Dost versus Tüccar

Her kavram gibi dost da zıddıyla bilinir. Gündelik dilde bile karşılığını bulan bu zıtlık, dost ve düşman ikiliğidir. Alman siyaset kuramcısı Carl Schmitt, siyasal kavramını Siyasal Kavramı adlı eserinde işte bu dost-düşman zıtlığı üzerine kurar. Schmitt’e göre “siyasal kavramı devlet kavramından önce gelir”.[1] Siyasal kavramının doğasını tartıştığı eserinde, beklendiği üzere devletin doğasıyla ilgilenmez. Zaten siyasal kavramı, fazlasıyla ve yanlış olarak dost-düşman zıtlığına başvurmadan, çoğunlukla “devlet, cumhuriyet, toplum, sınıf, egemenlik, hukuk devleti, mutlakiyetçilik, diktatörlük, plan, tarafsız ya da bütünsel devlet” gibi kavram veya olgular çerçevesinde düşünülmüştür. Oysa bunlar, Schmitt’e göre düşman kategorisine işaret etmedikleri ya da bunların “kiminle mücadele ettiği bilinmezse, hiçbir anlam ifade etmezler”.[2]

Siyasallıkla ilgili yakalanan bu açık, doğrusu devlet denen siyasal organın sadece modern durumunu değil, tarih boyunca değişerek devam eden aygıtın varlığını bamtelinden yakalamış gibidir. Üstelik Schmitt’in argümanları yalın ve kategorik olduğundan fazlasıyla ikna edicidir: Ahlâk alanındaki ayrım iyi ve kötü; estetikte güzel ve çirkin; ekonomideyse kârlı ve zararlı.[3] Her nedense doğa bilimlerindeki doğru ve yanlış kategorisini bu söyleme eklemeyi gereksiz görür. Buna göre, biçimi ne olursa olsun siyasal olan her varlık kendine ait bir düşman edinmek zorundadır. Aksi takdirde onun siyasallığından söz edilemez. Bir düşmana sahip olduğunda da kaçınılmaz olarak dostları olacaktır, ya da olmak zorundadır.

Kojin Karatani de Dünya Tarihinin Yapısı’nda devleti anlatırken, onun içeriden değil, dışarıdan anlaşılması gerektiğini söyler. Yani diğer devletlerle ilişkisi onu devlet kılar, anlamına gelen bir yorum getirir. Bu açıklaması Schmitt’i andırır. Dost ve düşman kategorilerini oluşturamayan siyasallık biçimleri, varoluşunu tamamlamadığı için varlığından da doğal olarak söz edilemez. Schmitt, bu kategoriler yoluyla siyasallığa bir itibar kazandırma peşindeymiş gibi görünür ve bunu da büyük ölçüde başarır. Oysa insan ilişkilerinde dost ve düşman kategorileri, sanıldığının aksine pek açıklayıcı değildir.

Hiç şüphesiz, dostu olan insanların düşmanları yoktur gibi bir şeyi ima etmeye çalışmıyorum. Devletler veya siyasal yapılar gibi insanların da düşmanları vardır, tıpkı dostları olduğu gibi. Ancak bazıları öyle olsa da çoğu insanın, varlığını düşman yaratarak kazandığını söyleyemeyiz. Öyleyse insani ilişkide dostun zıddı nedir?

Tüccar veya yabancı

Herkesin birbirini kökenlerine ve zevklerine varana kadar tanıma anlamında köylerde genellikle yabancı bulunmaz. Orada herkes birbirini neredeyse her yönden tanır. Birbirine dost değildir herkes ama çok yakın tanıdıktır. Oysa şehirlerde veya büyük topluluklarda dost ve tanıdıklara ilaveten bir de yabancı vardır.

Yabancı, der Georg Simmel, bugün gelip yarın giden gezgin gibi değil, bugün gelip yarın kalan adam gibidir. Özellikle ekonomi bağlamında yabancı devreye her zaman tüccar, tüccar da yabancı olarak girer.[4] Çünkü şehir halkı için uzak yabancı diyarlara gidip şehirde olmayan malı getiren tüccardır. Yabancı olarak tüccar veya tüccar olarak yabancı, Simmel’e göre bu hareketliliğinden dolayı şehir için bir nesnellik niteliği taşır. Nesnelliğini, yer-toprak sahibi olmamaklığından alır. Bu sebeple şehir ahalisi için çoğunca hakem rolü görmesi de bu nesnelliğini teyit eder. Çünkü onun tutacağı bir toprak ya da taraf yoktur. Hareket, yabancılık, ticaret ve nesnellik bu nedenle Yahudilerin tarihî konumu olmuştur.

Yerli halkın arasında bir sorun olduğunda hakem, toprakla bağlı olmadığı için tarafgir eğilimlerden en uzak kişi, söz konusu o yabancı olacaktır. Yabancıya bu nesnelliği veren özellik, kişilere olan eşit mesafesi, yani yerli olmayışı, hareketliliğidir. Ast-üst ilişkilerinden uzak bu mesafe, yabancının soğukkanlı olarak görünmesini sağlayarak kendisi dışında herkese güven verir. Bu özelliğiyle istenirse herkesi yargılayabilir. Zaten herkes de gönüllü olarak gelip sorunlarını kendisine açarak hakemlik yapmasını ister.

Diğer yandan nesnel (yabancı) insan, toplumdaki en özgür insan olarak da görülür. Çünkü şehirde bir kargaşa çıktığında pılını pırtısını toplayıp şehri kolayca terk edebilecek tek insandır. Toprak veya başka bir gayrimenkulle kendisini bağlamadığı için bulunduğu yerde hareket kabiliyeti en yüksek kişidir. Özgürlüğünü bu hareket kabiliyetinden alır. Böyle durumlarda da şehir için en güvensiz, yani riskli kişi olup çıkar.

Şehirdeki herkesin içsel değeri, alt-üst ilişkiler çerçevesinde belirlenirken dışsal değeri, yabancının bakış açısından belirlenmiş olur. Yabancı veya tüccar, şehrin hem içinde hem de dışındadır. Tüccarın nesnel konumu, kendisi dışındakileri herkese, yani insanları nesneye dönüştürdüğü müddetçe gerçektir. Tüccar için insanlar, genellenebildiği ölçüde nesnedir. Genelleme, satılan malın parasal değeri tarafından yapılır. Tüccarın gözünde büyük değer eşitleyicisi olan para karşısında tüm şehir halkı genel bir niteliğe bürünür. Halka karşı nesnel bir mesafesi olan yabancı sayesinde genelleme ve bilim buradan filiz verir.

Yabancılık, insanlar arası tekil ilişkinin genelleştirilmesi, düzlenmesi, insandan insana farkın giderilmesi, insanların aynılaştırılması veya “benzersizlik hissinin kaybolması”dır.[5]  Yabancılık, para kullanılmasa bile söz konusu insandan insana olan farkın, para varmışçasına aynılaştırılmasıdır.

Varlığını, aynılaştırılmaya olan direngenliğinden alan dost, düşmana tersinden de olsa değer verir. Onu ciddiye alır, onun tarafından da aynı şekilde ciddiye alınır. Çünkü düşmanın dost tarafından tanınan bir statüsü vardır.[6] Kendilerine denk gördükleri için taraflar, savaş zemininde olsa bile birbirleriyle mücadele etmekten onur duyarlar. Hatta düşmanların yiğitliği veya büyüklüğü, tersinden, kişilere itibar kazandırır. Bu anlamda düşmanla mücadele şan ve prestij kazanımıdır.

Bir yabancı olan tüccar (bezirgân/bâzargân/pazarcı) ise herkesi neyi ne kadar satın alabildiğine, daha doğrusu para sahibi olduğuna göre sınıflandırır. Bu anlamda tüccar için herkesin bir fiyatı vardır. Onun gözünde insanların insani özelliği, dostane ilişkileri değil, para sahibi olmaları gibi nesnel ölçüler dikkate alınır. Nesnellik bakışı canlı bir organizma gibi büyür ve insanları da nesne olarak görmeye kadar vardırır işi. İnsanın satın alma gücü olarak görülmesi; insani varoluşundan, hikâyesinden, dostlarından, çevrelerinden ve anlamından ayrılarak parça-lanması ve para-lanmasıdır.

Para

Bazen öyle olur ki, dost veya yakın arkadaşlarla aramıza bir soğukluk, bir mesafe girer. Hissedilen şey diğer tarafa karşı bir tür yabancılıktır. Hatta şöyle dediğimiz bile olur bu anlarda: Tamam, sen sensin, ben de benim! Oysa dostlukta senlik-benlik davası kaybolmuştur. “Sen sensin, ben de benim!” durumu, aslında dostluktan piyasaya geçişin başlangıç zilidir. Piyasaya geçildiğinde ise dost veya arkadaşın biricik anlamı, özel durumu veya bireysel farkı kalkmış, piyasanın geçerli akçesi para dili konuşur olmuştur.

"Ödül, bahşiş" anlamına gelen Farsça pâre (para: پاره), Avesta (Zend) dilinde pâra "borç" kelimesi ile aynı köktendir. Avesta (Zend) dilinde par- "ödemek, eşdeğerini vermek" fiilinden önekiyle türetilmiş ve Hint-Avrupa anadilinde aynı anlama gelen ve yazılı örneği bulunmayan per- biçiminden evrilmiştir. Latince pretium (ödül, fiyat) ile İngilizce price (fiyat) ve prize (ödül) buradan gelir. Pâre, 1.400 yıl öncesinden beri Türkçede de parça olarak kullanılmaktadır.[7]

“Her şeyin özeti”,[8] yani bütün nesnelerin bedelinin mutlak eşitleyicisi olan para, en son insani ilişkilerin de arasına girerek onu parçalar (part). Dostluk veya aşk bittiğinde taraflar kendilerini, tüccarın kullanımına hazır, parçalanmış (part) bulurlar. Dostluk parçalanmamış bir ilişkidir. İlişkinin parçalanması (part) demek, tarafların her birinin parayla ifade edilmesi demektir. Paralamak veya paralanmak, dostluğun birbirine yüklediği paha biçilemez bedelin, paha biçilir hale gelmesidir. Dostluk ilişkisi koptuğunda tarafların üzerine bir borç (pâra) düşmüş olur. Çünkü parça, borç demektir, parçalanmamış dostluk ilişkisi ise borçsuzluktur. Bütün insan ilişkileri parçalandığı an, borcun kucağına düşülmüş olur.

Şöyle sorulabilir: İlişkinin içinde borç yok mudur ki, ayrılınca/parçalanınca borç ortaya çıkıyor olsun? Buna, dostluğun tanımıyla Aristoteles ve ayrıca izonomi düşüncesi ile zaten cevap verilmişti: Eşitler arasında kurulduğu için dostluk, bu durumda kimsenin kimseye de borcu olmuyordu. Hiç mi doğmuyordu borç, dostluk ve aşk ilişkisinde, diye sorulacak olursa: Evet, orada da vardı, ama bu gönüllü bir borçlanmaydı; vefa, onur veya adanma gibi.

Borç

Ticari ilişki, yani piyasa (metalar dünyası), dostluğun çatırdadığı yerin çatlaklarını doldurmak üzere devreye girer. Dostluk veya aşkın parçalanması, dostluktaki tarafların borca girmesi, borçlanması, birbirlerinin birbirleri için artık meta haline gelmesi demektir. Türkçedeki borç kelimesi de yukarıda açıklandığı üzere Farsçadaki pâre’nin Soğdca pwrç (ödünç alınan veya verilen para, borç) üzerinden Türkçeye neredeyse aynı seslerle “ödünç alınması”, borçlanılmasıdır. Türkçe bu anlamda Farsçaya borçlanmıştır da denebilir, tıpkı sermayede olduğu gibi.

Borç, Arapçada deyn (dyn: دين) demektir. Çoğulu, Düyûn-ı Umumiye’den hatırladığımız düyûndur. Dîn, Medîne ve medeniyet de borç - deyn ile aynı kelime kökünden gelir. Din, Medine ve medeniyet gibi Arapça kelimeler borçlar dünyasının kelimeleri ise dostluk veya aşk bunun neresinde diye sorulabilir? Bunun cevabı Tanrı’ya/Allah’a bakıştadır.

Kral Tanrı

İlahiyatçı Halil Hacımüftüoğlu, Kral Tanrı: Allah'ın Krallığı adlı eserinde gerek Kuran’da ve gerek rivayetlerde Allah’ın çoğunlukla bir kral gibi açıklandığını ve aynı şekilde de algılandığını ifade eder.[9] Oysa İslâm tasavvuf geleneğinin daha çok Horasan melâmîliği kolu, Allah’ı kendilerine dost, kendilerini de Allah’ın evliyası (veli) olarak sunmuşlardır.

İki anlayış arasında ne gibi fark vardır veya neye yol açar bu nüans? Öncelikle Allah’ı kral tanrı olarak gören anlayışın dikey-hiyerarşik bir toplum tasavvuruna sahip olduğunu hatırlatır. Söz konusu toplum, kent merkezli yönetme ve yönetilme arzusuyla doludur. Dahası, buradaki yönetici kesim, toplumdaki herkesi ödenemeyecek bir borçla Allah’a borçlandırarak, halkın kendisine karşı da borçlarının olduğunun meşruluk zeminini oluşturmuş olur.

Diğer taraftan İslâm tasavvuf geleneğinin belli bir kolunun, daha çok da Horasan melâmîliğinin[10] Allah’ı kendilerine dost, kendilerini de Allah’ın evliyası (veli, dost) olarak sunduklarını söylemiştik. Bu görüşün toplumsal tasavvurunun da yatay olduğu ifade edilebilir. Yatay bir toplumsal yapıda yönetim zorunlu değildir ama toplum isterse birini ön plana çıkarabilir. Öyle bile olsa velinin Allah dostu, Allah’ın da veli dostu olduğu vurgulanarak yatay bir ilişki, yani dostluk ilişkisi kurulmuş olunur. Yatay ilişkinin ise zorunlu bir borç doğurmayacağı ve fakat gönüllü olarak bir borca girilebileceği ima edilmiş olunur.

Bu çerçevede kurulan cemaat ise bir dostlar topluluğudur. 

Cemaat

Dostlar topluluğu olan cemaatte herkes birbirinin derdini ve varlığını paylaşır. Paylaşma bir üleşmedir. Fazlalığı veya eksiğiyle cemaate (komün) katılan dostlar (muhibbân), bir araya geldikten sonraki ayrılma zamanında fazlası olanlar eksilerek, eksiği olanlar da fazlalaşarak ayrılmış olurlar. Cemaat, dostlar arasındaki tesviye/düzleştirme merkezi gibi işler.

Samuel Alexander, Parayı Tahrif Et adlı eserinde, Sinoplu Diyojen’in (Diogenes) düşüncelerini varsayımsal bir diyaloğa çevirmiştir. Diyaloglarda Diyojen’in cemaate ilişkin görüşü burada ifade edilenlerle neredeyse örtüşür: “Herkes bilir ki tanrılar bilgelerin dostudurlar ve dostluk, malların paylaşılmasını gerektiren bir cemaate dahil olmaktır. Bilge bir adam olduğum için tanrıların mallarını benimle paylaşmak istediklerini biliyorum.” Böylece Diyojen, “gerekirse, tapınaklardan çala[cağını]” söyler.[11] Çünkü, tanrının dostudur.

Bugün cemaatlere nasıl bakıldığı ortada. Bunun nedeni, paylaşımın esas olduğu dostluk çevreleri olmaktan çıkıp büyük ölçüde birikimci bir yapıya evrilmiş olmaları olmasın sakın!


[1] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, Metis, İstanbul, 2018, s. 43.

[2] Schmitt, Siyasal Kavramı, s. 61.

[3] A.g.e., s. 57.

[4] Georg Simmel, “Yabancı”, Bireysellik ve Kültür içinde, çev. Tuncay Birkan, Metis, İstanbul, 2015, s. 149-150.

[5] Simmel, Bireysellik ve Kültür, s. 152.

[6] Schmitt, Siyasal Kavramı, s. 41.

[7] https://www.etimolojiturkce.com/kelime/para (erişim tarihi: 29 Kasım 2020).

[8] Benedictus Spinoza, Törebilim/Ethica, çev. Aziz Yardımlı, İdea, İstanbul, 1996, s. 203.

[9] Halil Hacımüftüoğlu, Kral Tanrı: Allah'ın Krallığı, İletişim, İstanbul, 2017.

[10] Bu kolun genel bir değerlendirmesi için bkz. Onur Bilge Kula, Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011; özel bir değerlendirmesi için de bkz. Kenan Göçer, “Yunus Emre Aslında Ne Dedi?”, Turkish Studies: Economy, 15(2), 2020, s. 817-842.

[11] Samuel Alexander, Parayı Tahrif Et, çev. Onur İşçi, Heretik, Ankara, 2017, s. 23.