Başlarken: “Suzy Storck’un Hakikati”
Nietzsche, Foucault’ya göre “köken/Ursprung” dememek için “icat/Erfindung” demişti; bahsedilen bilginin icadı. Nihayetinde bilginin menşei değil, tarihsel koşulların bir neticesi olarak icadı/imal edilişi mevzu bahis. Adına “insan” denilenin, mesela bir “kadın”ın tabiatına dair olanlar da dahil olmak üzere, namütenahiymişçesine sunulan bilgi ve onun değişmez esası olarak işaret edilen her şey aslında bizi bir üretime, söylemin, “Hakikat”in üretimine götürür. Bu üretim mekanizmasının içerisindeki özne, özelde de modern öznenin mutlak özerkliği aslında -Douzinas’ın dediği gibi- heteronominin maskesinden başka pek bir şeye tekabül etmez. Suzy Storck’un kocası, Hans Vassili Kreuz diyor ya hani; “herkesin kendi çarmıhları var”, herkes kendi çarmıhını taşır, “böyle olur bu işler”. Ancak bir de idam sehpası var, hemen modern öznenin, mesela Suzy’nin altında; “netice olarak, semptom olarak, maske olarak, din tacirliği olarak, maraz olarak, yanlış anlaşılma olarak; fakat bir de sebep, deva, muharrik, ket vurma, zehir olarak…”[1]
Nitekim Suzy de tüm bu hakikat oyunları içerisinde debelenip duruyor ve onunla ortak ve illaki somut bir şey, çocuk yapmak isteyen kocasının, annesinin, müstakbel patronunun, yani o ya da bu kişinin, “söz”ünün, diğer suretiyle kendi çarmıhının ağırlığına daha fazla dayanamıyor. Sonrası onu “çevreleyen, ona katılsa ve orda yer alsa da, aslında ona rağmen örgütlenen o şeyin anlaşılmaz ağırlığı” altında ezilmek oluyor. Zira ona tabiat dendi, yani fıtrat. Kadının fıtratı, çocuk doğurmaya, üremeye dair kadınlara atfedilen o namütenahi (!) fıtrat, normal… Hakikat dayatıldı, yani itaat, “sadakat ahlâkı”na itaat…
Suzy’ye dayatılan Hakikat’in de Suzy’nin de bir tarihi var, değişmez fıtratı, tabiatı değil. Federici de tam bu noktada şu soruyu sorar: “Neden doğurmayı çok çeşitli çıkarlar ve güç ilişkileri ile bağlı, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal bir etkinlik yerine bir ‘doğa gerçeği’ olarak kabulleniyoruz?”[2] Aslında cevabı (anti-)kahramanımız Suzy veriyor ve “ekonomik olduğu kadar kişisel ve fiziksel birtakım yükümlülükler”den bahsediyor. Ve “örgütleniş biçimi”nden, onu “saran şeyin doğasının örgütleniş biçimi”nden, “kendisi de katılsa da orda yer alsa da ona rağmen örgütlenen o şey”den…
Suzy Storck’un Cinselliği
Cinselliğin de bir tarihi var, en nihayetinde yatak odası da bir sahne. Tüm toplum ve onun bir parçası olarak, maaile sahnede bir taraftan “hakikat oyununu” oynuyoruz. Oyun/icat döngüsünün bir aşamasında, adına dünya da denilebilecek sahnede modern cinselliğin devri başlar ve “karı-kocadan oluşan aile el koyar cinselliğe ve onu, üreme işlevinin ciddiyeti içinde bütünüyle yutar (…), üremeye yönelik olarak düzenlenmeyen ya da onun tarafından çehresi değiştirilmeyen hiçbir şeyin ne yeri vardır ne yasası ne de söz hakkı…”[3].
Bebeğini dışarıda unutan “kötü anne” ve bu bahisle “kötü evlat” olan Suzy’yi kocası terk edince, kocan dönse de “Hiçbir şey yapmasa saçlarını ateşe verir,” diyen Bayan Storck’tan ilham alarak, biraz geriye saralım. Ortaçağ’daki cadı avları çoğumuzun malumu ve başkaca bir çalışmanın mevzusu.[4] Ancak sıkça duyduğumuzun aksine hem gerçek hem mecazi anlamıyla cadı avları Ortaçağ’da falan kalmıyor. Aynı zamanda, köylülerin mülksüzleştirilmesine tekabül eden modern kapitalizmin öngünlerinde kendi işlediği toprağından, müşterek arazilerden koparılan “özgür işçi” gittikçe yoksullaşıyordu. Emek, nüfus ve servet birikimi arası ilişkilerden sebep demografik ve ekonomik kriz neticesinde bu kez “üreme makinesi olarak kadın” tarih sahnesine çıkartıldı, zira emeğin yeniden üretimi lazımdı. Buna itaat etmeyen kadınlarsa çok ağır cezalarla, yani ciddi bir cadı avı silsilesiyle karşılaşacaktı.[5]
Resmî cadı avının en son görüldüğü tarih 1787, resmî olmayanın tarihi 1793.[6] Geniş anlamıyla cadı avıysa hiç bitmedi, sahnede yeniden, başkaca versiyonlarla göründü. Zira kadınları, emek gücünün yeniden üretimi makinesi, yani “üreme makinesi” olarak gören bakış açısı sürdü, hatta günümüz neoliberal dünyasında daha da revaçta.
Mesela: Hans Vassili Kreuz bir gün eve gelir ve “öpülmek” isteyen Suzy’yi ürememekle, pardon, üretmemekle, çalışmamakla suçlar ve Suzy’ye “Bir iş bulman lazım,” der. Neticede ne öpmek ve öpülmek ne de evde yapılan terzilikten kâfi verim alınamamakta. İlki olsa olsa sermaye yatırımı olmayan, işe yaramaz cinsellik, ikincisiyse ancak ve ancak ev idaresi olarak addedilebilir. Suzy’nin “doğru düzgün bir iş” bulması icap ediyor, tabiatına uygun, makul ve makbul bir iş bulmalı, o kendi istediği işi falan değil, istedikleri işi yapmalı. Nitekim yapar, hatta o kendisinden istenen şeyi istemeye bile başlamıştır belki, bir şekilde, bir zamanlar. Zira o sırada Suzy için çoktan sahne kurulmuştu; oyun, dekor, karakterler, replikler vs. zaten hazırdı. Suzy artık üç çocuk annesi, tam olması gerektiği gibi... Hans Vassili Kreuz’un murat ettiği ve başkanların ağzından çıktığı gibi, tam üç çocuk annesidir Suzy. Alkışlar!
Bu sahnede ve haliyle görünürde Suzy cinselliğini yaşıyor. Suzy öp beni diyor ve kocası “Suzy’yi öpüyor. (…) ve diğer eliyle Sağ yapması gerekeni yapıyor (…) ve geliyor”. Ezcümle Suzy cinselliğini “yaşıyor”. Yaşıyor, nihayetinde saçlarından tutuşturulan cadılar gibi ölmüyor. Bu sahnede zaten mevzu bahis olan (sadece) öldürmek değil, yaşatmak, (sadece) mahkûm etmek değil, “en yüksek verim doğrultusunda işletilecek” bir şey olarak cinsellik teçhizatını, Suzy’den ilhamla, örgütlenme olarak cinselliği bina etmek. Bu çerçevede mevzu cinselliği, Suzy’nin cinselliğini bastırmak ve fakat aynı zamanda yönetmek, nizama çekmek, söylemler, bilgiler, çözümlemeler ve buyruklarla kuşatmak.
Tanrı öldü, fakat mistik temaşaya savaş açmış Suzy’i doğurmaya teşvik değil mahkûm eden akıl Tanrı’sı dimdik ayakta. Alkışlar!
Suzy Storck’un Bedeni
Suzy Storck her sabah kalkıyor, ama uykusunu aldığından değil, gözleri kendiliğinden açıldığından değil, vücudu hareket etmek için sabırsızlanıyor olduğundan değil, kalkma isteğiyle dolup taştığından değil, sabah kalkıyor ki her şey gerektiği gibi çalışabilsin, her şey ayarını bulsun diye. Neticede Hans Vassili Kreuz’un da dediği gibi, tüm dünya sabah uyanmakta ve görevini yerine getirmekte, insana has bir şey bu, fıtrat işte. Her şey ayarını bulsun diye Suzy’nin kolu da her gün kalkıyor; kahve makinesini, sonra ekmek kızartma makinesini çalıştırmak, oğluna ve kocasına çamaşır sepetinden temiz çamaşır bulmak için Suzy’nin kolu mütemadiyen, düzenli olarak âdeta ayarlanmış gibi ve zaten her şey ayarını bulsun diye her gün kalkıyor. Sonra yine aynı ritimle bebeğine meme veriyor, sonra aynı nizam içerisinde ev ahalisine gülümsüyor. Tam bir kartezyen birey, makbul ve makul kadın, modern özne… Ahlâki açıdan makul ve illaki aklilik bağlamında işlevsel…
Bu sahnede norm dimdik ayakta; bir taraftan bedenler disipline edilirken diğer taraftan nüfus idare ediliyor. Bir taraftan bedenlere itaat ettirilir ve bu itaatkâr bedenlerden azami kuvvet çekip çıkarılırken (“insan bedeninin anatomo-politikası”), bununla bağlantılı olarak nüfus vakaları ekonomik süreçlere uygun olarak idare ediliyor (“nüfusun biyopolitiği”[7]). Suzy norma uygun olarak cinselliğini yaşıyor, Suzy’nin de hâlâ bir bedeni var ancak bu, Foucault’dan ilhamla, bahsini ettiğim biyoiktidar çalışmasından geriye kalan bir şey olarak var. Suzy elbette ölmez, (yaşamakta mıdır; muamma), ancak bedeni gömüldüğü kadar, kocasının bedeninin ağırlığı altında bedeni gömüldüğü kadarıyla, “ekonomik olduğu kadar kişisel ve fiziksel birtakım yükümlülükler”i yerine getirdiği kadarıyla bedeni var. Azami verimin içinden çekip çıkarıldığı, âdeta fabrikasyon bir makine, mesela çamaşır makinesi olarak, var.
Üstelik Suzy Storck bir “kadın”, daha doğrusu “toplumsal ve söylemsel bir cinsellik rejiminin ürünü olarak”[8], “kadın” olarak ve buna bağlı birçok başka şeyle kodlanmış biri. Her sabah kalkan kolu gibi bir de bedeninin bir parçası olan, emek ve haliyle zenginlik kaynağı rahmi mevzu bahis (ki zaten normativite/heteronormativite icabı “rahmi olmayan kadın yoktur”). Gittikçe daha çok söylem üreten teçhizatın içinde, zaten fikrinin sorulmasına da çok alışık olmayan Suzy’nin “ben çocuk yapmak istemiyorum” lafları olsa olsa laf-ı güzaf, bedeni kritik bir tahakküm ve üretim-birikim mıntıkası. Bir duvar saati olan, ölçen, daha Suzy ölçmeden evvel ölçen kalbinin ve ritminin ne söylediğinin/duyurduğunun önemi yok.
Hans Vassili Kreuz’un dediği gibi, kim kendisi için uyanıyor ki, bir kadın nasıl çocuk istemez ki? “Fizyolojik olarak senin organizman çocuk ister. Hepimiz çocuk isteriz.” Haliyle Suzy de o kolu, artık kendisine ait olup olmadığını bilmediği, kolunu her gün muntazam şekilde kaldırdığı gibi Hans Vassili Kreuz’la/a çocuklar yapıyor. Ve o sırada: “Olduğum şey hakkında ne düşündüğümün bir önemi yok Kendi hakkımda ne düşünmek isterdim bir önemi yok. Dünyadan ne isterdim bir önemi yok. Senden ne istiyordum artık bir önemi yok, bizden ne istiyordum bunun da artık bir önemi yok Hans Vassılı Kreuz,” diyor.
“Koro. – Suzy Storck’un bacağı yukarı kalkıyor./ Suzy Storck. – Onu kaldıran ben değilim artık. (…) Çok yorgunum. Bitkinim. Kalbim sarkacının yavaşladığını görüyor. Yuvam olan şu savaş meydanını kırıp geçirmek isterdim. Rüzgâr içeri nüfuz edebilsin diye kapılarını ardına dek açmak, zindanımı ateşe vermek.”
Bitirirken: Suzy Storck’un İsyanı
Suzy tam bir kartezyen birey, makbul ve makul kadın, modern özne olamadı ve olamazdı aslında. Zira olup biten bir hakikat oyunuysa arkası(/önü), dışı(/içi) hep var. Siyasal sahne de hep yeniden bozulup, sonra tekrar kurulabilir. Tam da zaten ahlâki buyrukların taşıyıcısı, kartezyen, özerk ve sorumlu birey mevzu bahis olduğu için her an yeni bir sahne karşımızda açılabilir. Butler’ın sorduğu soruya benzer olarak; tam da bir şeyin bunca nizama çekilmeye çalışılıyor olması onun özden nasıl da yoksun olduğunu açığa sermez mi? Öz, tabiat yoksa kendisine hazırlanabilecek bir gelecek var mıdır ki cinsellik de norma/yasaya uygun, makul ve istikrarlı olsun? Olmaz, Suzy de istikrarlı olamaz. Bir duvar saati olan kalbini yerinden söküp atamaz. Kocasının tiksinmesine yol açan sözlerini, bıkkınlığını, isyanını bırakamaz. Bir türlü sığamaz o tıkıştırıldığı yere, bir türlü annesinin, kocasının, müstakbel patronun tembihlediği kadın olmayı “beceremez”. Sonra başka bir sahne açılır bir biçimde, “iyi” ya da “kötü”. O sahne zaten hep açılır, yeniden, sonra yeniden.
O sahne şimdi, “tam olarak burada” da açılıyor yeniden ve yeniden. Bugün aynı Suzy Storck’un hikâyesinin geçtiği yerde, “tam olarak burada” “ve hatırına geliyor her şey bir cesedi mezarından çıkarır gibi bir hikâyeyi gömüldüğü topraktan çıkarır gibi…”
Kulaklarımda hâlâ Suzy Storck’un sesi…
Not: Suzy Storck’un hikâyesini Moda Sahnesi’nde izleyebilirsiniz: Suzy Storck, Yazan: Magali Mougel, Yöneten: Kemal Aydoğan, Çeviren: Reyhan Özdilek, Oynayanlar: Aybanu Aykut-Reyhan Özdilek-Çağlar Yalçınkaya-Mert Şişmanlar.
[1] Friedrich Nietzsche, On the Genealogy of Morality, çev. Carol Diethe, Cambridge University Press, New York, 2007, s. 7, 8.
[2] Bkz. Silvia Federici, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, çev. Öznur Karakaş, Otonom Yayınları, İstanbul, 2011, s. 135.
[3] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017, s. 11, 12.
[4] Bkz. Federici, s. 59, 64, 65, 77.
[5] Bkz. Federici, s. 127, 128, 133; Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 223, 229.
[6] Jack Holland, Mizojini-Dünyanın En Eski Önyargısı: Kadından Nefretin Evrensel Tarihi, çev. Erdoğan Okyay, İmge Kitabevi, Ankara, 2016, s. 144.
[7] Foucault, s. 101, 102.
[8] Elizabeth Grosz, “Deneysel Arzu: Queer Öznelliğini Yeniden Düşünmek”, çev. Erkal Ünal, Cogito, Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram, sayı 65-66, İstanbul, 2011, s. 16.