Herhalde kamusallık, kamusal alan, müşterekler ve kamusal katılım gibi hususların haddinden fazla önemli hale geldiği bir dönemden geçiyoruz dediğimizde abartmış olmayız. Hatta belki de bu meselelerin önemini onları fazlasıyla abartarak ortaya koymak daha doğru bir tavır olur. Kamusallığın ve kamusal alanın buharlaşmasının koronavirüs salgını ile birlikte şiddetlendiğini düşünsek de meselenin can alıcı yanı salgının çok öncesine ve onun varlığının çok ötesine gidiyor. Dahası güçlü bir kamusallık kültürünün olduğu durumda salgın çeşitli teknolojik araçlar yardımıyla yeni kamusallık biçimleri ve fırsatları da yaratıyor. Kamusallık meselesi bütün toplumları ve siyasal yapıları ilgilendiren bir öneme sahip olsa da Türkiye’deki kamusallık kültürü dikkate alındığında mesele daha da önemli bir hale geliyor.
Türkiye’de ve dünyada kamusallığın ve kamusal olanın uzun bir süredir aşınmakta olduğu bariz bir gerçek. Dünyanın içinde bulunduğu siyasi, toplumsal, kültürel ve ahlâki kriz hali kamusallığın kendini üretme ve ifade biçimlerini aşındırıyor. Siyasi kontrol aygıtlarının güçlenmesi, tüketim toplumu, siyasetin yerini daha ziyade “şeylerin kâr maksimizasyonu doğrultusunda yönetilmesi” paradigmasına bırakması gibi sebepler kamusallığın aşınmasının geri planını oluştursa da kamusallığın her toplumda aynı şekilde aşındığını da söyleyemeyiz. Tarihsel birikim, kültürel yapılar ile birlikte toplumsalı oluşturan sosyal grupların izledikleri farklı stratejiler kamusal alanın yeniden örgütlenmesine ve inşa edilmesine sebep oluyor. Teknolojik araçlar ve yeni sosyal medya gibi hususlar bir yandan eski kamusal alan paradigmasını değiştiriyor bir yandan da yeni kamusallık örüntüleri ortaya çıkarıyor. Ancak nihai anlamda toplumların kamusal kültürünü değişen koşullar altında yeniden şekillendiren şey tarihten tevarüs eden kamusallık kültürü. Bu kültürün zayıf olduğu veya toplumsal ve siyasal mekanizmalarca yeterince desteklenmediği veya akamete uğratıldığı toplumlarda ortaya çıkan yenilikler kamusallığı güçlendirmekten ziyade zayıflatıyor. Bu yazıda Hannah Arendt’den yola çıkarak kamusal kültürde görülen aşınmanın bireye veya gruplara ait mahremiyet alanını da aşındırdığını belirtiyorum. Bu ikili kaybın yerini ise mekanize olmuş idare biçimleri ile gizlilik almaya başlıyor.
Kamusallık, Mahremiyet ve Gizlilik
Kamusal örüntüler her geçen gün hayatımızdan daha da geri çekilirken kamusal olan ile yoğun ilişki içinde olan mahremiyet (privacy) prensibi de aşınıyor ve mahremiyetin yerini gizlilik (secrecy) almaya başlıyor.[1] Kamusallık aşındıkça, gizlilik perdesi arkasında şekillenen ve ortak-birlikte-varoluşu askıya alan davranışlar ve edimler bütünüyle karşı karşıya kalıyoruz. Gizlilik, bireyle birlikte ve onun özne olma haliyle veya özneleşmesiyle birlikte düşünülebilecek olan ve kamusal alanla da yoğun bir bağ içinde kurulan mahremiyetten çok farklı bir sorunsala işaret ediyor. Mahremiyet bireyin kendine ve sevdiklerine dönmesini, kendisiyle veya sevdikleriyle baş başa kalmasını yahut varoluşun derin sancıları karşısında bir geri çekilmeyi ve ötekilerden mahrum oluşu ifade eder. Mahrum oluş daima mahrum olduğunun farkındadır. Bu anlamıyla mahremiyet alanına çekilme bir yoksullaşma ve eksik olma durumunu da içinde barındırır. Ancak yoksul olma hali yahut mahrum olma durumu bireyin veya sosyal grubun kendini inşa etme araçlarından da biridir. Gizlik ise daha bir kendine ve sevdiklerine dönme yahut zaman ayırma üzerinden değil, ortak olandan ve kamusal olandan kaçma üzerinden tanımlanabilir. Burada mahrumiyetten ziyade bir kaçma, gizlenme ve ortak olana karşı bir pusuya yatma durumu vardır.
Kamusallık nasıl toplumsal hayatın şekillenmesi için önemli ise mahremiyet de benliğin şekillenmesi ve bu şekillenmenin toplumsal alanda tezahür etmesi açısından önemlidir. Bu uğrakta kamusallık ve mahremiyet asla birbirini dışlayan süreçler olarak kurulmazlar. Mahremiyet kamusallıktan, kamusallık ise mahremiyetten beslenir. Toplumsal sorunlara dair güzel bir manifesto yazmak kendine ait bir odayı ve zamanı gerektirir. Mahremiyetin tersine gizlilik, politik ve kamusal hayata ait değildir. Gizlilik daha çok politik ve kamusal hayattan kaçmayı imler ama bunu da çoğu durumda mahremiyet maskesini takarak yapmaya çalışır. Bu haliyle, gizlilik belki de daha ziyade maddi hayata ve ekonomiye ait bir kavramdır. Ya da toplumsala ve siyasala ait olanın bir ekonomik paradigma tarafından kavranması ve işlenmesi durumudur. Gizlilik, ev halinin ve o halin barındırdığı geçinme, beslenme ve üreme gibi faaliyetler etrafında kendini kurar ve bu kurma halini diğer toplumsal alanlara yaymaya çalışır. Oysa mahremiyet daima kamusal alanla ilişkilidir. Zaten bu ilişki olmaksızın kamusal alanı düşünmek de imkânsız hale gelir. Mahremiyet alanını deneyimleyen aktör bu alanı bir gizlenme alanı olarak değil, bir seyir ve mola verme alanı olarak düşünür.
Dolaysıyla mesele daha çok ekonomik olanla siyasal ve tinsel olan arasındaki bir kavganın unsurlarını içinde taşıyor diyebiliriz. Mesele siyasal olanın, ekonomik olan, yani maddi çıkarlara ve türün kendini devam ettirmesine yönelik olan paradigma tarafından hızlıca aşındırılması ve ortadan kaldırılmasıdır. Ekonomik ve çıkarlara dayalı olanın bu öne çıkışı, hatta fırlayışı beraberinde özgürlük kaybını ve bu kaybın olağanlaşmasını getirir. Özgürlük kamusal alan ile olan derin anlam bağını kaybederek kişinin hanesinde veya yakın çevresinde istediğini yapabilme ve istediğini alabilme serbestiyetine dönüşür.[2] Toplumu oluşturan bireyler hane yaşamına ve o yaşamın beraberinde getirdiği birikim, tüketim ve beslenme gibi olgulara ağırlık verdikçe, toplumsal olanı bir arada tutan ve ona rengini veren kamusallık da buharlaşmaya başlar. Günümüzde ekonomi meselesi artık sadece insan türünün bekasıyla ilgili bir husus değil. Ekonomi kendi başına ve kendisi için bir güç haline gelmiş durumda. Ekonomik büyüme tutkusu, daha fazla üretim ve tüketim merakı siyasal yapıdan toplumsal yapının mikro uzantılarına kadar her tarafı saran ve doğruluğundan şüphe duyulmayan konular haline gelmiş durumda. Bütün bu döngünün bizden talep ettiği başka bir şey daha var elbette: o da daha fazla üretmek, daha fazla tüketmek ve daha fazla biriktirmek için hiç bitmeyen bir çalışma temposu.
Elbette siyasal olanın ve kamusal olanın kendine yer açabilmesi için ekonomik olanın belli ölçülerde var olması ve garanti altına alınması gerekir. Zorunluluk alanına ait olan beslenme ve barınma gibi ihtiyaçlar garanti altına alınmadan siyasal ve kamusal olanın ve hatta estetiğe dair olanın kendine yer açması çok mümkün olmaz. Ancak antiklerden öğrendiğimiz önemli bir şey var ki, o da zorunluluk alanına ve ekonomik olana ait olanın siyasal ve kamusal olana sadece zemin sağlayan araçlar olarak var olmaları gereğidir.[3] Ne var ki günümüzde ekonomik olan artık kendinde bir amaç haline gelmiş durumda. Bu sadece büyük şirketlerin, büyük finansal kuruluşların ya da siyasi otoritelerin besledikleri bir olgu da değil. Gündelik hayatta sıradan ve kendini sıradan görmeyen bireyler eliyle yeniden üretilen ve hepimiz için bir demir kafes haline gelen bir olgu.
Meselenin toplumun orta sınıflaşması ile de ilgili bir yanı olduğunu düşünüyorum. Orta sınıfların edindikleri varlıkları kaybetme korkuları ile birlikte bu varlıkları arttırma arzusu onları zaman geçtikçe siyasal ve kamusal olandan daha da uzaklaştırıyor. Siyasal ve kamusal meseleler bu korkular yüzünden dost sohbetlerinde yakınılan hususlar olmanın ötesine geçemiyor. Sanki insan kendi kaderine zamanın çok ötesinde hakimmiş gibi, bu yakınmaların kendi yazgılarını değiştireceği düşünülüyor. Toplumsal ve kamusal olanla bağı kesilmiş ve hanenin karanlık koridorlarına gizlenmiş bir eleştiri gelmekte olan felaketi hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz. Bunun sonunda bireyin başkalarıyla birlikte deneyimlediği ve hatta keşfettiği özgürlük alanı ev/araba ve birikim gibi servet unsurlarınca rehin alınır. Birey kendini kamusal alandan çektikçe ve hanenin içinde gizlendikçe aslında en temel talebi olan özgürlükten de feragat etmiş olur. Özgürlük gibi kamusal bir erdem gizliliğe gömülmüş bir serbestiyet fikri ile yer değiştirir. Özgürlük daha çok serbestiyet anlamında, yani kendi başına sınırsızca bir şeyler yapıp edebilme olarak tanımlanır.[4] Bu sınırsızlık ise bireyin kendi çemberi dahilinde yapılacak veya yapılabilecek şeyler üzerinden kurulur. Bu algı nihayetinde nesnelerin, mekânların ve deneyimlerin birer tüketim unsuru olması fikri ile ilişkilenir.
Bu dünyada/yeryüzünde başkalarıyla birlikte olmak yerini başkalarını izlemeye ve takip etmeye dönüşür. Bireysel hayat, kamusal alandan kopup hanenin ve yakın çevrenin gizliliği içinde anlam bulmaya başladıkça tek yaşam formunun bu olduğu düşünülerek başkaları tarafından deneyimlenen gizliliklerin de peşine düşülür. Artık üzerinde çalışılması gereken ortak olana ait kamusal deneyimler değil, gizliliğe ait deneyimlerdir. Toplumun bu gizliliği yeri geldiğinde belli sınırlar içinde, örneğin sosyal medyada, başkalarının da seyrine sunması gizlilik konusundaki durumu herkesin paylaştığı ortak bir zevke dönüştürür. Oysa kamusallıktan kopmuş birinin asla özgür de olamayacağını antikler çok iyi anlamıştı. Tüketime bağlanan serbestiyet fikri başkalarının serbestiyetinden pay alma veya onları taklit etme arzusuyla perçinlenir. Bu haliyle toplum kendi başına yaşayan “idiot”ların matematiksel toplamından fazlası olmaz. Hannah Arendt bunu “kişinin başkalarıyla paylaştığı müşterek dünyanın dışında ‘kendine ait’ (idion) bir gizlilik içinde geçirdiği yaşamı” olarak ifade eder.[5]
Kamusal alan ve mahrem ilişkisi açısından en önemli noktalardan biri, bu iki alanın birbirini tamamlaması ve hatta desteklemesidir. Kamusal olan buharlaşıp yok oldukça mahrem olan da aşınmaya uğrar. Kamusalın buharlaştığı ve mahrem olanın da anlamını yitirdiği bir durumda gizlilik ilkesi ön plana çıkar ve bu gizlilik siyasal erk tarafından bir yönetme stratejisi ve bireyler ve gruplar tarafından ise bir yaşam stratejisi olarak kullanılır. Siyasal erk kamusal alanı daralttığı ve yurttaşlar da bu daraltma sürecine katıldığı ölçüde alınan bütün kararlar tartışılmaz, konuşulmaz ve üzerinde eylenemez hale gelir. Kamusal tartışmanın ve açıklığın ortadan kalkması yerini amaçsız bir gizlilik arayışına bırakır. Kamusal alan olarak önceden kurulmuş uzam ise sınırlandırılmış ve daraltılmış bir idare alanına dönüşür. Mesele artık millet çapında bir ev idaresidir. Modern tarihte ortaya çıkan bütün millilik vurguları kamusal olanı aşındırıp büyük evi despotça idare etmeyi imler.
Gizliliğin yaygınlık kazanması hem dağılan kamusallığın bir sonucudur hem de kamusal kültürün tahrip olmasının ve aşınmasının nedenidir. Mahremiyet ilkesinden ziyade gizlilik ilkesinin kendine yer bulduğu toplumsal örgütlenmelerde, kamusal kültürün zayıf olması şaşırtıcı olmasa gerek. Kamusal paylaşımdan mahrum kalan özneler, kamusal olan aleyhine gelişen gizliliğe daha çok maruz kaldıkça gizlilik ilkesi hanenin veya bireyin yaşamının dışına taşmaya başlar. Gizlilik sadece hane ve çevresinde işleyen bir paradigma olmaktan çıkarak toplumsal grupların eyleme tarzları üzerinde de etkili olmaya başlar. Gündelik yaşamın deneyimlenme paradigması başka toplumsal ve siyasal alanlara da sirayet ederek bu alanların tecrübe edilme kodunu belirler. Bu aşamadan sonra birey için birlikte yaşadığı başkalarıyla kurduğu ilişkiler kamusallık ve mahremiyet ikilisinden ziyade gizlilik paradigması tarafından belirlenir. Gizlilik kamusal alanda rol almayı ve eylemeyi engellerken kamusal olandan uzaklaşma halini de birey açısından meşrulaştırır. Artık değerli olan gizli olandır ve gizlilik içinde birey kendi dar çerçevesine sıkıştırılmış isteklerini tatmin ederek başkalarıyla birlikte yaşadığı ortak dünyadan mahrumiyetin acısını da unutur.
Tüketim ve ihtiyaçlar ekseninde gizliliğe gömülerek kitleselleşen ve yığınlaşan toplum özel ve mahrem olanı da tahrip etmeye başlar. Mahremiyet tecrübe edilişi itibarıyla kamusallığı ve açıklığı dışlamaz. Dahası kamusal alanda kendimizi göstereceğimiz ve hissettireceğimiz birçok özelliği sağlar. Mahrem olana yönelik talep bir kendine dönme ve kalabalıkların gürültüsünden azade olma talebidir. Mahremiyet bu haliyle başkalarından, onlarla ortak olunduğu bilincini kaybetmeden, bir uzaklaşma talebidir. Bu yanıyla herhangi bir ikiyüzlülük içermez. Birey açısından mahrem alanında yaptığı her şey daima kamusal bir meselenin ya da özgürlük meselesinin parçası olmaya da adaydır. Oysa gizlilik içinde yaşayan insan için, kendi deneyiminin farklı parçaları asla kamusal bir problem olamaz. Gizli olan daima gizli kalmalıdır. Gizlilik prensibi etrafında yaşamını kuran birey, kendi gizli hayatında yaşadığı ve deneyimlediği herhangi bir mesele kamusal bir tartışmanın konusu olduğunda, susmayı ve görmezden gelmeyi tercih eder. Bu anlamıyla gizliliğin yaygınlaşması ortak olanın da kaybı anlamına gelir. Burada sözü Hannah Arendt’e teslim etmekte fayda var.
Tümüyle özel bir yaşam sürdürmek hakiki bir insani yaşam için özsel olan şeylerden yoksun kalmak demektir her şeyden önce; başkaları tarafından görülmenin ve duyulmanın sağladığı gerçeklikten; başkalarıyla ortak bir şeyler dünyası aracılığıyla birleşmenin ve ayrılmanın sağladığı “nesnel” bir ilişkiden, yaşamın kendinden daha kalıcı bir şeyler başarma olanağından yoksun kalmak demektir.[6]
Evin gizliliğine hapsolmuş bir yaşam başkalarının varlığından, dünyanın farklılığından ve ortaklıktan mahrum olma anlamına geldiği kadar, bu mahrumiyet hali aynı zamanda öznenin başkaları aracılığıyla oluşturduğu kendi benlik fikrinde de aşınmaya neden olur. Öteki yahut başkası benliği kuran ve borçlu olunan bir öğe olmaktan ziyade gizliliğin paranoyak dünyasının saklı düşmanı olur. Dolayısıyla gizlilik paranoya ile ilişkili iken mahremiyet ve onunla birlikte düşünüldüğünde kamusallık, içlerinde daima bir ortak dünya sevgisi taşırlar.
Daha önce de belirttiğim üzere kamusal alan aşındıkça ve buharlaştıkça geriye özel alan kalmaz. Özel ve mahrem olan, bu dünyaya ait olan varoluşsal anlamlarını kaybederler. Bunun sonucunda birey en temel varoluş araçlarından birinden mahrum kalır. Başkalarıyla birlikte olmaktan kaynaklanan ortaklığı ancak bu ortaklığı besleyecek ve destekleyecek bir mahrem yaşantı ile kurabilir birey. Mahrem ve kamusal olan arasındaki bu simbiyotik ilişki mahrem alanda yaşanılan her şeyin aynı zamanda kamusal olma potansiyeline sahip olduğunu da saklı tutar içinde. Oysa gizlilik kendi başına var olur ve sadece kendine referans verir. Kamusal olan ile arasında bir geçişkenlik veya melezleşme yoktur. Gizlilik hem ortaklığın hem de kamusallığın reddidir. Ondan geriye, toplum için anlam ifade eden bir husus kalmaz. Dolayısıyla, kamusal olan ile gizli olan birbirini tamamen dışlamakla kalmazlar, aynı zamanda iki ayrı kümeyi oluştururlar. Modern çağın kutsalı olan servet gizlilik örtüsü içinde ailenin, ocağın, toprağın yahut finans kapitalin üzerinde kurulur. Böyle bir toplumda yasa ve haklar, uğruna mücadele edilecek değerler olmaktan çıkar ve tek mücadele konusu servet olur. Yasaya, yani yurttaşları bir arada tutan veya ayıran temel bağa karşı gelişen bu ilgisizlik siyasal varoluşun da buharlaşmasına neden olur. Servetin korunması için gösterilen ihtimam yasanın düzeltilmesi veya korunması için gösterilmez. Bu aynı zamanda yasaya dair toplumsal anlayışta da büyük bir kırılmaya işaret eder. Yasa artık ortaklıkların ve ayrılıkların ölçütünü belirleyen ve yurttaşların birlikte eyleyerek oluşturdukları bir olgudan çok nereden geldiği belli olmayan ama boyun eğilmesi gereken dışsal bir olguya dönüşür.
Nihayetinde güçlü bir kamusal alan kamusal alandan geriye kalana da derin bir ruh ve canlılık verir. Özel olana ve kişiye ait olana, ancak güçlü bir kamusallık ikliminde saygı duyulur. Unutulmamalıdır ki, bireyi birey olarak inşa eden olgu bireyin kendisi değil, onu birey olarak kabul eden ve inşa eden topluluğun kamusal bilincidir.
Seyir Toplumu
Kamusal olanın kaybı durumunda özel ve mahrem olan daima bakışın ve gözün tehlikesi altındadır. Kamusal alanı kontrol etmeye çalışan büyük göz kendini özel alanı kontrol etmeye ve izlemeye çalışan küçük gözlerde yeniden var kılar. Bu da bizi gözetleme ve biraz daha farklı olarak seyir toplumu olgusuna götürür. Gözetleme toplumunda kontrol ve idare ön planda iken, seyir toplumunda buna gözetlemenin keyfi de eklenir. Kamusallığını yitirerek gizli hanesine saklanan bireyler bu haneden etrafı seyretmenin ve gözetlemenin hazzını yaşamaya çalışırlar. Keyif konusunun ise sınırı yoktur. Toplumda işlenen kötülükler bile, kamusal bilincin yitirildiği bir ortamda, üzerinde mücadele verilecek konular değil, seyredilecek sahnelere dönüşür.
Kişinin bu dünyadan kopukluğu ya da başkalarıyla birlikte ortak bir kamusallık etrafında yine başkalarıyla birlikte olacağı bir ortak dünya/birlikte olma dünyası yaratamama durumu kendini toplumsala ait diğer alanlarda da hissettirir.[7] Sosyal medya kamusal paylaşımlardan çok bir ego ifşası ya da yarışı alanına dönüşür. Kişiye ve haneye ait olan olgular gösterilecek ve teşhir edilecek seyirlik nesnelere çevrilir. Bu haliyle sosyal medya, bir paylaşım alanından ziyade ego savaşı alanını anımsatır. Bireyler ortak olarak sahip olduklarından veya olmak istediklerinden çok kişisel olana, haneye ait olana ve servete dair gösterilerde bulunurlar. Paylaşımın ve ortaklaşmanın yerini gösteri alır. Maddi servet kadar hanenin fertleri de gösteri malzemesine dönüşür. Sonuç, kamusal meselelere ve ortak olana yabancılaşmış ve bu konularda güçsüzleşmiş bir toplumsal zeminin oluşmasıdır. Müşterek dünya yitirildikçe farklılıkların paylaşılması, duyurulması ve sunulması zemini de ortadan kalkar. Başkalarıyla birlikte olmanın sahnelendiği bir uzam ve zaman olarak dünya anlamını kaybeder. Farklılık tezahürleri ve hatta farklılıklar üzerinde oluşacak çatışma noktaları yitirildikçe toplumda bir aynılaşma ve düzleşme yaşanır. Bu da bireyler ve topluluklar arası çatışma ve tanıma ilişkilerini karanlık bir vakumun içine sürükler.
İletişimin yerini pasif izleme aldığında, amaç artık tanıma ve onaylama yahut çatışma değil, damgalama ve reddetmedir. En farklı ve uzlaşmaz gruplar bile toplumsal çatışma ortamında bir tanıma ve tanınma ediminde bulunurlar. Bu da farklılıklar arasında asgari bazı saygı dinamiklerinin oluşmasını sağlar. İzleme ise, tam da bireyler ve topluluklar arasında kurulan veya olması gereken saygıyı yok ederek insanlar arasındaki en temel bağlardan biri olan dayanışma bağını aşındırır. Kamusal alanın yok olması ve seyir toplumunun ortaya çıkması birliktelik duygularının ve bağlarının da tahribine neden olur. Bağların illaki sevgi şeklinde olması gerekmez; çatışma da bir bağlanma ve bağ kurma biçimdir. Çatışma ötekini tanımaya ve benliği yeniden kurmaya yol açar. Çatışmanın eksikliği öznenin en temel aynası olan ötekinin ve onun farklılığının da ortadan kalkmasıdır. Kavgasız ve çatışmasız bir toplum bir sükûnetin değil, aksine bir dağılmanın habercisidir.
Toplumu ve onu oluşturan toplumsal grupları anlam sahibi yapan, paylaşılan somut veya soyut müştereklerdir. Müştereklerin oluşma yeri ise kamusal olarak insanların göründükleri, duyuldukları ve tezahür ettikleri kamusal alandır.[8] Bu alanın tahrip olması toplum olarak algılayageldiğimiz olgunun ortak bir şeyleri olmayan bir yığın/kitle olmasına sebep olur. Aslında kamusal alan dolayımı ile oluşan/oluşacak ortaklıkların yitimi toplumda ortak olarak paylaşılan hiçbir şey kalmadı demek değildir. Paylaşılan ortaklık artık sadece servet edinme ve izleme ortaklığıdır. Buradaki can alıcı husus ise, paylaşılan bu yeni alanda başkalarının ontolojik mevcudiyetinin ve tezahürünün ortadan kalkmasıdır.
[1] Burada mahremiyet ile gizlilik arasında bir ayrım yapmayı önemli buluyorum. Bu ayrımı İngilizcedeki privacy ve secrecy kavramlarının ayrımı üzerinden de düşünebiliriz. Arendt, İnsanlık Durumu adlı eserinde genelde mahremiyet ve kamusallık arasında bir ayrım yapar. Ancak Türkçeye çeviride yer yer mahremiyet ve gizlilik kavramları bir arada kullanılır. Bu iki kavram Türkçede bazı yakınlıklara sahip olsa bile arada önemli bir fark olduğunu düşündüğüm için iki kavram arasında temel bir ayrım yapmayı doğru buluyorum. Mahremiyet ortak dünyayı reddetmeden bu dünyadan bir geri çekilmeyi ve uzaklaşmayı işaret ederken gizlilik saklamayı, hileyi ve ortak dünyayı askıya almayı etmeyi işaret eder.
[2] Özgürlük (freedom) ile serbestiyet (liberty) arasındaki ayrım için bkz. Hannah Arendt, “What is Freedom”, Between Past and Future: Eight Exercises in Poltical Thought, Penguin Books, Londra, 2006.
[3] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.
[4] Hannah Arendt, “What is Freedom”.
[5] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, s. 77.
[6] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, s. 104.
[7] Hannah Arendt insanlarla birlikte ortak bir varoluşu paylaşmak konusunda “insanlar arasında olmak” anlamına gelen inter homines esse kavramını kullanır. Ayrıntılı tartışma için bkz. Hannah Arendt, İnsanlık Durumu.
[8] Étienne Tassin, “Les Gloires Ordinaires. Actualité Du Concept Arendtien D’espace Public”, http://www.sens-public.org/IMG/pdf/SensPublic_Etienne_Tassin.pdf. (2014/06).