Türkiye’de Kültürel Kamu ve Antropoloji

Antropolojinin Türkiye’de inişli ama çıkışlı olmayan hikâyesi, kendisinden öte Türkiye'deki kültür kamusunun gelişimi ve temel özellikleri hakkında fikir vermektedir. Ben de konuyu bu çerçeve -Türk aydınının ve üniversitesinin düşünce ve kültür üretme biçiminin bir yönünü antropoloji ile nasıl ilişki kurdukları- üzerinden değerlendirmeye çalışacağım. Yazıya bu şekilde başlayınca okur, antropolojinin Türkiye'de kuruluş yıllarının, Türk Tarih Tezi ile ilişkisinin, 1925 yılında kurulan Türk Antropoloji Enstitüsü’nün maksadının “insanlar arasında Türk ırkının layık olduğu yerin belirlenmesi” olduğunun; döneminin aydın ve akademisyeninin bu devlet destekli çabaya nasıl el verdiklerinin ele alınacağını düşünebilir. Konuyu böyle bir arka planla ilişkilendirmek hatalı değildir, çünkü antropolojinin temelinin bu şekilde atılmış olması son derece önemlidir. Ama işin bu yönü ile ilgilenenlere Zafer Toprak'ın Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji adlı çok değerli çalışmasını okumalarını önermekle yetineceğim. Mesele edilen konu, dönemin sosyal bilim anlayışının egemen söylemle ve bunun bir türevi olan Türk Tarih Tezi ile ilişkisiyle açıklanacaksa bu açıklama sadece antropoloji ile değil, diğer sosyal bilimleri de içine alan genel bir değerlendirme ile yapılsa daha sağlıklı olurdu. İşin esası antropoloji gibi tarih, arkeoloji, sanat tarihi, hatta sosyoloji de söz konusu dönemde bir tür “budunbilim” olarak yapılıyordu. Konumuz mezkûr dönem ve onun antropolojisini, sonrasına bir projeksiyon tutacak şekilde değerlendirmek değildir. Diğer yandan antropolojinin kuruluşunun mantalitesini sonrasına teşmil etmenin hatası, daha 1948'de Halil Demircioğlu’nun Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde Afet İnan'ın çalışmalarını çok sert şekilde eleştirdiği yazısıyla başlayan değişimi hesaba katarsak ortadadır. Nitekim II. Dünya Savaşı'ndan sonra sosyal bilimler, özellikle arkeoloji, sanat tarihi ve antropoloji için başlayan yeni dönemde artık eski resmî tarih görüşü -Köprülü'nün özgün ve dikkate değer çalışmaları hariç- aşama aşama terk edilmiştir. Dolayısıyla antropolojinin Türkiye'ye girişindeki bu sabıkalı geçmiş hakkında konuşmaktan çok işin sonraki kısmı üzerine düşünmenin baştaki sorumuzu –yanıtlamak değilse de- açıklamak bakımından daha faydalı olacağını düşünüyorum.  

20. yüzyılın ilk yarısında çok ciddi bir devlet desteği ile yola çıkan antropolojinin bugün üniversitelerde en fazla kan kaybeden bölümler arasında yer aldığı tartışmasızdır. Durumu açıklayıcı bir örnek vermek gerekirse, bugün devlet üniversiteleri arasında antropoloji doktora programı bulunan sadece iki üniversite vardır: Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi. Buna ilaveten antropolojinin Türkiye’de sosyal, kültürel, politik meselelerde, kültür politikalarında görünürlüğü ve etkisi giderek azalmıştır. Antropoloji adına bu tatsız durumu iş olanaklarının sınırlılığı, mezunların meslek tanımlarındaki dezavantajlılık gibi gerekçelere bağlamak yeterli bir açıklama olmasa gerek, çünkü sosyal bilimlerin birçoğu için benzer bir durum söz konusu ama antropoloji kadar “düşüş” yaşamadılar. İşin ilginç yanı resmî ve akademik çevrelerde gözden düşmesine karşı hem entelektüel hem de genel okurun antropolojiye olan teveccühünde tersi bir durum vardır. 20. yüzyılın en önemli antropologlarının kitapları Türk üniversitelerinde antropoloji bölümünün “güçlü” olduğu dönemlerde bile bu kadar okunmuyordu. Diğer yandan bugün sosyal ve beşeri bilimler arasında antropolojiden beslenme düzeyinin hiç de az olmadığı bir gerçek. Sosyal teorinin özellikle sosyolojide tıkandığı birçok yerde devreye sokulan antropolojik bulgu ve bakış, üretilen metinlere âdeta soluk aldırıyor.

Tüm bunlarla çelişen durumlardan birincisi, kültürel ayrımların bu kadar derin oluşunun tahriki ile işleyen canlı bir “kültür piyasasının” olduğu ülkenin üniversitelerinde antropoloji gibi nesnesi ağırlıklı olarak kültür olan bir bilim bu kadar zayıf olmamalıydı. İkincisi, bir taraftan Claude Lévi-Strauss’un altını çizdiği “münferit ve tuhaf olgulara” yönelik artan ilgi, diğer taraftan “bir başkadır” söyleminin gücü, “resmî” antropolojiye de güç katabilirdi.  Üçüncüsü, “insan fenomenini incelemeye yönelik” bir bilimin, odağında insan olan bir konjonktürde yıldızının parlamasını, bunun resmî ve akademik çevrelerde de karşılık bulmasını beklerdik. 

Tüm bunlar özellikle 1970'lerden itibaren güç kazanan post-kolonyal söylemle kol kola yürüyen kültürel görelilik paradigmasının antropolojiye daha fazla ivme katması beklenen tesirine rağmen gerçekleşmedi. Peki antropolojinin Türk resmî aydınının ve YÖK'ün ilgisine mazhar olamayışının nedenleri neler olabilir? Hemen baştan belirtelim ki durumun sorumlusu olarak işaret edebileceğimiz tek bir dönem ya da iktidar odağını telaffuz etmek zor. İşin bu noktaya varmasında sağcı, muhafazakâr ve solcu, sekülerizm yanlısı aydının farklı bağlamlarda ama aynı sonuca vardıran tutumlarını ortaya koymaya çalışarak bir açıklama geliştirmeye çalışalım.  

Açıklamalardan biri için yine Claude Lévi-Strauss’tan hareket edelim: Lévi-Strauss antropoloğu geçmiş çağların astronomuna benzetir. Uzakta ve ele avuca sığmaz olanı inceleyen kişi.[1] Antropoloji biraz da teleskopunu yeryüzüne çevirmiş astronomluktur bu benzetmeye göre. Küreselleşmiş, geç modern toplumlarda belki de uzak olanın (yaban) yakınlaşmasının, hatta “içeride” oluşunun bir sonucu olarak, sosyolojinin ve kültürel çalışmalar ekolünün antropolojinin etkinlik sahasına dolaysızca ve zahmetsizce girmesine şaşmamak gerek. Ama bu pratik ve pragmatik ilgilere sonuna kadar kapı aralayan bilimler antropolojiden farklı olarak kökensel, özsel sorunlara odaklı açıklamalar geliştirmek, dahası günceli temele, kadime bağlamanın yaratacağı epistemolojik “sıkıntılarla” uğraşmak istemezler. Antropolojik bilgi nesnesinin arkesini ya da doğasını açıklamak yerine bunun günümüz toplumundaki tezahür eden, soyutlanmış hallerine odaklanmayı tercih ederler. Fakat bu tercihin (kökensel tözsel ya da kadim olanın tesirinin antropoloji ile birlikte göz ardı edilmesinin) ideolojik ve kültürel avantajları Türkiye'deki “kültür savaşı”nın iki ana cephesi için de geçerlidir. Muhafazakâr ya da dindar aydının antropolojinin sesine kulak verdiğinde, semavi dinlerin geçmiş anlatısında yer alan büyüsel, mitsel unsurların; öyle anlatıldığı gibi sadece tek tanrılı dinlerin hilafına, bunların antitezi şeklinde var olmayıp, semavi dinlerin “hamurunda” yer aldığı bilgisi ile cebelleşmesi gerekecektir. Tersi bir durum ise şudur: 20. yüzyıl antropolojisi bilim ile büyü, mit ve din arasındaki epistemolojik ve araçsal bağıntının, sanılanın çok ötesinde, çağları bağlayan bir vakıa olduğunu göstermiştir. Mesela Mircea Eliade’nin Homo Religiosus’u âdeta tarih aşırı bir varlıktır. Dolayısıyla ilerlemeci ve sekülerleşmeci anlayışın antropoloji dışı sosyal bilimlere daha fazla kulak kesilmesinin bir yönünü burada aramak gerek. Ancak işin bu tarafı etraflı bir tartışmayı gerektirdiğinden iktisadi antropolojiden kısa bir örnekle geçiştirmeme izin verin. Marcel Mauss, Georges Bataille, Karl Polanyi ve Türkiye’den Ahmet İnsel gibi isimlerin, ekonomik mübadelenin ardında ekonomi-dışı kültürel unsurların belirleyici olduğunu, ekonominin (altyapının) toplumun bir fonksiyonundan ibaret olduğunu, toplumsal eşitsizliğin kökeninde mülkiyetten önce ve daha fazla kültürel ve ideolojik unsurların yer aldığını gösteren çalışmaları, Marksizm’in yerli çevrelerinde yeterince karşılık bulmadı. Kısacası hem kültürelci hem Marksist bakış gözünü antropolojinin teleskobuna dayamaktan kaçındı. 

Özellikle sağcı aydının antropoloji kelimesini her duyduğunda bu sesin kendi kulak zarında oryantalizm şeklinde titreştiği muhakkak.  Bu algıya göre antropoloji filoloji ve tarih gibi başka bilimler “oryantalizmin keşif kolu” rolü oynuyorlardı. Bütün bir Batı çıkışlı eskimiş kültür, tarih, bilim açıklamalarının eleştirisini diline dolayan, diğer yandan bu konunun ustası Edward Said'in ferasetinin ve sağduyusunun izini taşıyan bir oryantalizm kavramsallaştırmasından nasiplenmemiş bir ezbere kurban giden bir antropoloji. Üstelik bunu yaparken Fransız antropoloji geleneğinden derinden etkilenmiş Michel Foucault’ya sırtını dayama çelişkisini fark etmeksizin, bilgi-iktidar konusunda antropolojiyi müellifi ile birlikte iktidar koltuğuna oturtup, iktidarı temsil ettiği gerekçesi ile antropolojiye de muhalif kesilen düşünsel kolaycılık. 

Düşünsel kolaycılığın akademik çalışmalarda karşımıza çıkan bir başka biçimi daha vardır.  II. Dünya Savaşı'ndan sonra resmî Türk Tarih Tezi’nin artık üniversitelerde destek görmemesi, özellikle arkeoloji, sanat tarihi ve beraberinde antropoloji için yeni bir dönemi başlatmıştır: Buna teorisizlik dönemi diyebiliriz. Sosyoloji, tarih, edebiyat gibi alanlarda DP iktidarının etkisiyle yükselen Türk-İslâm motifli arayışlar için yeni bir teorinin varlığından bahsedilebilir. Ancak arkeoloji ve kısmen antropoloji söz konusu olduğunda Türk Tarih Tezi’nin terk edilişi ile birlikte tez ve teorinin kendisi de âdeta terk edilmiştir. Teori bundan böyle ya gereksiz ya da sakıncalı görülmüştür.[2] Bu durumun arkeoloji ve sanat tarihi için uyarlanabilir ve sürdürülebilir bir tarafı vardır: “Malumat istifçiliği”.[3] Sürekli olarak envanter, kataloglama, kayda geçirme çalışmaları şeklinde iş gören bir bilim tarzı.  Bu tarz bir etkinlik genellikle şöyle bir gerekçe ile yürür: Biriktirilen, zapta geçirilen malumat, sonrasında yapılacak olan ciddi bilimsel ve akademik çalışmalara girdi sunacaktır. Alana katkı! Üretilen akademik makalelerin tanıtım yazılarında buna benzer ifadeleri sıkça görürüz. Çalışmanın bilimsel değeri, söylenmeyen ama paylaşılan şöyle bir uzlaşıya dayanır: Gelecekteki değerli bir bilim insanı üretilen tüm bu malzemenin tarih ile toplum ile bağıntısını kuracak, “neden”, “nasıl” sorularını içeren bir Magnum Opus ile taçlandıracaktır nasıl olsa. Ancak yüzlerce insanı unvan sahibi yapan bu malumat istifçiliği tarzı bilim, antropoloji için çok uygun değildir. Antropolojinin bilimsel etkinliğin her aşamasında teoriye, teze, özgün sorulara zorunlu olarak ihtiyacı olan bir tarafı vardır. Sosyal bilimi zanaatkârca yapmadan işini sürdürebilmek pek çok sosyal bilim için bugünün koşullarında modus vivendi iken bu antropoloji için kısmen geçerli olabilir. Zanaatkârlık dediğimiz veri elde etme, gözlem ve bunları kuramsal bir işleme tabi tutma işinin sosyal bilimcinin kendi sorumluluğunda bütünleştirilmesidir. Burada sosyal bilimci bu işlemlerin hamili ve hamisidir. Elbette bunu söylemek günümüzde sosyal bilimlerin bütünüyle bundan soyutlanmış şekilde çalıştığı anlamına gelmiyor. Bu söylenenlerden “zanaatkâr olmadan sosyolog olabilirsiniz ama antropolog olamazsınız” gibi bir sonuç da çıkmaz. Pekâlâ, bugünün koşullarında zanaatkârlığın yükünü üstlenmeden her şey olabilirsiniz. Ama bu durum antropolojideki kadar “sırıtmaz”. Çok-boyutlu, çok-yönlü çalışma sorumluluğundan sıyrılmanın olanağı diğer sosyal bilimlere nazaran antropolojide kısıtlıdır.

Sosyal bilimlerde kültürelciliğin ele alınma, eleştirilme biçimi bir yönüyle antropolojinin aleyhine olan tutumu dolaylı yoldan besledi. Ama bundan önce kültürelciliğin, büyük oranda yerlici-muhafazakâr tutumun sosyal bilim pratiğinde karşılaşılan biçimi olarak görülmesi meselesi üzerinde durmak gerekir. Kültüre, toplumsal yapı ve değişimi incelenirken yöntemsel ve stratejik bakımdan önem atfetmek şeklindeki bir kültürelcilik, genellikle yerlici-muhafazakâr tutumdaki kültürelcilikle aynı kefeye konup eleştirilebilmektedir. Oysa birinci duruma Şerif Mardin, Nilüfer Göle gibi hiç de defansif ve tutucu sayılamayacak isimlerin çalışmalarını örnek verebiliriz. Diğer yandan her iki duruma da uyan ama bununla birlikte son derece değerli ve özgün çalışmaların sahibi Sabri Ülgener gibi isimleri de anmak gerekir.  Bu tarz üretimler sayesinde gündelik yaşam, dil, sembolik iletişim, hatta benlik anlamındaki haliyle kültürün toplumsalı kuran ve değişimini tetikleyen gücüne vâkıf olunabildi. Ancak güncel haliyle kültürelci yaklaşım -kültürün siyaseti takviye eden rezervuar olarak okunuşu yüzünden- bir tür aydın konformizmiyle ya da -olumsuz manada- “organik” oluşla birlikte düşünülmektedir. Bu tanımlamaya göre kültürelciliğin ajandasında kültür, ağırlıklı olarak toplumsal ayrımları -buna ekonomik eşitsizlik de dahil- kültür ya da buna iliştirilen yaşam biçimsel farklılıklar üzerinden tanımlanageldi. Kültürelci yaklaşımda teşhis ve tenkit edilen konu toplumsal tabakaların, sınıfın sınırlarını kültürel ayrımın sınırlarıyla âdeta denkleştiren açıklama biçimidir. Diğer taraftan toplumdaki dezavantajlı grupları sahip oldukları kültür ile tanımlamak, bir yandan söz konusu kültürel çevrenin dışındaki madunları görünmez kılar, diğer yandan egemenin ve de hegemonyasının kültürü kullanma biçimlerini gözden kaçırır. Kültürde dezavantajlı (çevre) iken iktisadi ve siyasi “merkez” olabilmeye  sosyal bilim üzerinden destek temin edebilmek bir diğer -olası- eleştiridir. Kültürel hak ve taleplerin bununla ilişkili kesimlerden çok bu söylemin siyasal ve iktisadi rantını yiyen egemenlerin elini rahatlatması... gerçek eşitsizliği mistifiye edebilmesi… gibi genişletilerek devam ettirilebilir nitelikteki bu eleştiriler etik ve politik açıdan yerindedir. Ama bu eleştirilerin verimli bir sonuç verebilmesi için kültürün sınırları ile sınıfın sınırlarını eşitlemenin yanlışlığını dile getirmek yeterli olabilecek iken, sınıfsal ve siyasal eşitsizliğin altını daha kalın çizebilmek için kültürel ayrımlar üzerine konuşmayı kültürelcilik şeklinde damgalayıp kenarda tutmak tercih edildi. Kültürelciliğin “kültür olarak sınıf” hatasına karşın “sınıf olarak kültür” gibi başka bir hataya düşüldü. Sonuç, kültürü sinir uçlarına dokunacak şekilde konuşmayı muhafazakârlık olarak yaftalayan bir anlayışın “kültürel iktidarı”na kurban giden bir antropoloji. Kısacası antropolojinin muhafazakâr bir versiyonunu üretmenin zorluğu meselenin bir yönü iken, kültüre karşı açık fikirli ve anlayıcı bir perspektifi kendi perspektifi ile kaynaştıran dünyalı bir sol antropolojinin talep görmemesi diğer yönüdür. Antropoloji alanında solun ele aldığı biçimiyle kültür, “… genellikle toplumun nötr bir görüngüsü olarak ele alınmakta, kültürel özelliklere (evlilik, doğum, ölüm adetleri, dinsel inanışlar vb.) ancak değişimin imleyicisi olarak değinilmektedir”.[4] Bunun (kültüre içsel özellikleriyle önem atfetmenin) tek istisnası Kürt meselesiydi. Sadece bu konuda, kültür, sembol gibi kavramlara hassasiyetle yaklaşılabildi. Hatta kültürün en azından metodolojik açıdan “içeriden okunmayı” hak eden mevzu ve kavram seti olabildiği tek bağlam genellikle buydu. O da kültürü etnografik bir incelemeye tabi tutmaktan çok hak ve özgürlük çerçevesinde değerlendiren bir tutumun sınırlılıklarına tabi şekilde. Hal böyle iken tanık olduğum “Türk'ün sosyolojisi, Kürt’ün antropolojisi yapılır” yollu bir şakayı hatırladım. Bu nahoş şakanın ima ettiği şeyler malum, konuşacak değiliz. Ama bu kötü esprinin tersine, keşke Kürt’ün antropolojisi yapılıyor olabilse.[5] Türkiye şüphesiz antropoloji için en verimli, bereketli ülkelerden biri.  Ancak, “kültür mozaiği”, “uygarlıkların beşiği” gibi turizm tanıtım broşürü kokan slogan ifadelerin hilafına Türk'ün de antropolojisi yapılıyor değil.

Kısacası, bir toplumun kendi hakkındaki bilgisinin, kendini anlama çabasının en önemli bilimsel etkinliklerinden biri olan antropolojinin önemini ve Türkiye'deki sınırlılıklarının bazı sonuçlarını göstermek istedim. Tabii ki böyle kısa bir yazının boyunu aşan bir problem bu. Bu yüzden bunu sadece konuya dair bir değini olarak kabul edin. 


[1] Claude Lévi-Straus, Modern Dünyanın Karşısında Antropoloji, çev. Akın Terzi, Metis, İstanbul, 2012. s. 9-13.

[2] İktisatçı Keynes, teori karşıtı iktisatçıları “başka ve eski bir teorinin etkisinde kalmakla” suçlar.

[3] Bu kavramı, C. Wright Mills’in Sosyolojik Tahayyül (1959) adlı çalışmasında ele aldığı “Yalıtılmış Amprizm” ve “Pratikçilik Tipleri” kavramlarından esinlenerek kullanıyoruz. Mills, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’da yaygınlaşan bir sosyal bilimcilik tarzını (istatistikî veri toplama, bunların tasnifi ve sonuçların da yine istatistikî veriyi açıklamak şeklinde yapılmasının yaygın yöntem haline gelmesini) eleştirirken durumu bu kavramlarla açıklar. Mills için “bir tür teori fetişizmi” olan, kendisinin “gösterişli teori” dediği tarzın tam zıttı olan bu yöntem, başlangıçta reklamcılık, kamuoyu ve medya araştırmalarında kendisini göstermiş, sonrasında sosyal bilimlerin diğer branşlarına da sirayet etmiştir. Türkiye’de 1950 sonrası bazı alanlarda “Teorisizlik Dönemi” olarak adlandırdığımız gelişme bir ölçüde bu Amerikan tarzının Türkiyeli bir “pratikçilik tipi” olarak düşünülebilir. Türkiye’de buna uyan bir başka örnek durum, “… sosyal bilimlerde ampirik bilgi (bir nevi hammadde) ihraç ederek kuramı ithal eden bir alışkanlığın yerleşmiş olmasıdır”. Bunun için bkz. S. Yetkin Işık, “Türkiye’de Antropolojik Bilginin Yetersizliği Sorunu”, Folklor/Edebiyat, cilt 22, sayı 87, s. 11.

[4] Sibel Özbudun, 50 Soruda Antropoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 50 Soruda Kitap Dizisi, İstanbul. 2015, s. 226.

[5] Fırat Üniversitesi, Antropoloji Bölümü, 1980’li yılların başında kapatılmıştır.