Gölge Arketipi ve Ötekiler

Aydınlanma Çağı’ndan itibaren doğa bilimlerinin dışında kalan bilgi formları ilgilendikleri alanda fiziğin yasalarına benzer genel kanunlar bulma arayışına girmiş ve ödünç alınmış birtakım yöntemlerle bilimsel meşruluk mücadelesi vermeye çalışmıştır. Sosyal bilimler alanında yaşanan bu meşruluk mücadelesinin günümüze kadar devam ettiği söylenebilir. Bu yazının temel problemi, psikanalizin önemli isimlerinden Carl Gustav Jung’un gölge arketipini kavramsal düzeyde ele alırken sanat ve edebiyattan yararlandığı bazı kaynakları göstermek ve sosyal bilimlerin günümüzde de devam eden metodolojik sorunlarına ışık tutmaya çalışmaktır. İnsan doğası ve kolektif bilinçdışının önemli öğelerinden biri olan gölge arketipi, edebiyattaki “kötü ikiz ya da öteki” imgesinden hareketle kavram düzeyine çıkarılmış, yani sanatın imgelem yoluyla göstermeye çalıştığı bir durum tarihsel olarak çok daha yakın bir dönemde psikanaliz bir kavrama dönüştürülmüştür.

Öteki, gölge ya da kötü ikiz örnekleri her ne kadar içerik açısından farklılıklar taşısa da özü, karşıtların birliği şeklinde ifade edilebilir. İnsan, Aydınlanma ve modernizmin iddia ettiği gibi bütünsel, yekpare ve akli bir varlık değildir. O bir çelişkidir ve davranışları çoğu zaman rasyonel anlamda açıklanamaz. Modern dönemde kurgulanan varlık tasarımlarına taban tabana zıt olan edebiyattaki bu yaklaşım, genel anlamıyla sanat ve estetiğin görece özgür, ayrıcalıklı ve zamanın ruhu dışında olmasıyla ilişkilidir. Nitekim edebiyatın bir kültür eleştirisi üzerinden yükseldiğini söylemek abartılı bir yorum olmaz.

Jung’un gölge arketipini nasıl ele aldığına geçmeden önce edebiyatta güçlü bir motif olan doppel-gangerin (kötü ikiz, öteki) izini sürmek daha doğru olacaktır. Nitekim edebiyat ile psikanalizin önemli bir kesişim noktasını ifade eden bu imge, Freud ve Otto Rank gibi psikanalistlerin de dikkatini çekmiş, insan psişesini anlamada bu temanın kilit bir rolü olduğu özellikle vurgulanmıştır.[1]

Meltem Gürle, doppel ganger (kötü ikiz, öteki) sözcüğünü şöyle açıklar:

Almanca bir sözcük olan doppel-ganger, tam olarak çevirmek istersek, “çift gezen” gibi bir anlama gelir. Yani öncelikle birlikte yürüyen iki kişi ya da birbirinin içine geçmiş iki ayrı benlik hayal etmemiz beklenir. Hikâyenin kahramanı, kendisine tıpatıp benzeyen bir kopya karakterin varlığına maruz kalır. Onu “içinde” (ya da “yanında”) taşımaya mahkûm olur. “Öteki” bir gölge gibi onunla birlikte dolaşır, yavaş yavaş hayatını ele geçirir ve sonunda yerini alır. Ben olmayan ama bana benzeyen şey felaketimdir. Kötü ikiz teması bu felaketin dile gelmiş halidir. Onunla birlikte iyiler kötülere dönüşür, ışık karanlıkla ve yaşam ölümle yer değiştirir. Kâbuslarımızın en korkunç tarafı da böylece edebiyatta karşılığını bulur.[2]

William Shakespeare’in Hamlet’inde şöyle bir konuşmayla karşılaşırız:

HAMLET: Bir fındık kabuğu içinde bile kâinatın kralı sayabilirim kendimi… gördüğüm kötü rüyalar olmasa.

GUILDENSTERN: Rüyalar tutkulardır işte. Tutkunun özü bir rüyanın gölgesidir sadece.

HAMLET: Rüyanın kendisi de bir gölgedir.

ROSENCRANTZ: Elbette! Tutku öyle boş, öyle koftur ki bence, bir gölgenin gölgesi dense yeridir.

HAMLET: Öyleyse en sağlam varlıklar dilencilerimiz; krallar, kahramanlar da dilencilerin gölgeleri![3]

Dilenciler kahraman, kahramanlar da dilencidir. Bu iki karşıt kutup tek bir bedende-varlıkta birleşir. Metinde vurgulanan “rüyalar gölgedir” önermesi, rüyada bilincin (rasyonalitenin) aranmayacağı anlamına gelir. Bilinç ve bilinçdışı arasındaki gerilimde bireyin tutkuları ikinci alana, yani bilinçdışı alanına aittir. Karşıtların birliği, benliğin en küçük parçalarına dahi nüfuz eder. Tutku, en nihayetinde, gölgenin gölgesidir ve akıl bu alanda ancak pasif bir rol oynar: “Kimse ayıplamasın kudurup şahlanan tutkuları, madem buzlar bile tutuşuyor böylesine, madem akıl pezevenklik ediyor arzuya…”[4]

Oyunun bütünlüklü yapısı da pekâlâ gölge imgesiyle ilişkili olarak düşünülebilir: Hamlet’in bilinciyle varamadığı gerçek, bilinçdışı tarafından açığa çıkarılır ve babanın hayaleti aslında Hamlet’in gölgesidir.

Goethe’nin Faust’u da benzer bir temaya sahiptir. Faust ve Mefistofeles ikiliği esasında içsel bir ayrışmayı temsil eder. Oyunda karşıtlık en uç noktasına kadar götürülmüş, gölge şeytan siluetinde ortaya çıkmıştır.

Faust, Mefistofeles’i çalışma odasında gördüğünde onun gölge mi yoksa gerçek mi olduğunu anlayamaz. Karşısındakinin gerçek olup olmadığının önemi yoktur, zira o bir “kaos”, “hiçlik” ve “başlangıçta her şey olan”dır: “Bir parçası o gücün, hep kötülüğü isteyip iyiliği yaratan.”[5]

Faust oyunun başında şeytanı zapt edecek kudrete sahip olmasa da yaşamanın acısını çekmeye gönüllü olur ve böylece bölünme gerçekleşir.[6] Gölgeyi görebilmek için acıyı ve hiçliği göze almak gerekir, çünkü gölgeler azizlere görünmez.[7] İkiliğin tezahüründen önce Faust’un ağzından şunları duyarız:

Ah, hayal öylesine büyüktü ki, haklıydım cüce gibi görmekte kendimi. (…) Şimdi zamanıdır eylemlerle ispatlamanın, (…) o karanlık mağaradan korkulmadığını, hani hayal gücünün kendi işkencesine dönüşmeye lanetlendiği o geçite varmak isteğiyle, dar ağzından cehennemin bütün alevlerinin yükseldiği; kaygısızca bu adımı atmaya karar vermek, isterse hiçliğe akıp gitme pahasına olsun.[8]

Oyunun beşinci ve son perdesinde Faust harabe halindeki kilise önünde dinlenmek ister ve gölgeler karşısında ürperir. Bitime yakın meleklerin ağzından şu dizeleri duyarız: “Ruhun etkin gücü, unsurları çekince kendine, hiçbir melek bu tek vücut olmuş ikiz tabiatı ayıramaz birbirinden, edebi aşktır sadece bunları ayırabilecek olan.”[9]

Gölgenin şeytan siluetinde belirmesi Thomas Mann’ın Doktor Faustus’u ile Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde de karşımıza çıkar: İvan Karamazov’un şeytanla karşılaşması bir çeşit hastalıktır, çünkü doktor muayene sırasında İvan’da beyin rahatsızlığı bulmuş, vakit kaybetmeden tedaviye başlanılması gerektiğini söylemiştir. İvan doktorun öğüdünü umursamaz, onun hedefi gücü yettiği kadar ayakta durmak ve “kendine karşı temize çıkmak” için olanca mertliğiyle hastalığa isyan bayrağı açmaktır. Gerçek ancak savaşma isteğinden sonra İvan Karamazov’a açılır. İvan’ın ilk cümlelerinden biri şudur: “Hatırlamam gereken şeyi önüme fırlatıp kulağıma fısıldamanla inandın mı sanıyorsun?”[10] Şeytan, inanmak için maddi delilin yetersizliğini vurgular ve kendisinin maddeci değil, gerçekçi olduğunu söyler. İvan gördüğü şeyin hayal olduğuna inanmak istese de şüphe içindedir: “Kabussun sen,” der. “Benliğimin, daha doğrusu bir parçamın, düşüncelerimle duygularımın, ama en kötü, en anlamsızlarının ete kemiğe bürünmüş şeklisin.”[11]

Şeytan İvan’ı yarı yarıya onaylar:

Uykuda, en çok da kabuslarda, mide bozukluğunda falan, insan bazen adeta bir sanat eseri gibi düşler görür; karışık, gerçek hayata uygun şeyler, bir sürü olay. Bunları birbirine birtakım entrikalar bağlar, içinde en ince duygularımızdan gömleğimizin düğmesine kadar öyle ayrıntılar vardır ki, yemin ederim sana, Lev Tolstoy bulamaz bu kadarını. (…) Ben sadece gördüğün bir hayalim, ama kabustaymış gibi, yepyeni, şimdiye kadar senin aklına gelmeyen şeyleri söylüyorum. Asla düşündüklerini tekrarlamıyorum, oysa ben sadece bir kâbusum, başka bir şey değil.[12]

Kişinin gördüğü kâbus daha önce düşüncelerinde olmayan, aklına gelmeyen şeyi nasıl açığa çıkarabilir? Şeytanın bilinçdışından konuştuğunu, başka bir ifadeyle bilinçdışının karanlık yanlarını ortaya çıkardığına kuşku yoktur; bunun için bilincin kapalı olması ilk koşuldur; uyku, afyon, kâbus, hatta bir “hastalık” olması gerekir. 

Fiziksel bir rahatsızlığı insanın zihinsel etkinliği için temel bir mesele olarak gören Thomas Mann, Doktor Faustus’ta Karamazov Kardeşler’e benzer bir ikileşmeyi ele alır. Adrian Leverkühn’ün estetik bütünlüğe ulaşabilmesi için hastalık şarttır, ki Thomas Mann birçok eserinde hastalığı sanatsal yaratımda temel bir unsur olarak görür: Buddenbrook Ailesi’nin[13] sanatçı ruhlu Christian’ı hastadır, Hans Castorp[14] sanatoryumda tedavi olurken zihinsel sıçramalar gerçekleştirir, Tonio Kröger yaratıcı ruhun ve sanatın ebedi karşıtı olarak hayatı işaret eder, çünkü “sağlığı zayıfladığı ölçüde sanatçılığı bilenir”.[15]

Doktor Faustus’ta zihinsel etkinliğin, yani ruhun ortaya çıkabilmesi için iki şey gereklidir: Hastalık ve kötülük. “Kişiyi selamete erişmek bakımından en kökten kuşkulara düşüren türden bir günahkarlık, selamete uzanan en hakiki teolojik yoldur.”[16] Şeytan olmasa kimse teolojik olarak varlığını sürdüremez.[17] Sanatçı caniler ve delilerin kardeşi olmak zorundadır. Şeytan yaratıcı düşünce için gerekli olan hastalıkla ilgili şöyle der: “Hastalık, bu göze batmayan, saygılı ve gizemli hastalık, dünyaya ve vasat yaşama karşı bir bakıma eleştirel karşı duruş geliştiriyor. Kişiyi, kentsoylu düzene karşı daha dik, daha müstehzi kılıyor ve onun özgür düşünceye, kitaplara ve fikirlere sığınmasını sağlıyor.”[18]

Adrian Leverkühn henüz dünyadayken cehenneme hazırlanır, çünkü “gururlu bir ruha yetebilecek tek şey, sıra dışı bir varoluştur”.[19] Leverkühn’ün kibri bunu ılık bir şeyle değiştirmeye asla müsaade etmez; hastalığı kendi iradesiyle kabul eder ve demans olur. Demans, anlatıcıya göre kendi benliğinden sapmak, kendine yabancılaşmak anlamına gelir.[20] İkiye bölünme Doktor Faustus’ta olduğu gibi Thomas Mann’ın bütün eserlerinde yaşamla zihin arasında uzlaşmaz bir karşıtlık olarak ortaya çıkar. Nitekim “şeytanın yardımı olmaksızın, kazanın altında cehennem ateşi yanmaksızın sanat yapmak imkânsızdır”.[21]

Jorge Luis Borges’te de ötekilik yaşamla zihin arasındaki bir kavgadır. Yazarın “Öteki” isimli öyküsü, 1969 yılının şubat ayında Cambridge’de, Charles Irmağı civarında geçer. Borges, görünürde tek bir kişi bile yokken birden o ânı daha önce yaşamış olduğu izlenimine kapılır ve psikologlara göre bunun bir yorgunluk belirtisi olduğunu söyler. Irmak, Borges’e ister istemez zamanı ve Heraklitos’u hatırlatır. Bankta otururken yanında aniden 1918’deki gençliği beliriverir ve artık zaman gibi mekân da değişmiştir: İki Borges bu sefer Cenevre’de, Rhone’un birkaç adım ötesindeki bankta oturuyordur. Kendini ve sesini tiksintiyle tanır ve bu karşılaşmayı bir düş olarak değerlendirir: “Eğer,” der, “bu bir düşse, her ikimizin de düş görenin kendisi olduğunu düşünmesi gerekir. Belki düş görmeyi bir yana bırakacağız, belki de bırakmayacağız. Ama başka görevlerimiz arasında bizim gerçek görevimiz, evreni, doğmuş olmayı, gözlere bakmayı ve soluk almayı kabullendiğimiz gibi düşü de kabul etmemiz.”[22]

Borges’in gölgesiyle karşılaşması bilinçdışında gerçekleşir ama bilinçdışı varlık için en az bilinç kadar önemlidir. Ona göre “gerçekte, uykudan uyanıp da kendisiyle karşılaşmayan insan yoktur”.[23] Onların başına gelen de aynı şeydir, tek fark iki kişi, iki Borges olmalarıdır. Aslında “Yunanlıların bildiği gibi hepimiz bir düşün gölgeleriyiz,” der. [24]

“Rüyalarda imgeler yarattıklarını düşündüğümüz izlenimleri şekillendirirler; bir sfenks bize baskı yaptığı için korkuya kapılmayız; hissettiğimiz korkuyu açıklamak için sfenks düşleriz.”[25] Yani Borges’in gördüğü rüya aslında kendi içinde olan karşıtlığın cisimleşmiş halidir. Yazar, “Borges ve Ben” adlı öyküsünde bu karşıtlığın ipuçlarını açıkça verir:

Ben yaşıyorum, kendimi yaşamın akışına bırakıyorum ki öteki Borges edebiyatını örebilsin; bu edebiyat benim yaşam nedenim. Benim yazgım kesin olarak kaybolmak, ancak bazı anlarım öteki Borges’in yaşamını sürdürebilir.[26]

İnsan, bir bedenin içine hapsolmuş iki ayrı varlıktır. Bu durumun halüsinasyon ya da kâbuslarda cisimleşmesi, kişinin kendilik bilincinin yüksek olduğunu gösterir. Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi’nde[27] Basil Hallvard’ın yaptığı portre üzerinden bu karşıtlığı yansıtırken, Stevenson Dr. Jekyll’in “bilimsel” deneyleri sonucunda ötekiyi yaratır.[28] Edgar Allan Poe’da öteki vicdandır[29], Tolstoy ise ayrımı “yaşayan ben ve ruhsal ben” olarak yapar.[30]

***

Carl Gustav Jung, psikolojideki temel paradigmalara karşıt olarak insanın kolektif bilinçdışına sahip olduğunu iddia etmiş, bu anlamda gölge arketipine özel bir önem vermiştir. Yazarın Kur’an’ın on sekizinci suresi (Kehf-Mağara) üzerine yaptığı değerlendirmede mağara “yeniden doğuşun gerçekleştiği yer” olarak tanımlanır. Mağara, simgesel olarak insanın kuluçkaya yatıp yenilenmek üzere kapatıldığı oyuktur. “Her kim mağaraya ya da bilincin dışındaki karanlığa girerse, kendini önce bilinçdışı bir dönüşüm sürecinin içinde bulur. Bilinçdışına girmesi, bilinci ile bilinçdışının içerikleri arasında bir bağ kurmasını sağlar. Bunun sonucunda kişiliğinde olumlu ya da olumsuz anlamda kökten bir değişim olur.”[31] Jung bu değişimi gölge imgesiyle açıklamaya çalışır. Cesur biri korkaklığı, cömert biri cimriliği, inançlı biri ise Tanrıtanımazlığı bilinçdışında gizleyebilir. İnsan, aslında her ne ise onun karşıtını da içerisinde taşır. “Bireyin öncelikle tanışması ve entegre etmesi gereken arketipsel öge, ‘gölge’sidir.”[32]

Kehf suresinde anlatılan kıssa, Musa ile hizmetçisinin yolculuğu ve Hızır’ın ortaya çıkışıdır. Musa, genç hizmetçisine iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağını söyler ve senelerce yürümek pahasına yola çıkarlar. Denizin birleştiği yere vardıklarında ikisi de yorgundur. Musa kuşluk yemeklerini ister. Hizmetçisi balığı unuttuğunu fark eder ve şöyle der: “Kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unuttum; onu hatırlamamı muhakkak şeytan unutturdu. O şaşılacak bir şekilde denizdeki yolunu tutmuştur.”  Musa “İşte aradığımız oydu,” diye karşılık verir. Geldikleri yoldan geri dönmeye karar verirler. Karşılarına Allah tarafından “özel ilim” öğretilmiş bir kul çıkar. Musa ona “Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen şartıyla sana tâbi olabilir miyim?” diye sorar ve şöyle cevap alır: “Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin. Havsalanın almadığı şeye nasıl sabredeceksin!” Musa “İnşallah beni sabırlı bulacaksın, senin hiçbir işine karşı gelmem,” der. İsteği kabul edilir; bu kişi Hızır’dır.

Jung’a göre bu ayette Musa, arayan, arayış içinde olan insanı ifade eder:

Yeşua, Nun'un oğludur. Nun, bir balık adıdır ve Yeşua'nın kökeninin derin sularda, karanlıkta, gölgeler âleminde olduğuna işaret eder. Musa, farkına varmadan yaşam kaynağını bulduğunu ve yeniden kaybettiğini anlar, ki bu dikkate şayan bir sezgi olarak nitelendirilebilir. Yemeyi düşündükleri balık bilinçdışının bir içeriğidir ve ilk kökenle bir bağ kurulmasını sağlar. Balık, yeniden doğmuş, yeni bir yaşama kavuşmuştur. Yorumlara göre, bunun gerçekleşmesinin nedeni, abıhayatla temas etmiş olmasıdır. Balık denize atladığında, yeniden bilinçdışının içeriği olur. Balık, Yaratan'ın karanlık dünyasından gelen gölgenin, bedensel insanın babası Nun’a işaret eder. Balık yeniden canlanmış ve yurduna, denize geri dönmek için sepetten dışarı sıçramıştır, yani baba, hayvan ata ve yaşamın yaratıcısı, bilinçli insandan ayrılır; bunun anlamı, insanın içgüdüsel ruhunu kaybetmiş olmasıdır. Bu süreç, nevroz psikopatolojisinde çok iyi bilinen ve daima bilincin tek yönlülüğüyle ilgili olan çözülme semptomudur.[33]

Jung’a göre bu yolculukta Musa’ya “gölge”, “hizmetçi” ya da “alt” insan eşlik etmiştir. Yani Musa’nın gölgesi (ötekisi) yanındaki genç hizmetçidir. Dönüş yolunda karşılaştıkları Hızır ise kendiliği, ben bilincini temsil eder. Kişinin kendiliğe veya ben bilincine varabilmesi ancak gölgesini tanımakla mümkün olabilir. Jung gölge arketipini ele alırken edebiyattan fazlasıyla yararlanmış ve “öteki”nin evrensel özünü incelemiştir.

Wilhelm Dilthey, doğa bilimlerinin belirleyeci etkisinden tamamen kurtulmuş bağımsız bir alan olarak “tin bilimleri” inşa etmeye çalışırken tiplerin ve tekilleşmenin önemine dikkat çeker. Bağımsız, kendi ilke ve yöntemlerini kendisi belirleyen tin bilimlerinin temeli Dilthey’e göre sanat ve edebiyat olmalıdır. Çünkü “sanat yaşamı ifade etmeye çalışır. İnsani-tarihsel dünyanın tüm tekilleşmesi, bilimin onu bilmeye çalışmasından çok önce ilk kez sanatsal yaratmada anlamaya açılır”.[34]

Kavramın imge ya da yasayla arasındaki ilişki hiç kuşkusuz sosyal bilimler açısından temel bir meseledir. Doğa bilimleri yasaya ulaşmayı amaçlarken sosyal bilimler kavrama yükselmek ister. Nitekim kavrama yasa yoluyla değil, imge temel alınarak ulaşılmıştır. “Akılcı felsefe,” der Jung, “gölge deyimiyle küçümsenen, içimizdeki o diğer insanın bilinçli planlarımızı ve amaçlarımızı destekleyip desteklemediğini sorgulama zahmetine katlanamaz. Açıkça, içimizde, varlığı içgüdüsel doğamızdan kaynaklanan, gerçek bir gölge taşıdığımızın farkında değildir.”[35] Tutarsızlık ve bütünlük varlığın dışına itilmiştir, çünkü insan düşünce ya da birtakım kuramlardaki tamlığa hiçbir zaman ulaşamaz. Tutarsızlık, kendi kendiyle çelişme ve mantık dışılık -aşırı yorumla- insanın özü olarak kabul edilir.[36] Jung psikolojisinde doğa bilimlerinin etkisinden ziyade sanat ve edebiyatın izlerini görmemiz akıllara ister istemez şu soruyu getirir: “Shakespeare, Goethe ya da Cervantes, sosyal bilimlere niçin Newton ve Einstein’dan daha az şey söylesin?”


[1] Bu konuyla ilgili oldukça önemli bir çalışma için bkz. Otto Rank, Eş Benlik, Bir Psikanaliz Çalışması, çev. Gökçe Metin, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2016, 1. Baskı.

[2] Meltem Gürle, “Poe’dan Dostoyevski’ye ‘Kötü İkiz’”, Oggito, 29 Eylül 2015, https://oggito.com/icerikler/poe-dan-dostoyevski-ye-kotu-Ikiz-meltem-gurle/7683

 [3]William Shakespeare, Hamlet, çev. Sabahattin Eyüpoğlu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020 26. Baskı, s. 54-55.

[4] W. Shakespeare, Hamlet, s. 101.

[5] Johann Wolfgang Von Goethe, Faust, çev. Genç Osman Yavaş, İstanbul: İthaki Yayınları, 2019, 4. Baskı, s. 64.

[6] “Hangi kıyafet olursa olsun giyeceğim, bu dar dünyada yaşamanın acısı her halükârda çekeceğim.” Goethe, Faust, s. 71.

[7] “Sen yine çık karşısına, ne var ki bakmaz o çirkine, tıpkı aziz gözleri, göremediği gibi gölgeleri.” Goethe, Faust, s. 363.

[8] Goethe, Faust, s. 37-41.

[9] Goethe, Faust, s. 500.

[10] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, 10. Baskı, s. 847.

[11] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, s. 849.

[12] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, s. 852.

[13] Bkz. Thomas Mann, Buddenbrooklar: Bir Ailenin Çöküşü, çev. Kasım Eğit ve Yadigar Eğit, İstanbul: Can Yayınları, 2022, 14. Baskı.

[14] Bkz. Thomas Mann, Büyülü Dağ, çev. İris Kantemir, İstanbul: Can Yayınları, 2022, 24. Baskı.

[15] Thomas Mann, Tonio Kröger, çev. Fatih Özgüven, İstanbul: Can Yayınları, 2021, 3. Baskı, s. 32.

[16] Thomas Mann, Doktor Faustus, çev. Zehra Kurttekin, İstanbul: Can Yayınları, 2021, 6. Baskı, s. 364.

[17] Thomas Mann, Doktor Faustus, s. 358.

[18] Thomas Mann, Doktor Faustus, s. 342.

[19] Thomas Mann, Doktor Faustus, s. 368.

[20] Thomas Mann, Doktor Faustus, s. 733.

[21] Thomas Mann, Doktor Faustus, s. 723.

[22] Jorge Luis Borges, Kum Kitabı, çev. Yıldız Ersoy Canpolat, İstanbul: İletişim Yayınları, 2020, 7. Baskı, s. 45.

[23] Borges, Kum Kitabı, s. 45.

[24] Jorge Luis Borges, Alef, çev. Tomris Uyar, Peral Bayaz Charum, Fatih Özgüven ve Fatma Akerson, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, 5. Baskı, s. 109, “Öteki Ölüm” (çev. Tomris Uyar) adlı öykü.

[25] Jorge Luis Borges, Yaratan, çev. Peral Bayaz Charum ve Ayşe Nihal Akbulut, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, 4. Baskı, s. 85 (Coleridge’den alıntı).

[26] Borges, Yaratan, s. 89-90.

[27] Bkz. Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev. Ezgi Altun, İstanbul: İthaki Yayınları, 2016, 4. Baskı.

[28] Bkz. Robert Louis Stevenson, Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi, çev. Kaya Genç, İstanbul: İletişim Yayınları, 2021, 1. Baskı.

[29] Edgar Allan Poe, Bütün Öyküleri/Cilt 1, çev. Hasan Fehmi Nemli, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, 2. Baskı, s. 158, “William Wilson” adlı öykü.

[30] Tolstoy söz konusu ayrımı Diriliş’te Nehlüdof’un suçluluk duyarak geçirdiği değişimi anlatırken yapar. Bkz. Lev Nikolayeviç Tolstoy, Diriliş, çev. Ergin Altay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019, 4. Baskı, s. 105-108.

[31] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, çev. Zehra Aksu Yılmazer, İstanbul: Metis Yayınları, 2005, 2. Baskı, s. 67.

[32] Jung, Dört Arketip, s. 13, Orhan Koçak’ın yazdığı önsöz.

[33] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, s. 69.

[34] Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev. Doğan Özlem, İstanbul: Notos Kitap, 2012, s. 46.

[35] Carl Gustav Jung, Arkaik İnsan, Keşfedilmemiş Benlik, çev. Barış İlhan ve Canan Ener Sılay, İstanbul: İlhan Yayınevi, 1999, 1. Baskı, s. 103.

[36] Bkz. Barış Karakuş, “Rasyonellik, Ötekilik”, Parşömen Fanzin, 7 Ekim 2021, https://parsomenfanzin.com/2021/10/07/rasyonellik-otekilik-baris-karakus/