle” bağdaştırılması gerekçesiyle babası eğitim almayı, okula gitmeyi reddediyor, “erkekliği” seçiyor. Oysa seçtiği “erkeklik” ona yoksulluk ve mutsuzluktan başka bir şey vermiyor. Erkeklik ve homofobi, daha çocukken onu geleceğinden ediyor, özgür bir hayat sürmesini engelleyecek ilk adımı, erkekliği, yani eğitimsizliği seçerek atıyor. Mutsuzluğu kendi seçmedi belki evet ama küçük yaşta yaptığı veya yapmaya itildiği bu seçim ona mutsuz bir hayat verdi. “Mutsuzluğunun kontrolü sendeydi, buna inandırmak istiyordun kendini, sürekli insanlara çok zor bir hayat sürdüğünü gösterme çabasındaydın ama bu hayatın senin tercihin olduğunu da bilmelerini istiyordun ... galiba yenilmiş olmayı reddediyordun” (s. 21) sözleriyle dile getiriyor yazar babasının mutsuzluğunu. Mutsuz bir insanın, bunu kendisinin seçtiğine inandırmaya çalışması sanırım gururla açıklanabilir. Yoksulluğu ve buna sebebiyet veren mutsuzluğu gururuna yedirememekti belki de babanın yaşadığı. Hayatta başına gelen her şeyi kendin seçmiş olmak sana dayatılanları ve mecbur bırakıldıklarını yaşıyor olmaktan daha güçlü bir profil çizer çünkü; bu durum yazarın söz ettiği “mutluluktan nefret ediyormuş gibi yapıyordun”la özetlenebilir. Mutluluğu tercih etmek değil ve fakat gururla mutsuzluğu seçmek, “keyif almaktan tiksindiği için”, insanın hem kendisine hem çevresine mutsuzluğu seçebilmek kadar güçlü ve özgür olduğunu gösterme çabası...

İkinci kırılma noktası ise, aslında bir otobiyografik metin olan bu eseri, siyasi manifestoya çeviren kitabın son kısmı. Louis’nin babası liseden bu yana çalıştığı fabrikada bir kaza geçirir, beli ezilir ve birkaç yıl veya belki de hiç yürüyemeyeceği söylenir. Genç yaşta sakat kalan ve artık çalışamayacak olan bu zavallı adam, devlet tarafından işsizlik maaşına bağlanır ve aile geçimini böyle sağlamaya başlar. 2006 yılında ise, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve Sağlık Bakanı Xavier Bertrand’ın kararıyla devletin karşıladığı ilaçların artık karşılanmayacağı duyuruluyor, bu ilaçlara Louis’nin babasının kullandığı sindirim sistemi ilaçları da dahil. Yıllarca ayakta çalışmak zorunda olan ve sakatlandıktan sonra yerinden kalkamayacak hale gelen babanın sindirim sistemi ilaçlar olmadan çalışamayacak hale gelmiştir. “Jacques Chirac ve Xavier Bertrand bağırsaklarını yok ediyorlardı” (s. 46). 2009’da Cumhurbaşkanı Sarkozy ve hükümeti, Martin Hirsch ile birlikte Fransa hükümetinin işsizlere verdiği Asgari Gelir Yardımı’nı kaldırıp Aktif Dayanışma Yardımı’nı getiriyor. Eğer çalışmayan birey, ona önerilen ve aslında dayatılan işi kabul etmezse aldığı sosyal yardımlardan vazgeçmek zorunda bırakılıyor. Baba, çaresizce, evinden kırk kilometre uzaklıkta bir şehirdeki çöpçülük işini kabul ediyor ve ayakta durmakta dahi zorlanan bu adam, günde sekiz saat eğilerek başkalarının çöplerini toplamaya mahkum ediliyor. “Nicolas Sarkozy ve Martin Hirsch senin belini eziyorlardı” (s. 47). 2016’da Cumhurbaşkanı François Hollande, Çalışma Bakanı Myriam El Khomri ve Başbakan Manuel Valls işten çıkartmaları kolaylaştıran ve çalışanları daha çok çalışmaya mecbur bırakan, “Çalışma Yasası” adını verdikleri yasayı onaylar. “Hollande, Vals ve El Khomri senin nefesini kestiler” (s. 48). 2017’de Emmanuel Macron cumhurbaşkanlığındaki hükümet, Fransa’nın yoksul kesiminden ayda 5 euro kesileceğini ilan ediyor, birkaç gün içinde de Fransa’nın zenginlerine vergi indirimi kararı alınıyor. “Emmanuel Macron senin boğazındaki lokmayı alıyor” (s. 50).

Babamı Kim Öldürdü? bir otobiyografik metin olarak birincil tekil şahısla anlatılan, bugünden geçmişe dönüşlerle dolu olsa da, bu anıların aslında bir politik doküman olduğunu söyleyebiliriz. Fransa’da zaman içinde hükümetler, bakanlar ve cumhurbaşkanları değiştikçe halkın yoksul kesimi gittikçe fakirleşirken zengin kesimi zenginleşiyor. Hükümetlerin verdiği her yeni karar işçi sınıfını daha da çok zarara uğratıyor. Louis bu metinde bize babasının özelinde egemenleri ve yok ettikleri halkları anlatıyor. Yazarın babası kitapta ölmüyor veya öldürülmüyor ancak nefes alıyor olmanın her zaman hayatta olmak anlamına gelmediği aşikâr. Gençliği, sağlığı, mutluluğu ve özgürlüğü elinden alınmış bir insan ne kadar yaşayabilirse o kadar hayatta. Egemenlerin isimlerini tarihe kazımak ve onlardan böylece intikam almak istediğini, bu isimlerin dile getirilmeyişinden duyduğu öfkeyi satılara döküyor ve ekliyor: “Senin yaşamının tarihi, seni yok etmek için birbirinin yerine geçen bu insanların tarihidir. Senin bedeninin tarihi, onu yok etmek için birbirinin yerine geçen bu isimlerin tarihidir” (s. 50-51).

Güçlü bir anlatıma sahip olan Louis’nin otobiyografik bir metni politik bir dokümana ve hatta manifestoya çevirecek kadar ileri gidebilmesi ise genç yazarın hakkındaki tüm övgüleri hak ettiğinin bir göstergesi. Yazar bizi sayfaları çevirirken bugün ve yakın geçmiş arasında bir zaman yolculuğuna çıkarıyor ve belki de yüzlerce sayfayı doldurabilecek kelimelerini öyle bir özenle seçiyor ve öyle bir dille anlatıyor ki ortaya bu kısa ve fakat fazlasıyla etkili metin çıkıyor.

Son olarak, kitap Fransa, Hollanda ve Türkiye’de tiyatroya uyarlanmaya başladı. Fransa’da yazarın kendisinin oynadığı oyun, Türkiye’de Moda Sahnesi’nde Kemal Aydoğan’ın yönetmenliği ve Onur Ünsal’ın performansıyla, pandemi koşulları el verdiğince tiyatroda, mümkün olmadığında ise internet ortamında seyirciyle buluşuyor.


[1] Qui a tué mon père, Édition de Seuil, 2018. Türkçesi: Babamı Kim Öldürdü, çev. Ayberk Erkay, Can Yayınları, İstanbul, Ekim 2020.