"Tiyatrosuz Kalan Tiyatrocular Tiyatro Yapma Koşulları Üzerine Düşünmeye Başladı"
"Babamı Kim Öldürdü" ve Pandemide Tiyatro Üzerine Kemal Aydoğan ve Onur Ünsal ile Söyleşi

Gün geçtikçe adını daha çok duyduğumuz Édouard Louis’nin aynı isimli romanından oyunlaştırılan, Babamı Kim Öldürdü prömiyerini eylülde Moda Sahnesi’nde yaptı. Bu vesileyle, oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan ve oyuncusu Onur Ünsal ile günümüzü, pandemi döneminde yeniden tanımlanan tiyatroyu, dünya düzeniyle olan derdimizi ve daha nicelerini konuştuk…

***

Klasik bir soruyla başlayalım. Öncelikle Babamı Kim Öldürdü, Moda Sahnesi’nin kuruluşundan bu yana sahip olduğu çizgiye ait bir metin. Ancak kitap daha Türkçeye çevrilmeden siz oyunu ortaya koydunuz. Metinle tanışma hikâyenizden bahsedebilir misiniz? Metni okurken, “Mutlaka bunu oynamalıyız!” dediğiniz an ne zamandı? Konusu mu ilginizi çekti daha çok, yazarın dili mi?

Kemal Aydoğan: Bu güzel bir hikâye, güzel bir karşılaşma aslında. Ahsen Özercan, Moda Sahnesi’nde oyunculuk yapan ve asistanlık yapan bir arkadaşımız. İki sene önce Schaubühne’e staja gittiğinde yazarın bir oyunu oynanıyormuş, Şiddetin Tarihi, yazarla bu vesileyle karşılaşmış. Sonra Babamı Kim Öldürdü romanını okumuş. Almancadan bir bölümünü çevirerek bana okuttu. Geçen yılın ocak sonu şubat başı gibi bir tarihti. Romanın çok kısa bir bölümünü okumuş olmama rağmen çok etkiledi beni. Tümünü okumadan dahi çok etkileyiciydi. Sonra Ayberk Erkay’a verdik bir okur musun bu metni diye, bu arada pandemi girdi tabii, unuttuk bir süre, Ayberk de meğer metni biliyormuş ama biz ilgilenince daha hızlı davrandı, bir hafta on gün içinde hemen çevirdi, sonra pandeminin o ilk şokunu atlatınca, böyle hazır elimizde tek kişilik oyun olabilecek bir roman var, bunu seneye yapabilir miyiz dedik, çok iyi denk geldi. Onun için de karar verirken çok zorlanmadık. Metni sevmemizde de iki şey etkili oldu. Birincisi duygusu, duygulara yaklaşım biçimi. Onları üzerimize boca ederek oluşacak bir etkiden yana değildi. Arabeskten uzak bir duygu atmosferi. İkincisi de fikir düzeyi. Duygular hangi fikirlere açılıyor? Bu duygu-fikir iç içeliği, bu birbirinden ayrılamaz olan unsurların birbirini etkileme ilişkilerini anlatması. Tabii ki içinde yaşadığımız kapitalist sisteme ait kurumların içinde gelişiyordu bu duygu fikirler ve bir insan imal ediyordu. Çoğunluğumuzun hayatı tüm yalınlığıyla gözümüzün önündeydi. Artık durumumuzu algılamamak, fark etmemek konforunu kaybedecektik oyunu okuduktan ya da seyrettikten sonra.

Oyun eşzamanlı olarak Fransa, Almanya ve Hollanda’da oynanıyor. Metnin doğum yeri Fransa dışında bunu sahneleyen ilk tiyatrolardan olmak nasıl bir duygu? Yapılmayanı yapmak sizi zorladı mı?

Onur Ünsal: Yaşayan bir çocuğun, benden küçük olan bir çocuğun biyografisini oynamak gerçekten tuhaftı. Genelde öyle olmuyor, dolayısıyla bu enteresan bir tecrübeydi. Kemal Abi “Tiyatro kalın hatlı bir sanat,” derdi zaman zaman, bu iş biraz böyle bir şey, Fransa’da o çocuk (Édouard Louis) bir anda zıpladı çıktı, orada birtakım olaylara sebep olmuş, sorgulamalara sebep olmuş, basın evlerinden politikacılara kadar yalan mı doğru mu söylüyor gibi sorulara kadar çeşitli olaylar yaratmış bir çocuk. Onun yarattığı bu olaylar Fransa’da da tabii birtakım karşılıklar bulmuş, bunun Türkiye’de de, çocuğun anlattığı meselenin Türkiye’nin de gerçek meselesi olduğunu düşünürsek, burada da yankılatmak bizim egomuza iyi geldi bence. Tanınması bilinmesi ve aynı olayı burada yaratması gerekiyordu çocuğun. Mesela Fransa’da şu anda halihazırda devam eden ve sonuçlanan davaları var aleyhine ve lehine bazı olaylar yaşanıyor. Biyografi mi gerçek mi, o kadar açlık var mı gerçekten gibi soruları sordurtmuş, burada da sordurtması gerekiyordu, buna vesile olmuş olmak muhteşem ve şöyle söyleyeyim tiyatroya yakışır aktiflikte bir iş oldu. Bizim hoşumuza giden şeylerden biri de bu. Şu anda bu oyunu kapatır kapatmaz bu oyunla ilgi konuşabileceğimiz çok şey var, verebileceğimiz örnek, anı çok fazla şey var, hepsi bize ve buraya ait. Dolayısıyla oyunun “forumsal” bir niteliği var, “Sahneden Naklen”de de bu böyle oldu, canlıda da bu böyle oldu. O günün o günde sorgulanması gibi bir aktifliği oldu, bu bence tiyatroya çok yakıştı, biz öyle olduğunu düşünüyoruz. Seyirciye çok yakın o klişe dört duvardan uzak çok etkin bir faaliyet oldu, dinleyen için de oyunu yapan için de, dönemi içinde de etkileşimi yüksek bir faaliyet oldu. Biz başka bir tiyatro yapmış olsaydık belki tiyatro maceramıza devam ediyor olurduk ama bu oyun biraz da etkileşimi bol bir hayat doğurdu.

Oyundaki metin kitap ile birebir aynı, oyunu sahneye koyma aşamasında metnin dışına çıkmayı hiç düşündünüz mü? Oyun tek kişilik ve tek perde ancak metinde bir anlatıcı olsa da birçok farklı karakter ve olay var, neden tek kişilik bir oyun olarak ortaya koydunuz?

K. A.: Tek kişilik bir oyun evet çünkü onun (anlatıcının) zihninin içindeki şeyi görmemiz gerekiyordu. Sahnede somut olarak başka biri olduğunda sanki bu fikir zedeleniyor, bozuluyordu. Hepimizin kendi zihnimizin içindeki konuşmalar gibi olmalıydı. Biz tekiz ama kafamızın içi kalabalık. Mesela birdenbire bir şey düşünürken buluverdiğimiz anlar gibi. Gündelik hayatın akışından koptuğumuz o anlar gibi. Bir fikri, duyguyu fark ediş anları. Hiç gitmek istemediğimiz anılara gitmek, çağırması bize zor gelen anları tekrar çağırmak gibi. Bunu tek başına yaparız, kimse olmaz yanımızda. Kalabalık içinde yapabilme gücünü buluruz bazen. Bu kalabalıkta tek başına kalabilme kabiliyetiyle ilintili galiba. Bir arkadaşım derdi ki bir insan tek iken en sahici halindedir. İki kişiyle bunun yarısı gider. Kişi sayısı arttıkça da bölünerek yok olur, sahicilik yerini sahteye bırakır. Bundan dolayı ikinci insan olamazdı bu anlatıda…

O. Ü.: Burada Sartre’a da bir atıf yapalım, neredeyse Sartre gibi konuştun Kemal Abi… Tek kişiyle iki, üç, dört kişi paylaşımı arasında yoğun bir gerçeklik farkı var. Bence de estetik görünürlük açısından orada başkalarının olması doğru olmazdı, kesinlikle etkisini yitirirdi çünkü biyografinin kendisinden oluşmadığını ispat etmesi gerek. Sahnede başkaları varken böyle bir ispat çabası da ortadan kalkıyor.

Dekordan biraz bahsedebilir misiniz? Neleri göz önüne aldınız sahneyi tasarlarken? Çünkü kitabın başında “Bu bir tiyatro sahnesi olsaydı…” olarak başlayan ve çeşitli potansiyel mekânları sıralayan bir bölüm var ve sizin kurduğunuz sahne bunlardan bağımsız.

K. A.: Bu oyunda çok etkin bir yazı var, yazıyla düşünmek var, düşünmenin araçlarından biri olarak yazı var. Bu Édouard Louis’nin temel faaliyet alanlarından biri zaten. Çoğu insan yazarak düşünmüyor oysa. Oyunda okul ve okul kültürüne, cahilliğe epeyce bir değiniliyor. İnsan yaşadığı hayat üzerine düşünmelidir. Bu “düşünür” denen birilerince yapılamaz sadece. Toplumu oluşturan tüm fertler bunu yapmalı sağlıklı bir toplum için. Yazı bu anlatının ana temalarından biri. Kitap sayfaları gibi bir fonumuzun olması o nedenle. Hatta bu fonda sadece yazı yok. Aynı zamanda oyunun önemli unsurlarından nesneler de var. Hatta o nesnelerin yazarın zihninde kalmış hallerini çağrıştırması için fotoğraf değil, suluboya çizim olarak var. Bir başka görsel ise politikacı fotoğrafları. Bunlar gerçek görüntüler olarak yansıtılıyor fona. Hepimizin ortak belleği olduğu için. Sonra bir baba var mı yok mu o belirsizliği yaratsın diye bir yatak var sahnede ama baba yok içinde. O boş yatağa babası varmış gibi konuşuyor çocuk. Temelde de yazı aracı olarak bir masa var ve bunları düşündüğü yer olarak kendine ait olan odadan yine kendine ait masaya gidip geliyor.

O. Ü.: Biz oyunu çalışırken son haftalara doğru gördük o paragrafı. Daha Ayberk orayı çevirmemişti, biz prova yaparken aynı zamanda Ayberk sürekli çevirmeye devam ediyordu, yeni taslaklar getiriyordu, çalışmamızın sonlarına doğru o kitabın başındaki paragrafı. Ben dekoru sonradan anladım. Bu tarz konularda bence oyuncu ve yönetmen aynı anda konuşmamalı… Ama bana yardımcı olması açısından muhteşem bir dekor ürettiklerini söylemeliyim, ben ilk defa tek kişilik bir oyunda oynuyorum ve bir şeylerin sana yardımcı olması gerekiyormuş gerçekten. Dekorda mekânı ikiye, hatta üçe ayırmış olmak, masa başında oturan çocuk, sedyeyle konuşan çocuk, arkaya gidip anılarını çağıran çocuk ya da ayakta bunların ortasında bir şeyler konuşan, kafası gidip gelen çocuk, mekânlarını belirlemiş olmaları oyuncuya lüks aslında, işini kolaylaşıyor. Zor bir şey kolaylaşıyordu bu anlamda. Cansu Aslan’ı buradan anıyoruz, çok güzel bir iş çıkardılar hakikaten. Beni hiçbir yere götürmeden mekândan mekâna koyabiliyorlardı, çok güzel oldu.

Metnin sonunda, zenginlerin nasıl gittikçe zenginleştiği ve yoksulların yoksullaştığına değiniliyor. Hatta zenginlere yapılan vergi indiriminden yoksul yardımlarında beş Euro kesintiye gidilmesine kadar anlatmış Louis. Metin 2018’de yazılmış ve akla hayale gelmeyecek bir şekilde iki sene sonra pandemi ortaya çıkıyor, zengin-yoksul arasındaki mesafe gittikçe açılıyor. Pandeminin bu metni, dolayısıyla oyununuzu beslediğini düşünüyorum. Siz bu ilginç tesadüf için ne söylemek istersiniz?

O. Ü.: Ben pandemi bu oyunu besliyor, bu oyun bu pandemiyi meselesine katılmıyorum. Bu oyundaki gibi anıların hepsi gerçek. Bu örneği daha önce de verdim, mesela ayçiçek yağının fiyatı, “Trans yağ içerir” ibaresinin kaldırılması, tam tersine dönmüş bir gıda düzeni var şu anda ve bunlar tamamen ekonomik. Bunların hepsi sadece cebimizdeki paranın gidip gelmesi değil, bu mahvolmak, ne yediğinin belli olmaması, sonra hasta olman, sonra o ilacı satın alamaman, sonra ilacı satın alamadıktan sonra da yavaş yavaş ölmen. Bir yandan birilerinin çok zengin olması ama bir yandan da bütün dünyanın fakir olmaması, paranın aslında bitmediği gerçeği, yani sadece birtakım insanlarda toplandığı gerçeği, bir yandan insanlar sürünürken bir yandan milyarlarca dolar vergi affı çıkması. Oyunun sonunda söylediğim şeyin aynısını söylüyorum. Pandemiyle nasıl buluştu bu metin diyorsun, bu metin olayın kendisi zaten, çocuğun kendisinin bize “Yeter!” demesi nasıl buluşmasın ki. Tabii doğru, pandemiyle birlikte dünyayla çok ilgilendik, emek ve sosyal farklılıkları fazlaca konuşmaya başladık. Dolayısıyla evet, denk düşmesi doğru fakat bu var zaten, bir şeyin denk düşmesi gerekmiyor. Virüse denk geldi değil, bence içinde olduğumuz şeyi bağırıyor çocuk. Oyun ilgi anlamında evet, birtakım dünya meselelerine denk düşmüş olabilir ama onun adı popülerlik, mesele hep var.

K. A.: Pandemi Türkiye’de özel tiyatroculara yaptıkları mesleği/sanatı hangi koşullarda yaptıklarını fark ettirdi. Ayılma zamanı oldu. Niye? Çünkü virüs tüm olanakları elimizden aldı. Para yok, iş yok, tiyatro yok. Tiyatrosuz kalan tiyatrocular birden durumun vahametinin farkına vardı. Sürmeyebilirmiş meğer. Biz yarın sabah da uyanacağız, şimdi böyle düşünüyoruz, kahvaltı yapacağız, dünyaya bakacağız, öfkeleneceğiz, sevineceğiz derken öğlen yemeği vakti gelecek vb. Sanki bu akış devam edecekmiş gibi bir his var. Oysa pandemi gösterdi ki bu akış eskisi gibi devam etmeyebilir. Bildiğiniz yaşadığınız formlar kesintiye uğrayıverir. Devrimin yapacağını virüs yaptı, kesintiye uğrattı.

Şimdi bu kesintinin ürettiği bir çaba var. Bu yaşadıklarımız, hakkındaki farkındalık düzeyini arttırdı. Birdenbire neredeyse tüm tiyatrocular tiyatro yapma koşulları üzerine düşünmeye başladı; zorunda kaldık. Bunun toplumun geneli için de geçerli olduğunu söylersek hata yapmış olur muyuz? Sanmam. Yani madencilerin bu kadar kuvvetle seslerini çıkarması, direnmesi, Boğaziçi’nde yaşananlar bu farkındalığın eyleme dönmüş halleri sanıyorum.  

Édouard Louis’yi ben Moda Sahnesi ile tanıdım ve Türkiye’de birçok kişinin bu sayede tanıdığına da eminim. Bu özel bir his olmalı değil mi? Dünyaca ünlü bir yazar ve kitap sayenizde tanınıyor ve hatta kitap sizin oyununuz sebebiyle Türkçeye çevriliyor. Sonuçta her işin bir egosu var…

K. A.: Şöyle, her iyi karşılaşma hayata yapılmış katkı. Ahsen’in bu metni, bu yazarı tanımış olması, içinden bir parçasını çevirip bana göstermesi, Ayberk’le, Onur’la Moda Sahnesi’nde bir prodüksiyonu gerçekleştiriyor olmak, oradan seyirciyle karşılaşmak bir kere zaten gücümüzü ve kudretimizi arttıran şeyler bunlar. Louis evet hayat hakkında duyguları fikirleri çok güzel çözümlemiş, çok güzel bir perspektife sahip fakat aynı zamanda durduğu yer de eşitlikçi, özgürlükçü bir yer. Onun dünyasında ayrımcılığa, şiddete, nefrete yer yok. Bu karşılaşmanın kendisi başlı başına çok kıymetli. Dünyada yapılan tüm Babamı Kim Öldürdü oyunları ve onu izleyen seyircileri düşünerek söylüyorum Édouard Louis’nin oyununun etrafında toplanmış bir topluluğuz. Bizi birbirimize bağlayan bir unsur olarak işlev gördü, bir ağ kuruldu. Buna vesile oluyor olmak, yani bir noktadan başlayıp bu yayılımı sürdürmek, yeryüzünde başka tanıdıklar bulmak, hiç tanımadığımız insanlarla bir oyun aracılığıyla tanışmak, aynı dünyanın insanı olmak kısmı önemli ve heyecan veriyor düşünürken. Buna ego demek yerine bu karşılaşmaların kuvvetinin çoğalmasına katkıda bulunmanın hazzı diyebilirim belki.

Günümüzün popüler başlığıyla devam edelim, pandemi döneminde tiyatro. Martta yasakların gelmesiyle birlikte kapatılan ilk yerlerden biri tiyatrolar oldu. Sizler de dokuz aydır tiyatronuzu ayakta tutabilmek için farklı girişimlerde bulunuyorsunuz; “Sahneden Naklen” ve oyun afişlerinizi satışa çıkarmak gibi. Bunlardan bahsedebilir misiniz?

K. A.: Tabii ki büyük bir şok, gelir nereden elde edilecek, bütün masraflar nasıl karşılanacak? Buna dair bir kaynak yok. Sağ olsun yönetimler bu konuda hiçbir adım atmadılar, işi kolaylaştırmadılar. Hatta pandemin etkisi kendini bu kadar güçlü hissettirmeyecekti ama merkezî ve yerel yönetimler yüzünden daha ağır geçirdik bu hastalığı. Onlar bir şey yapmıyorsa biz yapmalıydık. Aklımıza ilk, afişleri tekrar tasarlatmak, imzalamak ve satmak geldi, fena da olmadı. Babamı Kim Öldürdü oyununun prodüksiyonunu, harcamalarını buradan karşıladık. Sonra Babamı Kim Öldürdü ile birlikte sezonu açtık ve iki buçuk ay kadar 1/3 kapasiteyle sezonu sürdürdük ama tabii ki kasımın sonunda yeni tedbirlerle tiyatrolar yasaklanmasa da akşam saat 9’da evimizde olmamız gerektiği için oynamanın imkânı kalmadı. Salona bağımlı bir sanat olan tiyatronun başına gelebilecek en büyük felaket gelmişti. “Sahneden Naklen”in hazırlıklarına ağustosta başlamıştık. Kışın kapanma gibi bir bela başımıza gelirse diye. İnternet altyapımızı güçlendirdik. Oyunları canlı göstermeyi istiyorduk. Seyirci ile bağımızı bu yöntemin en iyi biçimde kuracağını düşünüyorduk. Bant yayına sıcak bakmıyorduk. Birkaç ayda teknik işleri ayarladık, aralıkta “Sahneden Naklen”e başladık.

Böylesi bir imkânsızlıklar döneminde ortaya konabilecek en iyi çözümlerden “Sahneden Naklen” ve başta İngiltere olmak üzere dünyada da bunun örneklerini görüyoruz ancak bir yandan bu teknoloji, tiyatronun sahne tutkusunu yok ettiği gerekçesiyle bir kesim tarafından eleştiriliyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

O. Ü.: Bence önemli olan şey zaten dramanın kendisi. Tiyatroyu bir daha tanımlamak gerekiyor, yani tiyatronun ne olduğunu. Tiyatro, drama dolayısıyla bitebilen bir şey gibi durmuyor, şiir gibi, edebiyat gibi ölebilecek bir şey değil, insanlık var oldukça var olacak bir şey, dolayısıyla seyirciye ulaşması konusunda klasik tiyatronun neden olmadığı ve çözemeyeceği bir konu olunca her şeyi bir daha baştan düşünmemiz gerekiyor. Evet biz tiyatroya insanların gelmesini, onların bir arada olmasını, gülmelerini çok önemsedik. Bunun bir mahalle hizmeti olduğunu söyledik fakat şimdi fizikî olarak bu ölünce, biz de kendimizi öldürelim o zaman diyemeyiz. Aslında bir yandan da biz drama aktarıcılığı yapıyoruz, dolayısıyla başka bir yöntem bizim ayakta kalmamızı sağlayacaksa bu yöntem denebilirdi. Bu yöntemin kaybettirdiği şeyler oldu. Bu anlamda idealist davranan insanlardan farklı düşünmüyoruz zaten bu yöntemin kaybettirdiği çok şey var, bizim de içimiz burkula burkula karar verdik, normal şartlarda yapmayacağımız bir şeydi fakat kazandırdığı çok şey var. Bunları da düşünmemiz lazım; kişi sayısı, onlarla aynı anda konuşma imkânı vs. Ekonomik birtakım katkıları da oluyor ve bu katkılar ileride bu sanatın daha iyi yapılabilmesinin altyapısını oluşturuyor. Buradan çok fazla fikir doğdu, tabii biz de bu işin acemisiyiz, çok fazla şey doğurdu. Örneğin engelliler için tiyatrolar buradan yapılabilir mi gibi, yurtdışında gerçekten çok fazla insan var, oradan seyirci çok aldık. Bir şeyler kaybettiriyor ama bir şeyler kazandırıyor aynı zamanda. Bizim için esas olan şey, bunu konuşmayı biraz unutuyoruz, pandemi, tiyatro diyerek işin böyle fizikî maddi koşullarına da girdik ama bizim için bizi yükselten, bu ekonomide tiyatroyu kapatmaya değil de başka yollara başvurmamıza sebep olan şey de bu metinler, edebiyat. Bunları bizim aktarma isteğimiz, bunların bilinmesi isteğimiz. Dolayısıyla her şey kapanırsa kimse yan gelip yatmaz, Kemal Abi der ki “Onur dijitalde şöyle bir tiyatro yapalım mı?” Velev ki öldük, artık hiç dışarı çıkamıyoruz, ben yine var olan, yazılan iyi bir metni Kemal Abi ile çalışabileceğimizi düşünüyorum. Dramanın edebiyatın aktarımın yeni yolları var, podcastler çıktığında dedik mi insanlar neden izlemiyorlar, sesli kitap çıktığında, dijital aletler çıktığında, oralardan kitap okuyabildiğimizde bilgisayarlardan sahip olmadığımız, Türkiye’ye gelmeyen şeyleri PDF olarak okuyabildiğimizde, kitabın verdiği hazzı vermediği için bunlara karşı geleceğiz mi diyoruz, hayır bunlar da edebiyatı, şiiri yayma, aktarma yöntemleri olarak pekâlâ kullanılabilir ama tabii ki tercih olarak, fizikî olarak bir araya gelmeyi daha çok önemsiyoruz. Dramayı yaşatmak da öldürmek de bize düşmedi, dolayısıyla yöntemler aracılığıyla dünya bunu yapmaya devam edecek zaten. Biz işe, iş bize yaklaştı. Yaptığımız yayınlardan sonra biraz daha pozitif yaklaşıyoruz. 1/3 kapasiteyle yaklaşık 30-40 kişi izliyordu, yayını 1.700 kişi izledi ki bu bilet sayısı, bir biletle birkaç kişinin izlediğini düşünürsek yaklaşık 3-4 bin kişi aynı anda canlı olarak oyunu izlemiş oldu. Zaten işin heyecan verici kısmı o yani, sevmediğimiz bir şeyle bunu devam ettiremezdik, bu yollara da başvurmazdık. Bizi motive etmeyen bir şeyle ki o da mesela edebiyat mı, felsefe mi, şiir mi, siyaset mi, bunu yapmak isteği mi, bu olmasaydı bu yollara da başvurmazdık bence. Dolayısıyla yine önemli olan şeyin altını çizmek gerekiyor, iyi bir metin seyirciye yine de bir koşulda ulaşıyor.

K. A.: Etik açıdan en az problem doğuracak formülü bulmaya çalıştık. Ne demek istiyorum? Siz oyunu seyrederken aynı anda, yani ekranın başında siz oyun seyretme emeği gösterirken biz de sahnede bir oyunu oynama emeğinin içindeyiz. Ve tabii ki bu canlılığın getireceği duyguyu da önemseyerek ve karşılıklılık halinin hâlâ bir biçimde sürmesini tasarlayarak aynı zaman diliminde olduğumuzu, bir arkadaşımız demişti bunu, karşılıklı beyan ederek aslında biz de oradayız. Dolayısıyla bu eşitliği seviyoruz ve bu galiba bunu yaparken de en çok bulmayı istediğimiz ilişki biçimiydi; tabii ki bir an önce karşılaşmayı, yüz yüze olmayı istiyoruz ama bu halinde de seyirciyi kandırmadan karşılıklı iletişim kurduğumuzu düşünüyoruz.

Oyun üzerine çalışırken aslında pandemi şartlarının bu oyunu sahnelemenize el vereceğini bilmiyordunuz, büyük bir belirsizlikle bir oyun ortaya çıkarma süreci nasıldı?

K. A.: Onur anlatsın. Eylül gibi bir haber aldık, kapandı kapanacak gibi birtakım şeyler konuşuldu ve bizim tabii moralimiz bozuldu, prömiyeri yapamayacak gibi olduk, hatırlıyor musun?

O. Ü.: Oynayamasak da iyi ki çalıştık, eve gider oynarız gibi şeyler konuştuk… Nitekim açtıktan sonra da benzeri bir şey oldu, biraz seyirciye gösterdik, sonra işte buralara geldik. Ben mesela ressam bir arkadaşıma, sen bana Kuko’yla resmimi yap, ben de sana oyunumu oynayayım dedim, bu yöntem çoğaltılabilirdi. Gerçek bir sosyalizme doğru gidiyorduk… Çok şey konuşuldu fakat çok yüksek bir motivasyonla oynadık yani böyle, moralimiz bozuk nasıl olacak diye sahneye çıkmadık, biz çok mutluyduk, çok güzel bir metni çalışıyorduk, en azından bir süre de olsa cebimizde duracaktı, yine de sonra bir şekilde bir yolunu bulup seyirciye ulaştıracaktık. Dediğim gibi aslında hep bunu konuşurken motivasyonumuzun düşük olmadığını her yerde belirtmek istiyoruz. Biz koşa koşa geldik, provalardan sonra eve gidip sıkıldık, normalde prova bitsin de yemek yiyeyim diye beklersin ama öyle olmadı.

“Sahneden Naklen” ile birlikte binlerce kişinin evine konuk oluyorsunuz ancak salon boş, özellikle bir tiyatrocu için seyircisiz bir salona oynamak, hele de tek kişilik bir oyunda çok zor olmalı. Ne hissettiriyor bu durum size?

O. Ü.: Alışması biraz zaman alacak, yani zor ama alışılmışın dışında olduğu için zor, ekstra bir zorluk atfetmek istemiyorum bu duruma, sadece alışılmışın dışında olduğu için birazcık sizin ona alışmaya, prova yapmaya ihtiyacınız var. Ama çok açıkça söyleyeyim biz çok uzun süre tiyatro yaptık, hem de maraton halinde yaptık. Seyirci yine oradaymış gibi düşünebildim nitekim biraz da çağ olarak yakınız galiba ekrandan birileriyle konuşmaya, ulaşmaya… Dolayısıyla çok fazla insan bilet almıştı ve ben kalabalık bir kitleye oynuyormuşum gibi hissettim açıkçası; çok da yalnız hissettiğimi söyleyemeyeceğim. Ortamda bir heyecan vardı. Kemal Abi bir şeyin başında, teknik ekip bir şeyin başında, onların heyecanı sana bulaşıyor. Onlar süreç aksamadan ilerlesin istiyorlar. Normal bir tiyatro oyununda böyle olur; heyecanlanırsın sahneye çıkmadan önce, arkadakiler heyecanlanır, herkes heyecanlanır, bir aksaklık çıksın istemez kimse, dolayısıyla heyecanımız yerindeydi. Çok detay olarak senkron kaybından dolayı biraz kafam karıştı, ben oynuyorum, seyirci 30 saniye sonradan izliyor, işin açığını söylemek gerekirse kafa karıştırıyor ama onu düşünmemek gerekiyormuş, bir onu anladım. Onun haricinde sadece mekânın kendisi biraz distopikti. Kocaman bir mekân, kapkaranlık… Buradan sonra örneklerine baktım, sadece dijitale üretilen işlere ve bir şeyler buldum ve hoşuma gitti. Mesela İngiltere’de, tabii bu işler orada daha iyi oluyor, bir yazar metin yazmış, ünlü bir oyuncu da oynamış bunu ev gibi bir ortamda da çekmişler ve internete koymuşlar. 3-5 dolar gibi bir fiyata da izleyiciyle buluşturmuşlar. Bir sürü insan, bir sürü insana para kazandırmış. Tiyatro hariç böyle bir şeyin yapılabilirliğine olan yakınlığımı hissettim. Benim için etkisi negatiften çok pozitif oldu.

K. A.: Benim deneyimlemediğim şöyle bir şey var. Beş tane kamera var. Oyunu değişik açılardan, değişik kadrajlarla çekiyor. İçlerinden birinde oyunun o ânının en iyi görüntüsü var. Şu an o kamera olursa, kamerada hikâyenin en iyi ânını yakalarız. Ben böyle düşünürken resim seçici arkadaşımızın görüntü tercihleri başka bir kamerayı seçmek yönünde olabiliyor. Epeyce çalışmamıza rağmen bu tür farklılıklar oluyor. Ortam gereği yüksek sesle konuşulamadığı için anları iyi anlatan görüntülerin bazıları kaçabiliyor. Enteresan bir tecrübe benim için. Benim alışık olduğum çalışmada oyuncunun, sahnenin tümüne bakarsın. Oysa şimdi bir açıdaki ânı yakalamaya çalışıyor olmak gibi tümüyle yabancı olduğum bir biçimde çalışmak durumundayım, yaptığım işin boyutu değişti. Diğer yandan Onur’un dediği gibi, Édouard Louis’nin metni gibi bir metni, yani hepimizin duyması, 80 milyonun duymasını istediğim bir metni bu yolla daha çok insana kısa zamanda ulaştırma imkânı var. Sanki politik tiyatroya oldukça uygun bir alanmış gibi geliyor dijital platform. Ama böyle dedim diye de yarın insanların üzerine sloganlar yağdırmayalım… Ekonomik açıdan da ulaşımı kolay. Bu da bir tür eşitlik sağlıyor. Bir tartışma başlatma, kavramların üzerine konuşturma imkânı gibi cazibeleri var. Bunlar üzerine düşünmek gerekiyor şimdi.

Son olarak, gelecek planları… Önümüzü hiçbir şekilde göremediğimiz bu süreçte, hayatta kalabilmek için geleceğimizi planlamak zorundayız. Moda Sahnesi’nin 2021’i nasıl olacak? Neler planlıyorsunuz?

K. A.: Hırçın Kız çalışıyorduk, pandemiden hemen önce karar verdiğimiz kadrosunu da kurduğumuz oyunu mayıs, haziranda prova yapıp temmuzda oynayacaktık fakat olamadı. Eğer koşullar el verirse, yazın da açık hava sahneleri açık olursa böyle bir hayal kendi adıma görüyorum, umarım oynayacağız. Bence çok güzel bir çevirisi oldu Emine Ayhan çevirdi, Şirret Evcilleşmesi olarak çevrildi, bence ilk kez doğru bir çevirisi yapılıyor, doğruya yakın bir çevirisi. Babamı Kim Öldürdü tabii ki devam edecek, başka da bir şey yapmaya gücümüz yeter mi, oyunlar bulursak belki ama şimdi tabii hakikaten seyri görmemiz gerekiyor. Maskeyle yaşamaya devam ederken 1/3 salon kapasiteyle elde edilecek gelir ile yaşamımızı sürdürmek mümkün değil. Artık ekonomik sıkıntıdan kendi adıma çok yoruldum. Bu yıpratıcılığı nasıl aşarız bilmiyorum. Canlı yayınlar, “Sahneden Naklen”ler, ara formlar olan birtakım denemeler, bunların karşılık bulması gerekiyor. Gelir dediğimiz şey zorunlu bir şey, o salonun 40 bin lira kirası var, bunu ödememiz gerekiyor. Belki de mekândan vazgeçeceğiz. O zaman üretmeye nasıl devam ederiz bilmiyorum. Çünkü mekân motivasyon açısından önemli bir unsur. Bizi 2021’de neler bekliyor, hele de Türkiye gibi devletin varlığının olmadığı sanat alanlarında bizi ne bekliyor, tam bir muamma. 2021 soruları anlık olarak yanıtlamakla geçecek gibi geliyor.

O. Ü.: Ve çok emek, çok, oyun oynamak bela bir iş, sahneye koymak, oyunu oynamak çok bela bir iş; psikolojisi de çok yoğun. Evet bu anlık çok doğru oldu, hakikaten anlık irdeleyeceğiz her şeyi.


Babamı Kim Öldürdü’nün yazarı Édouard Louis. Can Yayınları'ndan çıkan kitabı Türkçeye Ayberk Erkay çevirdi.

Oyunu yöneten Kemal Aydoğan, oynayan Onur Ünsal, yönetmen asistanı Cem Burçin Bengisu. Müzikler Dengin Ceyhan’a ait. Sahne tasarımı Cansu Aslan’a, görsel tasarım Fidel Kılıç’a, ışık tasarımı ise İrfan Varlı’ya ait. Oyuna dair bilgilere Moda Sahnesi’nin sitesinden ulaşabilirsiniz.