Babadan Oğula Bir Arayış: Yağmurun Sesindeki Musikiyi Duymak

Ama ne arıyor şu ruhlarımız,

limandan limana, deniz suyunda

çürümüş kalaslarla çıkarak yolculuklara?[1]

 

Babanın eksikliği, sınır, mülteci olmak, sessizlik ile hakikat arasındaki ilişki ve yaşam(an)ın değişik veçheleri... Bunlar birbirine nasıl bağlanır? Bir sinema filminden iki karakterle ve Yunan mitolojisinden iki figürle konuşarak, bir yoklayalım mı?

Telemakhia

Telemakhos’u yollara düşüren kesinliğe duyduğu ihtiyaçtı. Bilgiye susamıştı ve emin olmak istiyordu. O henüz kundaktayken evi terk eden baba belli ki mevsimler geçtikçe boy atıyordu içinde. Her geçen gün hüviyetine dağılarak yayılan bu tohum büyümek için karanlığı seçen bir bitki gibi sebat eyleyip vakti gelince yeşermeyi bekliyordu. Bu gelişim süresince İthake sarayı da içine sığılması meşakkatli bir yer haline geldi. İç tevessü ettikçe dışın mahdutlaşması fevkalade bir tecrübe olmalı. Yokluğun iki erk üzerinden sınanması: Odysseus’un sadece bir baba değil, İthaka kralı olduğunu unutmamalıyız. Krallığa ve sunduğu imkânlara göz diken kudretlilerin varlığına, anne ile evlenip barklanmaya meyleden soyluların adaya dadanmasına tanıklık etmek belli ki kahrediyordu bu yiğit delikanlıyı, oysa ruhunu çürüten yegâne şey mutlaktı: onun dışında kimsenin babasının hayatta olduğuna ve günün birinde geri döneceğine ihtimal vermemesi, emniyet etmemesi. Oğul Telemakhos’un kesinliğe duyduğu ölesiye tutku tam da burada sabitleniyor. Baba gözle görülmeli. Bu uğurda terk etmeli artık bu adayı, son vermeli bu gurbetliğe. Kendi evinde, kendi yurdunda bir yabancı. Aramalı, sormalı, yoklanmadık yer bırakmamalı; tavaf etmeli bütün deniz kıyılarını. Sınırlar geçiyor, azizlerin yüzyıllar sonra edeceği o kelamı[2] tanıtlarcasına bitap düşüyor, neyse ki Athena’nın kalbine iskân ettiği sekinet yardımına yetişiyor da sağ çıkıyor dalgalardan, vazgeçmiyordu bu talepkârlıktan. Bir kanıt gerekiyordu ya babasının varlığına. Nerede bulunacak bu kanıt? Nerde çıkacak karşısına? Ya bir zamanlar babasının yaptığı gibi terk edişi İthaka’yı bir daüssılaya çalarsa? İthaka’da o yokken gerçek ev neresiydi? Babasının kaç deniz, kaç memleket geçmesi gerekecekti? Peki ya kendinin? Telemakhos’a yüreğin tasalıyken hiçbir yere erişemeyeceğini kim anlatacak, aslında erişecek bir yer olmadığını kim söyleyecekti? Her şeyin burada ve şimdide tesis edildiğine kim ikna edecekti onu? Akhalılar bunu Troya’da öğrenmemiş miydi? Babası savaşta anlamamış mıydı insan soyunun sürekli aldandığını, kendine sebepler bulup oyalandığını? Ona ödünç verileni gerçek sahibine geri vermeye yanaşmadığını, geri vermenin ilmini öğrenmedikçe de hiçin hiçten başka bir şey olmadığının[3] künhüne varılamayacağını. Babasının eve dönüş yolu bu tecrübeyi tepeden tırnağa yüceltmek için değilse ne içindi? Yıllar sonra bir yetişkin olduğunda bu sorularla baş etmesi gerekecekti Telemakhos’un. Annesi babasının savaşa gitmek için evi terk edişinin yirminci yıl dönümünde anlatmıştı ona sevdiği adamın Troya’ya gidecek olan o koca karınlı gemiye binmeden önce yanına yaklaşıp kendisine usulca beni denizde unut[4] dediğini. Oysa bulmak için önce hatırlamak gerektir. Peki ya bulut devşiren[5] Zeus’un alınteri dökenlere nasılsa kader payını vermesini beklemek mi gerekir? Telemakhos artık bekleyemezdi. Bütün gece çıkacağı yolculuğun rüyası ile çalkalandı durdu. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı şafak görünür görünmez[6] hiç tanımadığı babası sanki bir boy daha attı içinde. Bunun erinci ile gözlerini açtı yeni güne. Ayağına sandallarını giydiğinde geriye sadece yola revan olmak kaldı.

Mavi Şerit

Babasının yaşayıp yaşamadığını öğrenmek için derhal yola çıkmaya karar veren bu yeni yetme Theo Angelopoulos’un 1991 yılında Hudutlar ismini verdiği üçlemenin[7] ilk bölümü olarak çektiği To Meteoro Vima tou Pelargou[8] filminde yetişkinliğe adım atmış muhabir gazeteci Alexandre’de vücut bulmuşçasına çıkar karşımıza. O da tıpkı Telemakhos gibi yollara düşmek üzeredir hikâyenin başında. Alexandre'yi Yunan Hükümeti’nin siyasi sığınma hakkı vermediği Afgan mültecilerin açık denizde suya atlayarak intihar ettikleri elim hadise üzerine tefekkür ederken buluruz. Bir insan nasıl ayrılabilir, diye sorar kendine. Neden ve nereye gitmek için? Bu düşünceler eşliğinde başlar yeni görevi için çıktığı yolculuğa. Yunanistan sınırına vardığında tanıştığı albaydan duyduğu ilk şey vakıanın keskinliğini işaret eder cinstendir: “Bir hududun ne demek olduğunu bilir misin? Yunanistan şu mavi şeritte bitiyor. Bir adım daha atarsam ya dışardayımdır ya da ölü.” Dışarda olmak nedir? Ölü olmakla nasıl denk tutulabilir? Devletin güç aygıtının silahlı bir rütbelisi tarafından söylendiğinde bu özdeşlik ne ifade eder? Bir ölü pekâlâ dışarıda olan biri ise, dışarıda olan biri de pekâlâ bir ölü sayılır diye çıkarsamak albayın demek istediğini anlamaya yeter mi? Kim dışarıdadır? Dışarıda olmanın tek ölçüsü mavi şeridin ötesinde olmaksa içeride olmak nedir? Diğer yandan hududun hadden geldiğini hatırlayalım. Devletin yasal yetki alanının tanımı tabiiyetinde yaşayan canlı için de çizilmiş bir yaşama alanıdır. Burası iç ve dış kavramlarının inşa edildiği, yetkelerinin muhataplarına duyurulduğu, dikte edildiği yerdir. Bir şeyin sınırı, dahilliği nasıl belirlenir? Ölçüdeki tek belirleyici yasa koyucu ve karar vericiler midir? Peki ya o mavi şerit? Önce nerede çizilmeye başlar? Neresidir orası, dimağın hangi mıntıkasına denk düşer? Bilinmez tekinsiz bir dehlizse o yer, nasıl olur da bir nûr-â-nura döndürülebilir? Alexandre’nin güzergâhında karla kaplı bir yaylada konuşlanmış küçük bir köy vardır. Albayın anlattığına göre bölge halkının “Bekleme Odası” adını verdiği sınıra en yakın yerleşim yeridir bu köy. Sakinleri ise mültecilerdir: Türkler, Kürtler, Lehler, Romenler, Arnavutlar, İranlılar, iltica etmek için sınırı geçen daha kimler kimler. Yunan Hükümeti onları buraya yerleştirir ancak sayıları o kadar artar ki bütün köyü kaplarlar. Hepsi “dışarı” gitmek için gerekli evrakları bekleyenlerdir. Öyleyse sorumuzu cümlenin içine bir isim ekleyerek yineleyelim: Bir mülteci için “dışarıda” olmak nedir? Mülteciler sınırı geçerek zaten dışarı çıkmamışlar mıydı? Halihazırda dışarıda değiller mi? Burada dışarısı ve içerisi birbirine karışıyor. Dış ve iç alenen müphemleşiyor. Ve bu durum bize şunu sezdiriyor: Aslında dış ya da iç diye bir yer yok ve mülteci olmak mekânın değişiminde değil, kişinin şuurunda zahir oluyor. Gerisi ruhun o ayaza alışması, onu gerçek sanması.  

Anahtar Kelimeler

Oğul Telemakhos artık menzildeydi ve babasının onu günün birinde bir bekleme odasında karşılayacağını nereden bilebilirdi? Onu gördüğünde öylesine şaşırır ve dikkatle süzer ki dalıp gittiğinden şüphe ederiz. “Bekleme Odası”nda kendini fark ettirmeden takip etmeye başlar onu. Baba da gerçek kimliğini gizler. Odysseia’nın sonunda ailesine kavuşan Odysseus’un eve döndüğünde ilk yaptığı da bu değil miydi? Alexandre’nin mülteci köyünde karşılaştığı kişi şüphe yok ki gerçek babası değil, onun için olsa olsa fikirsel manada baba figürü olabilecek biridir. Peki kimdir o? Sorunun yanıtı bir gizemi ele veriyor: kayıp bir politikacı. Gelin birlikte politikacı bir düşünür hayal edelim. Bu düşünür aynı zamanda bir parlamenter olsun. 1967-1974 yılları arasında Yunanistan’da hüküm süren sağ görüşlü askerlerden müteşekkil cuntanın yıkılmasından sonra kurulan Ulusal Birlik hükümetinde bakanlık yapsın. Ülkemizde 12 Eylül Askerî Darbesi ile nam salmış 1980 yılında ise Yüzyılın Sonundaki Umutsuzluk adında bir kitap yazsın ve o kitap şu cümle ile bitsin: “Kollektif bir rüyanın gerçeğe dönüşmesi için kullanmamız gereken anahtar kelimeler nelerdir?” Yapıt öyle bir etki yaratsın ki her politik fikirden eleştiriler alabilsin, meclisteki bütün partilerin hedefi haline gelsin. Başbakanın da aralarında olduğu bütün siyasi parti liderleri ile dolmuş parlamento salonundaki herkesin nefesini tutarak ondan mühim bir açıklama beklediği bir anda o yavaş ve yorgun adımlarla kürsüye çıksın, okuması beklenen kâğıtlara kısa süre anlamsız bakışlarla göz atıp sayfaları usançla ceketinin yan cebine sıkıştırsın ve ağzından şu cümle dökülsün: “Kimi zamanlar vardır ki, yağmurun sesindeki musikiyi duyabilmek için sessiz olmak gerekir.” Evet, burada umutsuzluğa çalan bir bıkkınlığın zarafetle tezahür edişine şahit oluyoruz. Adını koymaktan geri durmayalım: Bu bir isyanın etkisi, çok güçlü bir dışavurumudur. Anlatılana ister kısa bir mesaj diyelim, ister tek cümlelik bir vaaz ya da özlü bir mesel. Hiçbir şey burada yapılan şeyin hakiki anlamda politik bir eylem olduğu gerçeğini değiştirmeyecek. “Hakikat içimizdeki sözcüklerin gürültüsü olmadan konuşur.”[9] Kürsüye çıkan vekile göre sözcükler gereksiz değil. O sözcüklere karşıt değil. Sessizlikten anladığı sözcüklerin yokluğu değil. Söz, yani kelam, Arapçada yaralamak, etkilemek anlamına gelen kelm kökünden türemiştir. Buradan çıkarmamız gereken belki de her sözcüğün kendinden ibaret olmadığı; bir temsil, bir vasıta, bir işaret levhasına benzediğidir. Karşı gelinen, sözcüklerin daha geniş anlamı ile siyasal teorilerin insanların zihinlerini bulandırarak yağmurun sesindeki, yani insanı ve kültürü de içine alarak en geniş anlamı ile doğanın işleyişindeki yasanın/logosun/aklın duyulmasına ve nazar edilmesine engel olmalarıdır. Sessizliğin muhtevası zihnin durumu ile ilişkilidir. Oluş/musiki ancak sakin ve berrak bir zihinle duyulup şühut edilebilir. Bu iki şey belki de kolektif bir rüyanın gerçeğe dönüşmesi için kullanmamız gereken anahtar kelimelerin başında gelir. Siyasal teoriler kurdukları dille, verdikleri hükümlerle ihtiyaç duyulan bu kendi içinde saydamlık ve sükunetin tecrübe edilmesine gölge düşürür. Hayatın anlaşılmasına, yer yer kolaylaşmasına yardım ederler evet, teorinin gereksizliğinden dem vurmak alıkçadır ve tabiatın düzeni ile çelişir bir yerde; ancak onlar hayatı anlamaya yetmezler. Hayatı anlamlandırmaya dair verdikleri her mutlaklık iddiasında siyah bir sete dönüşürler. “Hayat daima öğretilere üstün gelir.”[10] Bu yüzden de bize düşen ona itimat etmektir, zira o bize şayet duymaya muvaffak olabilirsek her seferinde şöyle seslenir: “Haklı olan benim, ne olursa olsun!”[11]

Büyük Göç

Alexandre, kayıp siyasetçiye ilk yakınlaşma denemesinde söze başlarken ona mazeret olarak kaybolduğunu söyler. Hava soğuktur ve sırılsıklam olmuştur, sobanın yanında ısınmaya koyulur. Bu esnada kayıp siyasetçinin samanları tasnif etmesine yardım eden küçük çocuğa anlattığı hikâyeyi dinleriz:

Dünya güneşe çok yakınlaşıp da yanmaya başlayacağı zaman gezegenimizdeki insanların gitmeleri gerekecek. Ve tarihe ‘Büyük Göç’ diye geçecek olan bu olay böyle başlayacak. İnsanlar olabilecek her şekilde evlerini terk edecekler. Hep beraber Büyük Sahra’da toplanacaklar. Orada bir çocuk uçurtma uçuracak. Gökyüzünde çok yükseklerde ve yaşlısı genci bütün insanlar ipin ucuna yapışacaklar ve bütün insanlık uzaya yükselecek. Başka bir gezegen arayacaklar. Kimisi bir bitkiyi kucaklayacak, kimisi bir gülfidanını, kimisi bir avuç tohumu, kimisi yeni doğmuş bir yavru hayvanı. Kimileri de insanlar tarafından yazılmış şiir kitapları taşıyacaklar. Çok uzun bir yolculuk olacak.

Burada biter hikâye. Yolculuğun nasıl sonlanacağını duymayız. Artık bununla ilgilenilmediğini biliyoruzdur. En azından hikâyeyi dinleyen o çocuk dışında barakada bulunan iki kişinin bunu umursamadığını. Odysseus yaşamın öz vasfına tekabül eden şeyin eylemin sonuçları değil, kendisi olduğunu kavramış bir denizciydi. Onun kahramanlığı bu ustalığa vâkıf oluşundan geliyordu. “Usta bir yerde yaşamanın yolunu da bulmakta ustalaşmış değil midir ki?”[12] Evine dönmek için gösterdiği gayret kayda değerdi ancak o bunu neticeye dair beklentisini sürekli zikrederek ifa etmemişti. Yaptığı tek bir şey vardı: semereyi unutmak, serüvene teslim olmak. Bu onun ıstırapla başa çıkma edasıydı. Kişi hayatın kendini iyileştirmesine ancak böyle imkân tanıyabilir. Şifa ancak bu yolla içeri girebilir. Telemakhos’u yollara düşüren o kesinliğe duyulan ihtiyacı, babadan oğula miras kalacak olan o gevheri burada aramak gerekir. Özeleştirisini verircesine o güne kadar yaptığı tek şeyin başkalarını filme çekmek olduğunu itiraf eden gazeteci Alexandre ile kendi yurdunda siyasal mülteci olarak arınmaya çalışan kayıp siyasetçinin hemhal olmaya yaklaştıkları o sahneyi gözümüzün önüne getirelim. Aynı masada çaprazlamasına otururlar. Baba konuşur, oğul dinler. Sofraya getirilen şaraptan önce oğula, sonra kendine bir kadeh doldurur ve kendi kadehini havaya kaldırarak oğula seslenir: “Evimiz senin de evin.” Bunu işitmek Telemakhos’un zaferidir: çocukluktan beri içte büyüyen tohumun filizlenişi. İlk kadeh yudumlanır, daha anlatacak şeyler vardır. Tekâmül etmiş bir teessüfe acı bir gülümseme giydirilerek söze kalındığı yerden devam edilir: “Evimiz! Sınırı geçtik ama hâlâ buradayız. Evimize varabilmek için daha kaç tane sınırı geçmeliyiz?” Boy atmaya son veren baba artık ortaya çıkmış, babanın yüreği oğula, oğulun yüreği babaya döndürülmüştür.[13]


[1] Yorgo Seferis, Mithistorima, çev. Ari Çokona, İstos Yayınları, 2014.

[2] “Bir babanın sevgisi cefalıdır, sevgi dolu bir oğul bu cefayı çekmeye razıdır.” Aleksandr Sokurov, Otets i syn.

[3] “Artık hiçin hiç demek olduğunu öğrendim.” Angelopoulos’un Meteoro Vima tou Pelargou’yu çekmeden önce yazdığı bir şiirden bir mısra. Filmde kayıp siyasetçinin eşine bıraktığı veda notunda geçer.

[4] “Beni denizde unut.” Angelopoulos’tan Meteoro Vima tou Pelargou’yu çekmeden önce yazdığı aynı şiirin son mısrası. Filmde kayıp siyasetçinin eşine bıraktığı veda notunda geçer.

[5] Homeros’un İlyada ve Odysseia’da Zeus için kullandığı sıfatlardan biri.

[6] Odysseia’da bir günün maceraları anlatılırken hep bu mısra tekrarlanır.

[7] Üçlemenin ikinci filmi To Vlemma tou Odyssea (Türkçe gösterim adı ile Ulis’in Bakışı), son filmi ise Mia aioniotita kai mia mera’dır (Türkçe gösterim adı ile Sonsuzluk ve Bir Gün).

[8] Türkçe gösterim adı Leyleğin Geciken Adımı.

[9] Thomas à Kempis, as De Imitatione Christi (Cioran’la yapılan bir söyleşi vesilesi ile haberdar olduğum bu kitap Türkçeye Dominik Pamir tarafından Kurtarıcı İsa’nın İzinde ismi ile çevrilmiş. Imprimi potest İstanbul, 8.6.1988 + Piyer Dubois, Vic. Ap.).

[10] Miriam van Reijen, “Spinoza’nın Duygu Teorisi: Ruh Hazırdır Ama Ten Güçlüdür”, Spinoza Daima, çev. Sinem Özer, Reyda Ergün ve Cemal Bali Akal, Zoe Kitap, 2019.

[11] Rilke, Genç Şaire Mektuplar’ın birinde bir paragrafı şu cümle ile bitirir: “İnanın bana: Yaşam haklıdır, ne olursa olsun!” (çev. Semih Uçar, Nora Kitap, 2016).

[12] Bilge Karasu, “Usta Beni Öldürsen E!”, Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yayınları, 2014.

[13] Tevratı Şerif yahut Eski Ahit Kitabı, Malaki 4:6, Kitabı Mukaddes Şirketi.


Kaynakça

Erhat, Azra, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 2007.

Hamilton, Edith, Mitologya, çev. Ülkü Tamer, Varlık, 2019.

Homeros, Odysseia, çev. Ahmet Cevat Emre, Varlık, 1963.

Homeros, Odysseia, çev. Azra Erhat ve A. Kadir, Can Yayınları, 2013.