“Yeraltı İnsanı Hep Bizimle Birlikte Yaşıyor”
Kemal Aydoğan’la Yeraltından Notlar Üzerine Söyleşi

Büyük mütefekkir Mihail M. Bahtin, “formüller ve kategoriler Dostoyevski’nin düşünüsüne yabancıdır” diye yazıyordu; bu hatta, yani “formül olarak hakikat”, ya da “önerme olarak hakikat” düzleminde durmadan, belli başlı problemler etrafında konuşalım isterim: evvela bir tiyatro yönetmeninin kendi şimdiki zamanını tartışmalı sanırım. Salgınlarla bitap düşmüş varoluşların, karantinalar, kaygılar, yalnızlıklarla iyice kendi içine, bilincine gömülmüş öznelliklerin, ekonomik ve politik krizlerin ortasına 19. yüzyıldan belalı bir karakteri çağırmak neden? Bir adım daha atayım müsaadenle, bizim Edip Cansever’in dizelerini az biraz bükerek, şimdi bu yarı-yabani, ama bir o kadar dokunaklı karakteri  “ansak mı anmasak mı acaba/yeri mi şimdi, değil mi.” Yoksa sahnelenmek için tam vakti miydi?

Madem söz konusu olan Dostoyevski bir itirafla başlayayım söze. Yirmi yıla yakındır tiyatro oyunu yönetiyorum. Yönettiğim oyunlar içinde Shakespeare’inkiler de epeyce bir yekûn tutuyor. Mesleğin ilk yıllarında olmamdan kaynaklı Shakespeare hakkında “fütursuzca” atıp tuttum. Şimdi bakınca epeyce bir cahil cesareti olduğunu görüyorum bu konuşmaların. Ancak bu cahilliğim bana Shakespeare’in yoluna çıkma imkânı da sağladı. O günkü cesaretim olmasa, bildiklerimin korkusu çökseydi üstüme Shakespeare hakkında hiçbir şey bilemezdim. Ancak Dostoyevski için durum böyle değil. Yönetmenlik mesleğinde yirmi, profesyonel tiyatro yaşantısında otuz, tiyatro bölümünden mezun olmamım üzerinden otuz beş yılı geride bıraktıktan sonra bulaştım Dostoyevski’ye. Çok geç artık. Ve şimdi onun hakkında konuşmak “bildiklerim” nedeniyle çok zor. Kafa göz yararak konuşabilmeyi engelleyecek kadar kaygı üretecek bir bilgi yığınının içindeyim. Dolayısıyla Dostoyevski hakkında konuşurken zorlanacağımı hissediyorum. Bu zorluğu aşmanın bir yolunu Dostoyevski yerine kendimden bahsederek bulabilirim belki.

Covid-19 salgınıyla ile birlikte yeni, hiç tanımadığımız bir felaketi tüm dünya olarak tecrübe ettik. İki yılı geride bırakmak üzeriyiz. Üzerine çok yazıldı çizildi, daha da yazılacak çizilecek belli ki. Bir uyarı olduğu muhakkak. İnsanlığın dünyayla, diğer canlılarla kopukluğu çok belirgin bir biçimde ortaya kondu bu vesileyle. Bu aşama, gelişmiş bu varlığın “iflas” edeceğine dair güçlü belirtiler de gösterdi. Belki de bir musibet binlerce teoriden iyidir. Aklını başına devşirmesi için önemli bir fırsat olarak değerlendirir bu yıkımı belki insan denen varlık. Öğrenen bir varlık mıyız, göreceğiz önümüzdeki zamanda.

Yeraltı İnsanı’nı otuz yıl önce tanımıştım. Rus bir tiyatro topluluğundan izlemiştim. Hayran kalmıştım. Biraz da böyle etkileşimlerle insan kendini ikmal ediyor galiba. Yönetmenlik yapmaya başladığım andan itibaren oyunlaştırmak için birkaç girişimim oldu. Ama beceremedim bu girişimleri, zamanı değilmiş. Pandemi olumsuzlukları, zorlukları yanında yarattığı “boş” zamanla yeni bir çalışma imkânı da sundu. Pandemi çalışkanlaştırdı beni. Biraz da hayatta kalma refleksi olabilir bu çabanın hemen kendini ortaya koymayan nedeni. Yeraltı ile ilişki bağlamında şöyle söyleyebilirim: böyle bir zaman tematik yakınlıktan daha çok çalışmaya sevk etmesiyle etkili oldu.

Yeraltı İnsanı’nın bir vakti var mı bilemiyorum? İnsanın kendiyle problem yaşaması ne zaman biter, o zaman geçersizleşir belki. Kapitalizmin kendine ve her şeye kadir varlıkları için yeraltı insanı olmak fuzuli, gereksiz gelebilir. Bu kıvranmalar her şeyi apaçık bilen, gören, duyan dört başı mamur kapitalist öznelliğe pek bir kaotik, belirsiz, çirkin gelebilir. Onlara her sabah “güneş yerli yerinde” gelebilir. Kaygılanacak bir şey olmayabilir. Çok fazla dert ediyor olabilir onun karşısında Yeraltı İnsanı. Fakat bu “huzurlu” ânın çok fazla sürmeyeceğini, sancının bedenlere dolacağı günlerin yeniden geleceğini, bir altüst oluşun anaforunda insanın yeniden debelenmeye başlayacağını tarihten biliyoruz. Bunları niye söyledim? Yeraltı İnsanı hep bizimle birlikte yaşıyor. İnsanlık ölmeye, çürümeye yüz tuttuğunda o tekrar uyanışa geçecek, bizi ele geçirecek ve içimizde söylenip durarak kurtuluşa doğru sürükleyecek bizi. Hakikatin yakıcı hali bazı anlarda (devrim anlarında) kaçınılmaz olarak içimize belirecek, gayya kuyularına kendi iradesiyle kendini atacak, tutuşacak, kül olacak… Küllerinden yeni insan doğacak…

Buradan bir başka zemine geçelim istersen: söylemeye gerek yok, Dostoyevski hayli çetin ceviz bir yazar, karakterleri de keza, nitekim hatırlarsın Freud onun içinden çıkılması hiç de kolay olmayan dört kişilik özelliğinden söz ediyordu: yaratıcı bir sanatçı, nevrozlu bir hasta, bir ahlâkçı ve bir günahkâr. Adamı sanatsal-estetik açıdan Shakespeare’le aynı hizaya konumlandıran Freud, yaratıcı sanatçılık hususunda “psikanalizin silahlarını indirmesi gerektiğini” belirtecek kadar kendi konumunun farkında, ama ahlâk, nevroz ve günahkârlık için aynı tevazuu göstermez, zira Dostoyevski muhatabını ahlâki tartışmaların içine tabiri caizse sürükleyen, onu belli başlı karşıtlıklarla yüzleşmeye kışkırtan biri. Buradan, ahlâki perspektiften bakıldığında, senin de sahneye taşıdığın üzere, Yeraltı Adamı özelinde ortada ciddi bir kötülük tartışması var. Ya da Kleopatra’nın cariyelerinin meme uçlarını altın iğnelerle iğnelemesi örneğinde olduğu gibi çağdaş ilişkileri kasıp kavuran, sürüsüne bereket ruhsal-dilsel iğnelemeler, incelmiş fenalıklar, sinsi hasetler ve fesatlıklar geçidi: ahlâk ve politika arasındaki bir gerilime de işaret eden bu estetik tutumu biraz açalım istersen, oyunu bu bağlamda düşünürsek neler söyleyebilirsin…

Dostoyevski insanı karmaşık bir alaşım olarak görüyor zannımca. Birbiriyle çatışan, çelişen yönlerin bir arada olduğu bir varlık olarak. Bir ânının bir ânına uymadığı, içinden geçenle dışarı yansıyanın bir olmadığı, bazen ezik, bazen despot, bazen yalaka, bazen mağrur... Bu birbirine uymayan özellikler bir kaos haline işaret ediyor. Sürekli kaos, sürekli devrim gibi! Bu kaos özelliğinin en insanca hal olduğunu unutmamak gerektiğini vurguluyor romanda kanaatimce. Safdil olmaya gerek yok, insana iyi deyince iyi olmaz o diye düşünüyor. “İyicil” tutumlar hayalperest, gerçeğe uymayan uydurma, daha hafif deyişle yakıştırma sıfatlardır. Gerçek ile olan arasındaki mesafe epey açıktır. Bu iyicil algıların, politik hamlelerin, isteklerin amacını -burada devrim- gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor. Sibirya’da geçirdiği hapislik ve sürgün sürecinin bu düşünceyi oluşturmasında epey bir katkısı var anladığım kadarıyla. İnsanı şehirlerde, salonlarda değil, en düşük yaşama koşullarında, insan varlığının sadece hayatta kalma mücadelesine indirgenmiş hapishane koşullarında görmesinin, onlarla aynı kaderi paylaşmasının etkisi var bu düşünceyi edinmesinde. İnsanın hiç görünmeyen yüzü, kuyunun en dibindeki karanlık, kirli yüzü, en aşağıdaki aşağılık yüzünün, üzerine ütopyalar kurduğumuz o pembe yanaklı yüze benzemediğini söylemeye çalışıyor. Somut durum hakkında “natüralist” bir gözlem sonucunu paylaşıyor sanki...

Metin bir yanda da kendi tarihselliğine sahip tabii. Yeraltından Notlar esas itibariyle Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? kitabına bir cevap niteliğinde: toplumsal ve siyasal koşulların düzelmesiyle insanın kötülük ve suç işleme eğiliminin azalacağını, yeni bir pedagoji sayesinde de giderek ortadan kalkacağını öne süren görüşlere karşı çıkar Dostoyevski. Ama sadece orada durmaz, azaplı bir zevkle, mevzu canlı yaşamı hissetmekse “iki kere ikinin dört etmesinin büyük bir küstahlık olacağını” belirtecek kadar da uçlara taşır tartışmasını, yanlış hatırlamıyorsam, yine Bahtin “Yeraltı Adamı zaten bir ideologdur,” diye yazmıştı, sen ne düşünüyorsun bu adamın ideologluğu hakkında? 

Çok sesli bir fikir insanı olduğunu düşünüyorum. Çernişevski’ye verilmiş bir cevap olduğuna dair bilgiler okudum ben de. Bir şeyi güzelleştirmeden, ona olduğu gibi bakabilmenin, olguyu olduğu gibi görebilmenin gerektiğini savunuyor bana göre. Yeraltı İnsanı’nı da bu düşüncenin somut örneği olarak kurguluyor. Yeraltı İnsanı’nı ve onun öfkelerini, hıncını, ikirciğini, ezikliğini, cesaretini, korkaklığını, sadistliğini, mazoşistliğini bugün dahi tanıyor, biliyor ve kendimizde bunların aynı anda bulunduğunu romanı okurken ya da oyunu izlerken tespit edebiliyoruz. Bu bizi yakalayan bakışın bir gücü var; bu güç de değişimin, dönüşümün, devrimin yolunun “iyicilcilikten” değil, “kaos”tan geçmesi gerektiğine işaret eden “öngörüsüne” katılmamızı da sağlar galiba. İnsan iyi bir varlık değildir, karmaşık, kaotik bir varlıktır. Hem yaradılışı gereği bu böyledir hem de sınıfsal pozisyonların insan üzerindeki etkisinden dolayı. Yeraltı İnsanı subayın küstahlığına hınçlanır, köle olarak (serflik dönemi) yaşadığı döneme lanet okur, yoksulluğunu sürekli gündeme getirir, Lisa ile münasebetinde onun alt sınıfa aitliğinin etkisini dile getirir, kendi de hiyerarşinin en düşük seviyesinde bir memurdur zaten. Bu toplumsal gerçekliğin koordinatlarını çok belirgin göstergelerle çizer. Ve bunun içinde değişimin dönüşüm mekanizmalarını da gösterir. Kendine yapılan şiddeti Lisa’ya yansıtır. Lisa’nın hınçla dolmasını sağlar bu sadistik şiddet. Lisa’nın genelevden ayrılmasını sağlayacak fikirsel cevheri bu hınçta görür. Sonrasında Lisa ona geldiğinde kovar âdeta çünkü faydalanmak istemez, bir tür mülk ilişkisini, bu mülke sonsuza kadar sahip olma durumunu bitirir.

Ece Ayhan’ın Türkiye için söylediği çarpıcı bir tabir var: “kötülük toplumu.” Modern dünya söz konusu olduğunda Dostoyevski’ye de uygun bir tabir bu bence. Bir tür kötülük hiyerarşisine göre örgütlenmiş, ama sadece güçlülerin güçsüzleri ezdiği, horlayıp aşağıladığı değil, en aşağıdaki bir öznenin de pekâlâ hemen yanı başındakini aşağıladığı bir varoluş söz konusu… Sanki Dostoyevski, tıpkı buralardan Orhan Kemal gibi, ezilenlerin doğal olarak iyi olmadıklarını, onların da kötülük ve fenalıklarla yüklü olduğunu söylemek ister gibidir. Nitekim Yeraltı Adamı onca zalimlik ve kötülük fantezisini sözgelimi subaya değil de, fahişe Lisa’ya yapar: Yukarıya değil, aşağıya doğru işleyen bir hınç ve nefret boşaltımı…

Bu tespit geçerli gibi. Bir hınç aktarımı var yatay olarak. Dostoyevski yaradılış dese de sınıflı bir toplum olma durumunu sürekli belirtir. Dolayısı ile sadece yaradılışa yükleyeceğimiz bir özellik değil kötülük. Aynı zamanda toplumsal makinenin düzenlenişinden de kaynaklanan bir özellik olarak beliriyor kötülük.

Bunun yanı sıra, hıncın oluşma aşamasında çekilen acının özgürleşme pratiğine doğru atılmış bir adım olduğunu da düşünüyor Dostoyevski. Çünkü acı bir “farkındalık” yaratıyor, kendini, başkasını, ortamı, sınıfı çözümleme bilgisi sağlıyor. Hem salak bir kişi yok karşımızda: aksine Hamlet gibi eylemi üzerine düşünen biri var. Hamlet demişken Hamlet’in deli taklidi -yoksa gerçek mi?- yaptığı oyunun o dörtte üçlük bölümündeki Hamlet’e de kötülük ya da fenalık atfedemez miyiz? Çevresini saran bu dumansı varlıklarla girdiği tüm münasebetlerde onu zıvanadan çıkmış olarak görmez miyiz? Yeraltı insanı gibi Hamlet de bir rezillik ânının süreğenliğinin içinde çırpınmaz mı? Eğer benziyorsa Hamlet’i neden kötü olarak yaftalamıyoruz da Yeraltı İnsanı’nı yaftalıyoruz?

Gereksiz bir parantez açayım buraya. Hamlet delirerek nasıl ki “soytarı-oluş” diyebileceğimiz kendi içinde başka bir katmana giriş ya da geçiş yapıyor ve hakikati krala, kral yandaşlarına söyleyebiliyorsa bu oluş sayesinde, Yeraltı İnsanı da benzer bir “soytarı-oluş” içinden davranıyor, gözlemliyor, sonuçlara varıyor. O bir Rus insanı olmak kadar bir “kurgu”, “insani-kurgu” dehası olarak genel özellikler taşıyor bünyesinde. Biz Hamlet’i tanıdığımız ve benimsediğimiz gibi benimsiyoruz uzak diyarlarda, uzak zamanlarda kendisini.

Bu çizgiden hareketle Yeraltı Adamı’nın ideologluğu, polemik ve söylemleri genel anlamıyla demokratik-muhalif söylemlere kaydırılsa neler söylenebilir: yönetmen olarak bir riski de üstlenerek, oyunda Yeraltı Adamı bir yerde gözaltına alınıyormuş gibi ağzını kapatarak slogan atıyordu: demokratik özne ile Yeraltı Adamı arasında nasıl bağlantılar var sence? Lenin’de rastlamıştım, şöyle bir laf etmişti: “Dostoyevski’ye kadar Rus halkı kendini aşağıladı, şimdi özeleştiri sırası.” Kötü ve karikatür pratiklerini kastetmeden tabii, özeleştiriden kendini aşağılamaya, kendine fazla yüklenmeye, dışa akıtılamayan öfke ve hiddet gibi duyguların içe akıtılmasına doğru ters bir akış mı var?

Özeleştiriden ziyade bir itiraf düzeni var sanki. Kendi hakkında konuşabilme, kendini en aşağılık yanlarıyla gösterebilme, rezilliklerini, yani insani eksiklerini söyleyebilme kudreti. Bunu etik bir pozisyon olarak adlandırabiliriz sanırım. İnsan ilk başta ve sonda kendi adına konuşabilir, kendini ortaya koyabilir. Kendi tam olduğu için dışarıdakilere akıl veren, onun eksik olduğunu söyleyen öznellikle -ben bilirimcilik- taban tabana zıt bir tutum bu. Bu öznellik hali kendini maskelemenin en iyi kılıfı olabilir. Bu uzmanlıklarla da gelen bir özellik günümüzde. Ben en iyi oyunu bilirim çünkü tiyatrocuyum gibi zavallı bir hali en güçlü halmiş gibi yutturmak cevvalliği. Bu tip uzman-kişilik yapısına her yerde rastlayabiliriz. Yeraltı İnsanı böyle inşa olmuş olana karşı panzehir âdeta. Kendini temize çıkarmadan olayı aktarması “nesnelleşebilmenin” de garantisi galiba. Kendini olduğu gibi ortaya koyabilmenin gücü bu, güçsüzlük ya da kötülük yerine. Kendi kötülüğünü konuşan kötü olabilir mi ya da kendi güçsüzlüğünü söyleyen güçsüz olabilir mi? Böyle bir kişiyle kendi hakkında konuşabilir, birtakım tespitlere ortak kanılarla ya da deneyimlerle varabiliriz. İnsan gerçekliğini bu tekil örnek üzerinden anlamaya başlayabiliriz ya da o kendi kendine bunu yapabilir; uzmanlar kendilerine âşık olmuş bir halde aynada kendi suretlerini okşarken…

Babamı Kim Öldürdü, ya da Ormanlardan Hemen Önceki Gece gibi oyunlarla kıyasladığımızda Yeraltından Notlar politik olarak bir geri çekilişin mi, yoksa politikaya başka bir açıdan bakmanın mı ifadesi? Elbette boş ve gelgeç umutlardansa derli toplu bir karamsarlık evladır: Bugün içinde yaşanılan koşullardan çıkışın imkânsız olduğu ya da bir çıkış düşünülecekse bu düşünce öncelikle çıkışın olmadığı düşüncesi üzerine mi bina edilmeli? Gökhan Azlağ’ın ve Sinem Kurt’un performansları müthiş; ama orada Bengi Günay’ın nefis bir sahne tasarımı da var: gevezeliğe varırcasına konuştukça, kendi mağduriyetine hayran oldukça, boyuna şikâyet ettikçe kendi kozasından çıkmak şöyle dursun, kendi ipleriyle kendini bağlayan, hareket edemeyecek hale gelen, aksiyonu unutup da reaksiyonun zevkine kendini kaptıran bir varlığa dönüşen bir özne…

Yukarıdaki sorulara verdiğim yanıtlarda bu soruya vereceğim yanıtın ipuçları var aslında. Ormanlardan Hemen Önceki Gece’nin bir Yeraltından Notlar uyarlaması olduğunu düşünüyorum zaten. İçindeki temaların benzerliği de bu tespitimi güçlendiriyor. Metinsel olarak her ikisi de yoğun bir Shakespeare etkileşimi içinde. Hamlet’ten, Hırçın Kız’dan bölümler var Yeraltından Notlar’da. Mezar, genelev (Shakespeare’de “manastır” argoda genelev demekmiş) gibi üç oyunda da ortak mekânlar var. Birbirine dolanarak birbirlerini var ediyorlar. Babamı Kim Öldürdü başka bir yerde duruyor tabii ki.

Oyunun dekoru aslında içinde olduğumuz kaotik durumu görselleştirsin diye de tasarlandı. Yani hem bir koza ama kaos kozası, yani içinde hep olduğumuz gerçeklik. Algının oluşma aşamasında ister toplumsal ister genetik olarak getirdiğimiz bilgilerin toplamının ördüğü bir benlik: kesinlik kazandırmanın, mutlaklaştırmanın imkânı olmayan bir kaos-benlik. Dolayısıyla bir dışarı hiç olmamış olabilir. Bunu hep içimizde olma sebebiyle söylüyorum. Yani yaşadığımız coğrafyanın içine doğuyoruz. Onu almak için biz bir şey yapmıyoruz, o zaten içimize doluyor. Buradaki hareket gibi akışkanlık o kaos. Öncelik sonralık atfedemiyeceğimiz süreçler bunlar sanki. Bundan dolayı bir eylem problemi varmış gibi bakamayız Yeraltı İnsanı’nın kendini örmesine. Ayrıca zırh değil de koza olarak anlaşılması bu yorumumu doğruluyor sanki…

Aynı eylemsizlik hali, aksiyona geçmeme hali Hamlet’e de atfedilir. Bu yoruma hiç katılmıyorum. Hamlet hep eylem halindedir. Sadece yıkıldığında yerine geçecek olanın ne olduğunu bilememek onu tereddüt sahibi kılar demişti Abdurrahman Aydın bir konuşmada. Bu eksikliktir hareketinin kararlı oluşunu engelleyen. Dostoyevski de, Shakespeare de büyük dönüşüm dönemlerinin yazarlarıdır. Hatta Koltés’i de -Mayıs 1968’de 20 yaşında olması sebebiyle bu dönüşüm dönemlerinin yazarı sayabiliriz. Bunu temalarının ortaklığı ve benzer hislere sahip olmaları sebebiyle belirtiyorum.

Son olarak, gerek metinde gerek oyunda, pek hesaba katılmayan bir figür daha var: Yeraltı Adamı’nın uşağı olan Apollon... Greklerin bu büyük tanrısının isim olarak bile olsa metinde yer alması, senin de bunu sahneye taşıman, merak uyandırıcı: tragedya geleneği içinde misal Kral Oidipus oyunun sonunda annesinin elbiselerinden söktüğü iğnelerle gözlerini kör eder ve eylemlerinin nedeninin bilgisinden uzak olduğunu belirterek “tüm bunları bana Apollon yaptırdı” mealinde bir laf eder. Buraya kadar konuştuklarımızı da düşününce nasıl yorumlamalı ışığın tanrısı Apollon’u?   

Oyunlaştırırken Apollon figürünü sembolik anlamı itibarıyla hiç dışarıda bırakmak istemedim. Romanda Apollonik olan eksik mi, fazla mı? Ya Yeraltı İnsanı özelinde? Çok güzel muallakta bırakıyor bizi Dostoyevski. Oysa baştan aşağı fikirlerden ibaret hale geldiğimizi, yakında tümüyle fikirden doğacağımızı, canlı yaşamı yitirdiğimizi söylüyor roman/oyun. Yani muhasebenin diliyle söyleyecek olursak Apollon fazla vermiş; oysa Yeraltı İnsanı’nın tüm aksiyonu fikirler kadar sanki diyonizyak bir cezbeye kapılmış gibi de görünür bize. Bir altüst oluş, koza benzetmesinden hareketle kendi mezarına inme de diyebiliriz. Yani Yeraltı İnsanı ölüp ölüp diriliyor. İçkiler içiyor, sarhoş oluyor, rezilleşmeleri Can Yücel’in benzetmelerini aratmıyor. İçki sonrası seks âlemi, bir tür sex, drugs, rock’n’roll evresi... Sonra mezara giriş... Adını andığın Yeraltından Notlar, Ormanlardan Hemen Önceki Gece oyunlarının yanı sıra, Babamı Kim Öldürdü ve bunları doğuran ve bunların yeniden doğurduğu (Harold Bloom) Hamlet oyunlarının hepsinde mezarlığın, yani ölüm temasının ortaklığı sana da ilginç bir boyut olarak görünüyor mu sayın seyirci?

Çok teşekkür ederim vakit ayırdığın için, daha nice güzel işlere…

Ben teşekkür ederim…


Fotoğraf: Orçun Kaya