Tımarhane ortamının okurlara keyifle karışık bir irkilme duygusu verdiği, nitelikli ya da pespaye metinler üreten yazarların tımarhane sahnelerini canlandırdığı, zavallı ve çaresiz kadınları resmettiği ilk örneklerden birini Eliza Haywood, Dertli Yetim ya da Bir Tımarhanede Aşk (The Distress’d Orphan, or Love in a Mad-house, 1726) isimsiz yayımlanan romanıyla vermişti: “Entrikacı amcası Giraldo tarafından alçakça eve kapatılan ve ardından bir tımarhaneye yollanan erdemli Annilia’nın hikâyesi öylesine tutuldu ki, kitap yüzyıl boyunca izinli ve korsan baskılarla sürekli piyasada kaldı.”[1]
Düzmece yollarla akıl hastanelerine ve evlerin karanlık odalarına kapatılan kadınların edebiyattaki bu işleniş biçimi, Marry Wollstonecraft’ın Maria: Kadının Uğradığı Haksızlıklar (1798) romanına gelene değin tekraren anlatılan temalardan biridir.
Aslına bakılırsa, Victoria döneminin başları gibi geç bir tarihte, Charlette Bronte’nin Jane Eyre (1847) romanında (eve kapatma sahnesi şeklinde olsa bile) yansımaları görülecekti. Kitapta tımarhanelerin ve deli doktorlarının yer almasına karşın, deliliğe ve hayvaniliğe ilişkin eski klişeler kesinlikle eksik değildir. Deli Bertha Mason tavan arasında pusuda beklerken, ondan bihaber Jane Eyre konağın başka bir kanadında yakışıklı Bay Rochester’a dönük erotik özlemlerini dizginlemeye çalışır. Ama Jane’in mutlu hülyası uzun sürmez. Vahşi arzularla dolu bir kadın olan ve tecrit altında tutulan Bayan Rochester’la birdenbire tanışır.[2]
Zincir şakırtıları, vahşi çığlıklar ya da histerik inlemelerle anlatılan kadınların kapatılma hikâyelerinin dönüşümü açısından, “canavar/deli kadın” imgesinin “akıllı kadın” imgesiyle yer değiştirdiği önemli örneklerden biri, Jennifer Dawson’ın HA-HA adlı romanında karşımıza çıkar. Romanın yayımlanması İngiltere’de Akıl Sağlığı Yasası’nın (1959) kabul edilişinden bir yıl sonrasına denk gelir. Yasa, akıl hastalarına yönelik daha özgürlükçü ve daha kabullenici bir tutumu yansıtır. Romanda delilik üzerine yürütülen tartışmanın yanı sıra başka bir unsur da dikkat çekicidir. Feminist edebiyat eleştirisinin önemli yöntemlerinden biri olan “otobiyografik yazma” geleneği, Dawson’ın HA-HA adlı romanı için de örneklenebilir. Dawson Oxford’daki St. Anne’s College’da tarih okurken yaşadığı ciddi bir ruhsal çöküntüyle, kenar mahallelerin birinde bulunan Warneford Hastanesi’nde altı ay geçirir. Nihayetinde okuluna geri döner ve mezun olur. Oxford University Press’te çalışmaya başlar ve Worcester’daki bir psikiyatri hastanesinde gönüllü olarak sosyal hizmetler danışmanlığı yürütür. HA-HA, Birleşik Krallık’ın en önemli kurgu ödülü olan James Tait Black’i kazanır. HA-HA’nın başkarakteri Josephine de zaman zaman akıl hastanesinden dışarı çıkabilen, üniversite öğrencisi genç bir kadındır.
Sarı Duvar Kâğıdı’ndan HA-HA’ya “Feminist Odalar”
Jennifer Dawson HA-HA’yı yazmadan önce, Charlotte Perkins Gilman’ın Sarı Duvar Kâğıdı (1892) adlı öykü kitabını okudu mu bilmiyoruz. Okumuş olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünebiliriz. Dawson, yaşadığı dönemin feminist hareketini ve düşünsel gelişimini iyi takip eden bir yazardı. Bizatihi akıl sağlığı tartışmaları açısından nerelere baktığı ve nasıl düşündüğünü biliyoruz. HA-HA’nın Sonsöz’ünde Dawson şunları söylüyordu;
Feministlerse o dönemlerde akıl hastalığının kadınlarda görülme oranının çok daha yüksek olduğunu fark ederek “Akıl hastaneleri, kadınların toplumsal olarak denetim altına alınmasının bir parçası mı?” sorusunu ortaya atıyorlardı… HA-Ha’nın yazıldığı dönemde, feminist hareket de nispeten durgunluk içindeydi. Kadınlar üniversitelerin kalelerine yaptıkları baskınlarda başarılı olmuşlardı. Belki de Josephine, annesi siyahi olsaydı ya da bir piliç kesim fabrikasında çalışsaydı daha az gülerdi… Bence kızkardeşlik kelimesi, yalnızca küçültücü bir anlamda kullanılıyordu. Neyse ki Kadın Özgürlüğü Hareketi, güzel bir kavrama itibarını teslim etti: dayanışma.[3]
Belki başka bir yazma yöntemini de Dawson’ın temsil ettiği biçimde ele almak gerekiyor. Örneğin, delilik üzerine çalışırken bazı metinlerden haberdar olmadığını, Amerika’da Dr. Szasz ve yayıncılarının yürüttüğü psikiyatristlerin de sıkı takip ettiği tartışmaları sonradan öğrendiğini anlatıyor HA-HA’nın Sonsöz’ünde. Dönemin İngiltere’sinde yaşlılık, işçi sınıfının ve kadınların durumunu, akıl hastanelerinin ve sosyal hizmetlerin eksiklerini, popüler aşk romanlarında kadınların nasıl yansıtıldığını, sokaklarda kadınların güvenle yürüyebildiklerini tespit eden politik arka plana da sahip bir edebiyatçı Dawson. Feminist duyarlılığının yanı sıra, ülkesinde ve dünyada olan biten pek çok şeye yönelik politik bir bakışı da var. O nedenle kendini bir kadın olarak inşa etme sürecindeki deneyimi romanındaki Josephine’nin de deneyimi âdeta. “Özel olan politiktir” savunusunun gerçekleştiği bir edebî yaklaşım…
HA-HA’daki Josephine’nin kaldığı hastane odası, Sarı Duvar Kâğıdı’ndaki lohusa kadınının odasıyla bağlantılı. Bu bağlantı, kadın yazarların yıllar içerisinde akıl ve duygu alanına yönelik geliştirdikleri feminist politikayla da ilişkili. Odalardan odalara geçişin hikâyesi biraz da feminist edebiyatın tarihi gibi. Biri kolonyal malikânenin odası (Sarı Duvar Kâğıdı), diğeri bir akıl hastanesinin. İlkinde daha öznelmiş gibi görünen semptomlar, ikincisinde toplumsal yanların açıkça tartışıldığı, özgürleşmekte olan kadınların mekânına işaret ediyor. Yine Sarı Duvar Kâğıdı’nda hızla iyileşmek isteyen, doktor olan eşinden çekinen ve ruhsallığı sarsılan bir kadın kahramandan, HA-HA’da aklını kullanmanın keyfini de süren ve belki anlaşılmaz kahkahaların da nedeni olan bir delilikten söz ediyoruz.
Sarı Duvar Kâğıdı’nın kadın kahramanı kendini kapattığı odadan çıkışını, öykünün finalinde odanın kapısını açmaya çalışan kocasını ve ona söylediklerini şöyle anlatır:
“Bu ne!’ diye haykırdı. “Ne yapıyorsun Allah aşkına?”
Bir yandan sürünmeye devam ederken, ona omzumun üzerinden baktım.
“Sana ve Jennie’ye rağmen nihayet dışarı çıkabildim,” dedim. “Kâğıdın çoğunu da yırttım, beni yeniden oraya kapatamayacaksınız!”[4]
HA-HA’da ise Josephine, hastaneye yattığı ilk gün odasında Rahibe ile tanışmasını şöyle anlatır:
Biraz önce içeri girip kendini koğuş rahibesi olarak tanıtmıştı, ben ise hep dolu hep gürültülü olan diğer koğuştan, “kıyı odalar” denilen ikinci kata daha yeni taşınmıştım. Oda küçücüktü, kutu kadardı. Bir yarısında demir bir karyola uzanıyor, diğer yarısında da hasır bir koltuk ve kapı duruyordu. Bana manzara değiştirme hakkı verileli çok olmamıştı. Rahibe önlüğünü katlayıp oturduğunda, odanın artık benim olduğunu ve onun da konuşmak istediğini anladım.[5]
HA-HA’nın Josephine’i hastanede arkadaşlık ettiği Rahibe ve Alasdair’le duygusal bir ilişki kurar. Delilik, akıllılık, üniversite yaşamı, genç kız ergenliği, aniden gelen kahkahalar, Alasdair’le hastanenin bahçesindeki hendekte (Jennifer Dawson’ın kendi evinin bahçesinde de bir hendek vardır) yaptıkları uzun sohbetler “tımarhanenin deliliği iyileştirmediği, aksine deliliği yarattığı” üzerine gelişir. Josephine hastanedeki odasından kaçışını romanın sonunda şöyle anlatır:
Varolduğumu ilk kez fark ettiğim o kutu gibi küçücük oda, saatlerce oturup yola, insanlara ve büyük sardunya yataklarına bakabileceğiniz kadar geniş pencere pervazıyla üst katta beni bekliyordu. Oradaydı, beni geri almayı bekliyordu ama aklımı çelemedi…
Zira orman hiçbir şey yapmamı buyurmuyordu. Gelecek, nasıl istersem öyle doldurabileceğim bomboş bir sayfaydı. İçinde barındırdığı imkânları kim bilebilirdi ki? Alasdair’in bana söylediklerini hatırladım. Eğer on dört gün uzak kalabilirsen, seni geri almazlarmış. Bu yüzden, bir zamanlar benim duvarım olan ve tüm dünyayı kuşatan taş yığınına tırmandım, tepeye veda ettim ve her şeye rağmen yok edilemediğimden, varlığımın kurtarıcılığından emin olana dek koştum, koştum.[6]
Kadınların deliliği, tedavisi ve kapatılmalarıyla ilgili edebiyatta karşılaştığımız örneklerin, ortaklaştırılabilecek soruları yanıtlamaya imkân verdiğini düşünüyorum. Kapatılmanın deliliği iyileştirip iyileştirmediği sorusu Virginia Woolf’un ve Charlotte Perkins Gilman’ın yazdıkları metinlerde, günlüklerde, tedaviye ilişkin eleştirilerinde kısmi reddedişlerle işlenir. Onların öykü ya da roman kahramanlarının yaşamlarında uygulaması gereken ölçülülük kadın yazarlar için de talep edilir. Yatakta istirahat talimatı, sessizlik, arkadaşlardan, kitaplardan uzak bırakılma, egzersizi sınırlandırma, yüksek kalorili beslenme zorunluluğu gibi nevrastenik ve histerik hastalar için kabul edilen uygulamalar, kadın yazarlar ve kadın kahramanlar için ortaktır.
Delilik ve ölçülülük arasındaki bağlantı, akıl sağlığına cinsiyetçi bakışın ürettiği bir çağrıdır. Evlerin odalarından akıl hastanelerinin odalarına kadar uzanan bu yaklaşım, kadınların “öfke kontrolü” geliştirmelerine neden olacak, duygularının doğal, işlevsel yanlarını da kıracaktır. Bu bağlamda ele aldığım iki metin arasındaki temel bağlantıyı akıl hastanesinin odasını, bahçesini ve tartışma mekânı olarak tasavvur edilmiş hendeği HA-HA’da neşeli, inisiyatif geliştirebilen genç bir kadının odasından kaçışı olarak yorumlamak mümkündür. Sarı Duvar Kâğıdı’ndaki odada ise akıl hastanesinde olmamasına rağmen, kimliği gizlenmemiş olan doktor bir kocanın (Gilman’ın eşi de doktordur) eşine uyguladığı tedavi sonucu delirişi ve odadan sürünerek çıkışıyla öfkelerini, neşelerini kendi ellerine almak için çaba harcayan kadınlarla karşılaşırız. Bu odalarda kalış ve düşünüş biçimleri, odaları bir mekân olmanın ötesine taşırken hem mekânı hem kadını özgürleştirme çabası da ortaktır.
İdeolojinin disiplin altına alıcı yönünü akıl sağlığı tartışmasıyla da ele alan edebiyat eleştirisi sayesinde, HA-HA’da, Sarı Duvar Kâğıdı’nda ya da Sylvia Plath’ın Sırça Fanus’undaki odalar, feminist odalara dönüştüler. Feminist edebiyat eleştirisinin varlık nedenlerinden biri olan “feminist odalar”, bu yazı dizisinin de adıyla müsemma konular üzerine çalışan kadın yazarların aynı zamanda yaşadığı gerçek odalardır. Bazen kaçmak gerekse de…
[1] Andrew Scull, Uygarlık ve Delilik: Akıl Hastalığının Kültürel Tarihi/Kitabı Mukaddes’ten Freud’a, Tımarhaneden Modern Tıbba, çev. Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 134.
[2] A.g.e., s. 136.
[3] Jenifer Dawson, HA-HA, çev. Günce Gündeş, Otonom Yayıncılık, 2021, s. 180.
[4] Charlotte Perkins Gilman, Sarı Duvar Kâğıdı, çev. Aksu Bora ve Aysun Altunışık, Otonom Yayıncılık, 2019, s. 28.
[5] HA-HA, s. 16.
[6] A.g.e., s. 178.