Çerkeslik Kendi Arasında, Çerkeslik Çerkeslerin Ötesinde

Kaşağı ve Primo Türk Çocuğu gibi çok bilinen öyküleriyle kıyaslandığında Bir Kayışın Tesiri Ömer Seyfettin’in kanon dışı eserleri arasında yer alır.[i] Öykü, kendisine bir Çerkes kayışı hediye edilmesinin ardından Mahmut Bey’in davranışlarının nasıl değiştiğini aktarır. Hediyeyi almasıyla birlikte Mahmut’un yegâne amacı artık çevresine kendisini Çerkez zannettirmek olur. Öyküdeki anlatıcının ifadesiyle herhangi bir Çerkes içermeyen “Türkoğlu Türk bir ailenin mensubu” Mahmut’un o günden itibaren konuşma biçimi ve babayiğit davranışları, âdeta “Kafkasya’dan yeni göç”müş bir Çerkesi andırır. Kayışın ardından “Çerkeslik sevdası”na tutulan Mahmut Çerkesçe öğrenmeye yeltenip Türkçesini bozmuş, kendisiyle alay etmek için takılan “Çerkez” lakabını gururla taşımış, askerlikte ne yapıp ederek Çerkes bir paşaya intisap etmiş, bir Çerkes kızı ile evlenmiş ve babasından kalan mirası da Çerkes tarihi üzerine bir kitap yazılmasına harcamıştır. Şüphesiz Ömer Seyfettin’in bu hikâyeyi kaleme alırken kafasında Türklüğe dair bir ders verme gayesi vardır ve bunu sona saklar. Hikâye “Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek ‘millettaş’ celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olamadığı”na (s. 900) yerinerek sonlanır. Yazarın gözünde Çerkesliğin bile kitle üzerinde çekici bir etkisi varken Türklüğün bundan mahrum oluşu bir üzüntü sebebidir.

Bu hikâyeyi yeniden aklıma düşüren ve bir kez daha okumama vesile olan ise geçtiğimiz yılın sonunda yayımlanan akademik bir çalışma, Ulaş Sunata’nın imzasını taşıyan Hafızam Çerkezçe.[ii] Bu çağrışıma işaretle Anadolu’nun farklı noktalarında yaşayan otuz Çerkesle gerçekleştirilen sözlü tarih görüşmelerinin üzerimde kayışın Mahmut’ta yarattığı gibi bir dönüşümü yarattığını iddia etmiyorum. Zaten Sunata da amacını Çerkesliği “bir bilmeyene anlatır gibi anlattırmak” şeklinde mütevazi sözcüklerle tanımlıyor (s. 18). Dolayısıyla okuyucusunu Çerkeslik sevdasına düşürme, onları Çerkesleştirme gibi hedefleri doğal olarak bulunmuyor. Buna rağmen Hafızam Çerkesçe’nin önemli bir tesire sahip olduğunu iddia edeceğim. Buradaki tesir ulus inşa süreçlerinin bir safhası olarak başka milletlerin mensuplarını kendisininkine çekme çabalarıyla ilişkili değil. Ama çalışma, geride kalan yüz elli yıllık sürecin sonunda bir kimlikten diğerine doğru gerçekleşen “ittiriş” ve “kaktırışların” muhasebesini teşvik etmesiyle tesirli. Bir yönüyle taşların yerine oturduğunun umulduğu/varsayıldığı bir evrede bireyin kendi kimliğine, aidiyetine ve bunun dile getiriş biçimlerine dair bir sorgulamayı tetiklemesiyle önem taşıyor.

Çerkesliği Bilmeyene Anlatma

Hafızam Çerkesçe’nin arka planını “Türkiye’deki Diasporalar: Kuzey-Batı Kafkasya Halkları Örneği” başlıklı bir araştırma projesi oluşturuyor. Sunata, projenin ilk adımlarından itibaren kırsalda bulunmaya, oradaki insanlara ulaşmaya önem verildiğini belirtiyor. Bu önem nedeniyle projede Çerkes diasporasıyla ilişkili çeşitli sivil toplum örgütleri ve kanaat önderleriyle gerçekleştirilen derinlemesine mülakatlar ve odak grup çalışmalarıyla yetinilmemiş. Anadolu’nun farklı şehirlerine bağlı toplam otuz altı köy ziyaret edilip farklı yaştaki Çerkeslerle sözlü tarih görüşmeleri gerçekleştirilmiş (s. 19). İşte bu görüşmelerden otuz tanesi, kitabın omurgasını oluşturan “Dinliyoruz” başlıklı kısmı ortaya çıkarıyor. Kitabın altbaşlığı da olan “Çerkesler Çerkesliği Anlatıyor” vaadi yaşları 82 ile 18 arasında değişen görüşmecilerin “söz büyüğündür” ilkesi uyarınca büyükten küçüğe konuştukları bu bölümde karşılanıyor (s. 41-270). Ayrıca “Dinliyoruz” bölümü dışında kitapta Sunata’nın kapsamlı önsözü ve bir makalesiyle[iii] Bahar Ayça Okçuoğlu’nun bir makalesi[iv] de yer alıyor. Bu metinler hem Türkiye’deki Çerkes diasporasının karakteristiklerini ve konu hakkında giderek zenginleşen literatürü özetliyor hem de içerikteki sözlü tanıklıkların “bilmeyene anlatmak” edimine uygun olarak okuyucu tarafından bir bağlama yerleştirilebilmesine olanak sağlıyor.

Görüşmeler boyunca Çerkeslerin Çerkesliğe dair anlattıkları oldukça zengin bir kapsama sahip ve bu zenginliği değinilen konuların çeşitliliği kadar aynı konu başlığı altındaki farklı görüşler de sağlıyor. Anlatılarda genç ile yaşlının, kadın ile erkeğin, gelin ile güveyin (ve sıkça gelin ile kayınvalide ve kayınpederin), köle ile efendinin, düğünün ve cenazenin, insan ve doğanın ilişkisini şekillendirmedeki gücü nedeniyle Çerkes âdet ve göreneklerine dair betimlemeler önemli yer tutuyor. Ayrıca görüşmelerin hemen hepsi görüşmecinin Çerkes tarihinin genel hatlarına dair malumatını aktarmasıyla açılıyor.  Bir yandan Rusya’dan göç ettirilme ve Osmanlı coğrafyasına yerleşim süreçleri, diğer yandan Çerkes Ethem “vakası”na ve bunun Cumhuriyet devrindeki sonuçlarına dair yorumlar bireysel ve kolektif hafızadaki izdüşümler kadar makro tarihle bezeli yorumları ihtiva ediyor. Ancak bu yöndeki değiniler -özellikle görüşmecinin yaşının nispeten yüksek olduğu örneklerde-  sözlü tarih çalışmalarının yaygın bir yan etkisini de karşımıza çıkarıyor. Çerkeslerin komünizmi kabul etmedikleri için sürüldüklerine dair açıklamalar (s. 51, 101) görüşmecilerin yanlış malumatlarının görüşmeye yansıyışının bir örneği. Aktarılanlar arasında “Halk Partisi” ve İsmet İnönü ise tarihsel birer figürden ziyade halen siyasi tercihleri etkileyen gölgeler olarak güncelliklerini koruyor. Menderes ve Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyen görüş sahipleri bu tutumlarına dair açıklamalarında Çerkeslerin İnönü aleyhtarlığına (daha doğrusu İnönü’nün Çerkeslerin aleyhinde oluşuna) göndermede bulunuyorlar (s. 47, 54).

Diğer yandan görüşmelerin başka bir ulus-devlet çatısı altında olsa da Çerkes “millet”ine dair bir bilinci yaygın şekilde yansıttığına işaret edilebilir. Çerkeslerin cinsiyet fark etmeksizin çok güzel giyindikleri (s. 49); Çerkes erkeklerinin çok beyefendi, kadınlarının ise çok nazik, kibar ve aklı başında oldukları (s. 185); Çerkeslerin “okumaya düşkün, masaya meraklı oldukları” (s. 64) yönündeki beyanlar Çerkes öz imgesinin köşe taşlarını oluşturuyor. Konunun görüşmeciler nezdinde düğümlendiği bir konu başlığı ise dil meselesi. Çerkesçenin önemi ve gelecek kuşaklarda da yaşatılmasının gereği tahmin edileceği gibi üzerinde mutabık olunan bir konu. Bunun yöntemi ya da anlamlandırma biçimi ise görüşmeciler arasında farklı savları ortaya çıkarabiliyor. Konuyla ilgili olarak dil öğretmenin devletin değil, ailenin kendi sorumluğu olduğu ve devletten bir şey beklenemeyeceğini söyleyen de var (s. 103), Çerkesçenin eğitim dili olması gerektiğini ve bunun vatanı bölmek anlamını taşımayacağını belirten de (s. 67)… Özellikle “tek tip insan yetiştirmeyi” hedeflemenin en büyük hata olduğunu söyleyen bir görüşmeci dillerin ve kültürlerin kaybolmasının mesuliyetini de devlete yüklüyor (s. 74).

Devletle inişli çıkışlı ilişkinin yansımalarının takip edilebileceği bir diğer alan ise Çerkeslerin devletin imleyeni olarak “ulus”a, dolayısıyla Türklüğe ve Türk milliyetçiliğine dönük yaklaşımları. Çalışmanın çoksesliliği kendisini bu konuda da göstermeye devam ediyor. Çerkesler olarak devletsizliğin ne demek olduğunu çok iyi bilmeleri nedeniyle devlete Türklerden daha fazla sahip çıktıklarını söyleyen bir görüşmeciye rastladığımız gibi (s. 174), Kürtler gibi Çerkeslerin dillerinin de devlet tarafından yasaklandığını ve her iki grubun da ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğünü (s. 179) ya da Çerkeslerin de “Apo sayesinde gündeme geldiği”ni ve “kendisi Kürt olsaydı Apo’nun yanında olacağını” dile getiren (s. 74) sesleri de duyabiliyoruz. Benzer bir biçimde “kendi dilini, kendi sesini kendi kulağının duyduğu kadar konuşma” ölçütüyle Türk milliyetçiliğinin korunması ve Çerkesliğin de bunu içerisinde olması gerektiği görüşü (s. 113), Çerkes milletinin “dünyaya güneş gibi doğan ve medeniyet saçan bir millet” olarak tanımlanışıyla (s. 116) yan yana karşımıza çıkıyor. Ancak İslâm –özellikle de Sünnilik– ortak paydası, diğer uluslara dönük yaklaşımda Türklük ile Çerkeslik arasındaki makası büyük ölçüde kapıyor. Özellikle evlilikte eş seçimine dair kriterlerini “Şimdi de sevmezler hiç, Ermeni sevilir mi? Ne olursan ol Müslüman olacaksın öyle,” sözleriyle açıklayan ve torunu Kürt’le evlendiği için döktüğü gözyaşlarına en azından karşı tarafın Sünni olmasıyla bir teselli bulup son veren görüşmeci (s. 77) ile Çerkeslerde Alevilik olmadığına şükreden görüşmeci (s. 99) bu minvalde anılabilir. Diğer yandan göçten sonra ailesi Tokat’a yerleşen bir görüşmecinin bölgedeki Ermenilerin akıbetini “Askeriye mi kovdu artık hükümet mi kovdu… Kim kovduysa, kovulmuşlar (…) Bilmiyorum nereye gittiler. Yurtdışına mı kovdular, yoksa öldürdüler mi?” (s. 149) sözleriyle açıklama(ma)sı oldukça dikkat çekici. Bir bakıma Çerkes belleğinin uluslaşma sürecine, Renan’ın ulus olmanın gerekleri arasında işaret ettiği “unutma” ortak paydasında[v] eklemlendiğine bir örnek oluşturuyor.

Çalışmada yer verilen sözlü tarih görüşmeleri 18 yaşındaki bir görüşmeciyle tamamlanıyor. Kendisi bir yandan Çerkesliğin sadece düğünde oynamaktan ibaret olmadığını ve eskisi kadar olamayacaksa da her anlamda sürdürülmesi gereğini vurgularken (s. 264), sürekli Çerkes kızlarının dış güzellikleri üzerinden övülmesine de karşı çıkıyor (s. 269). Görüşmecinin bu eleştirel yaklaşımı, Sunata’nın değerlendirme niteliği de taşıyan makalesinde, “klişeleşmiş Çerkes anlatıları”na işaretiyle sürdürülüyor (s. 274). Diğer yandan tam da bu klişelerin varlığı ve yaygınlığı Hafızam Çerkesçe’nin sahip olduğu önemi pekiştiriyor. Bunu detaylandırmak için ise bizzat kendimi görüşülenler arasına dahil etmem gerekecek.

Çerkesliği Çerkeslere Anlatmak ya da Bilmediğini Bilmek

Tabii Anadolu’daki köyler gibi değil bizim orası, zaten ülkenin en sanayileşmiş, şehirleşmiş yerleri. Evet zamanında Ketenciler tam da “Çerkes köyü” denilebilecek bir yermiş ancak dedemlerin köyden Gölcük’e tersanede çalışmaya gelmesi ta 1960 küsur. Zaten onlar şehre göç etmeseymiş de köyün eski hali pek kalmamış. Hep etraflarını “Lazlar” doldurmuş.

Baba tarafım da aynı. Biri gelmiş Biga’dan, öbürü Balıkesir’den. Babamlar, halam hep İstanbul doğumlu. Gecekondu mahallesinde, fabrikada, tersanede Çerkeslik ne kadar olsun? Dedem rahmetli halamın küçük oğluna Çerkesçe küfretmese bilip bilebileceğim kelime bir gel, bir su olurdu, neyse ki biraz küfür öğrendim işte (Erkek, 37, Evli, Kocaeli, [bilinmiyor], Şapsığ).

Hafızam Çerkesçe’yi tamamladığım andan itibaren kafamda dönüp duran soru “benimle benzer bir sözlü tarih görüşmesi yapılsaydı neler söylerdim” oldu. Muhtemelen konuşmaya bu gibi açıklamalarla muhatabımın beklentisini düşürerek başlardım. Ama görüşmemizi meşru kılacak bazı detaylar da vermeye çalışırdım. Örneğin -ben hariç- bizim ailenin genelinde de yaygın olan İnönü aleyhtarlığına işaret ederdim. Üstelik bunun sadece Çerkes Ethem ile ilgili olmadığını anneannemin tanıklığıyla delillendirir, “Talat Aydemir olayı” sonrasında köyden bir sürü Çerkes gencini de Aydemir’i destekleyecekleri gerekçesiyle içeri aldıkları bilgisini aktarırdım. Ayrıca Yeni Türkü’nün Wahayra şarkısının klipini hemen bizim komşu köyde çektiklerini belirtir, klipin kaşenlik müessesi bakımından ne derece açıklayıcı olduğunu eklerdim. Dil, kültür, âdet, görenek bakımından yetersizliğimi ise büyük kızım Neris’in isminin Çerkesçe oluşuyla örterek sözlerimi noktalardım.

Oysa Neris’e Çerkesçe bir isim verdiğimizde babaannemin verdiği tepki oldukça manidar idi: “Aman bu gençler de bir Çerkeslik şeyi çıkardılar ki, hiç sorma.” Babaannemin cümlesindeki “şey” kısa ve anlamsızlığına nazaran işaret ettiği kapsamın genişliği ile o günden itibaren yeni sorular da doğurdu. Gerçekte Çerkeslik neydi? Bu soruyu yanıtlamakta güçlük çeken benim gibi birçok kişi olabileceğini de düşünüyorum. Bir referans birimi olarak Çerkeslik hayatımızda yer tutuyor ama bu yerin betimlenmesi çok kolay görünmüyor. Köyden ayrılmalarının üzerinden birkaç kuşak geçen, halen kentte yaşamaya devam eden, mesleği, eğitimi ve sosyalleşme biçimleri neticesinde farklı aidiyet biçimlerinin parçası olmuş ailelerce yetiştirilen, bir Kafkas derneğinin faaliyetlerini ya da dedesinin köyündeki “kavuşma günleri”ni takip etmek gibi bireysel çabayı göster(e)meyen çoğu Çerkes için Çerkeslik tanımlanamayan, adı konamayan bir “şey” olabiliyor. Dolayısıyla dilsel ve kültürel açıdan yetersizlik ve bilgisizlik Çerkesliği bir “şey olarak” ifade etmeye yol açarken, ortadaki boşluğu doldurmak da klişelere kalıyor.

Anadolu coğrafyasında “Çerkeslik şeyi”ni farklı kılan, hakkındaki klişe ve kalıp yargıların içeriklerinin olumlu olmasıdır. Güzellik, temizlik, cesaret, maharet, disiplin, ciddiyet… Örneğin “Çerkes güzeli”, oryantalist imgelerin[vi] bir örneğiyken dahi sonuç itibarıyla estetikle ilişkili olarak kurgulanıyor ve kendisine atfedilen kabuller yalnız batıda değil, doğuda da benimseniyor. Dahası güzellik övgüsü kadınlar kadar erkekleri de içeriyor, en azından benim Arif Sağ’dan dinlediğim kadarıyla “Yandım hop Çerkes, yanıyor herkes” dizesindeki hayranlık bir erkeğe yöneliyor. Diğer yandan dışarıdan bir bakışla Çerkeslik diğer etnik gruplardan/milletlerden sıklıkla ayrı tutulan, onlara yeğlenen bir kategoriye karşılık geliyor. Başka bir deyişle karşılaştırmalı perspektiften Çerkeslik seçeneği “diğer”lerine nazaran güvenilir ve avantajlı bir konuma yerleşebiliyor. Resmî tarihin Çerkes Ethem’e atfettiklerine rağmen Rauf Orbay’dan Fethi Okyar’a kimi asker ve siyasetçilerin isimleri Çerkes oldukları detayıyla birlikte zikredilebiliyor. Ulus-devletin arzulandığı kadar homojen olmayışının travmatik gerçekliği karşısında kurulan ve “Laz’ı, Kürd’ü, Çerkes’i…” şeklinde ilerleyen cümlelerin ehven-i şeri de her defasında Çerkesler oluyor. Hatta azınlık dillerinin, Lazların ve Kürtlerin şivelerinin güldürünün bir bileşeni olduğu geleneğin yegâne istisnasını da Çerkeslik oluşturuyor.

Bu durum karşısında dilinden, kültüründen, âdetinden pek nasiplenememiş bireyler/aileler için dahi Çerkeslik bir aidiyet olarak benimsenebiliyor, önemli bir sembolik işlev yükleniyor. Çerkeslik hakkındaki kanaatlerin olumlu yönde olması bunun gönüllü bir şekilde ve sıklıkla bir gurur eşliğinde dile getirilebilmesini de sağlıyor. Tıpkı Pardon’da İbrahim’in polis sorgusundaki “Kürt müsün?” sorusuna verdiği “Hayır, Çerkes’im,” yanıtının akabinde takındığı yüz ifadesinde olduğu gibi. Tıpkı kızımın isminin anlamı her sorulduğunda verdiğim “Çerkesçe gözümün bebeği demek” yanıtıyla duyduğum beğeni ifadeleri karşısında takındığım yüz ifadesinde olduğu gibi…

İşte bu nedenlerle Hafızam Çerkesçe tam da Bir Kayışın Tesiri’ni anımsatan, oradaki kayış gibi tesirli bir eser. Ömer Seyfettin’in resmettiği Mahmut’un kapıldığı türde soyut bir Çerkesliği somutlaştıran, klişelere saplanmış bir içeriği sözlü tarihin verdiği olanaklarla eğip bükmeden yansıtmaya çalışan bir kitap. Bu açıdan Sunata’nın çizdiği “Çerkeslerin söz sahibi olarak yer bulduğu ve kendinden olmayana doğru kendini anlatması” şeklindeki sınırları (s. 18) fazlasıyla aşıyor. Çerkesliğini dile getiren ancak bunun içeriğini ortaya koyamayanlara önemli bir başlangıç noktası oluşturuyor. Dahası içeriğiyle ulus-devlet projesinin farklılıklarla ve çoğullukla temasını arttırmaya ve rutinleştirmeye de hizmet ediyor. Yasaklanan, bastırılan ve kovuşturmaya uğratılan dillerin ülkesinde, Çerkesçe bir hafızaya yaptığı göndermeyle başka dildeki hafızaların dile getirilebilmesinin umudunu da elinden geldiğince harlıyor.


[i] Ömer Seyfettin (2009 [1919]). “Bir Kayışın Tesiri”, içinde Bütün Hikayeleri, (haz. Nazım Hikmet Polat), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 898-900.

[ii] Ulaş Sunata (2020). Hafızam Çerkezce: Çerkesler Çerkesliği Anlatıyor, İstanbul: İletişim Yayınları.

[iii] Ulaş Sunata (2020). “Diasporanın Sosyokültürel Hafızası Olarak Çerkes Köyü”, içinde Hafızam Çerkezce: Çerkesler Çerkesliği Anlatıyor, s. 273-306.

[iv] Bahar Ayça Okçuoğlu (2020). “Türkiye’de Çerkes Diasporası: Kimlik İnşası ve Referansları”, içinde Hafızam Çerkezce: Çerkesler Çerkesliği Anlatıyor, s. 307-334.

[v] Renan, Ernest. (1946). Nutuklar ve Konferanslar, Z. İshan (çev.), Ankara: Sakarya Basımevi.

[vi] İrvin Cemil Schick. (2004). Çerkes Güzeli: Bir Şarkiyatçı İmgenin Serüveni, A. Anadol (çev.), İstanbul: Oğlak Yayıncılık.