Batı edebiyatında ve bizim edebiyatımızda baba-oğul ilişkisi üzerine inşa edilen çok sayıda edebî eser var. Erken modern edebiyatımızda doğrudan baba-oğul ilişkisi konu edilmese de genellikle babalarını bir sebeple çocuk yaşta kaybetmiş hayat acemisi ergen gençlerin, babasızlığın yarattığı boşlukla trajik sonlara doğru sürüklendiği hikâyeler işlenmişti. Modern dönemlerde ise Reşat Nuri Güntekin’inin Yaprak Dökümü, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam, Orhan Kemal’in Eskici ve Oğulları, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar, İnci Aral’ın Kendi Gecesinde, Hasan Ali Toptaş’ın Kuşlar Yasına Gider, Ahmet İlhan’ın Derinde Bir Yer ve son olarak Kemal Varol’un Âşıklar Bayramı romanlarının baba-oğul ilişkisi üzerine yapılandırıldığını söyleyebiliriz. Batı edebiyatında ise Oidipus'tan beri baba-oğul ilişkisi, çok fazla kan, gözyaşı ve kederin kitap sayfaları arasından akmasına sebep olan velut ve kullanışlı bir izlek olmuştur. Bir çeşit baba ve oğul, suç ortaklığı rekabeti de diyebiliriz bu gergin ilişkiye. Modern dönemlerde ise birçok romanın yanı sıra özellikle Kafka’nın babasıyla yaşadığı gergin ilişki birçok psikanalitik yorumun nesnesi olmuştur. Bu bağlamda, Kemal Varol’un 2019’da İletişim Yayınları’ndan çıkan Âşıklar Bayramı romanının temel izleğini, Kafka’nın babasıyla kurduğu hastalıklı ilişki kadar olmasa da baba-oğul ilişkisinin gergin, girift ve muammalı dünyası üzerine kurduğunu söyleyebiliriz.
Kafka'nın babasıyla ilişkisinde baba, temsil ettiği güç alanında hiç kimsenin kendini güvende hissetmeyeceği gerçek bir keyfî baskı sistemine sahipti. Bu yönüyle çocuğun (Kafka) babaya dair yargılama süreci bir ömür sürecekti. Babanın iktidar biçimi, gücün uygulanma karakteri çocuğun güven düzeyini, özsaygıyı sürdürme yeteneğini, kendine ait öz değerlerin yaratılmasını, kimlik inşasını kadük bırakacaktı. Çünkü herhangi bir ontolojik güvenliğin düşünülemez olduğu bu güç rejiminde, bu sonuçlarla karşılaşmak kaçınılmazdı. Varol’un babada inşa ettiği güç ilişkisinde ise babanın tutumunda, gücünü zor ve kuvvet araçlarında ifa etmeyen ancak çocuk üzerinde yarattığı, Kafka’nın travmasına benzer travmada, bir keyfilik hali de sezilmiyor değil. Ancak Kafka örneğinde babanın varlığı bir sorun teşkil ederken Âşıklar Bayramı’nda babanın yokluğu bir sorun teşkil eder. Fakat her iki örnek durumda da baba figürü gücün keyfî kullanımını temsil eder. Babanın potestasını, varlığını veya yokluğunu dayatarak sergilemesi, bir çeşit keyfilik olarak değerlendirilebilir. Diğer taraftan, Varol, babanın oğul üzerinde bir çeşit ihmal mi, suiistimal mi, keyfilik veya zorunluluk sonucu mu olduğunu tam bilemediğimiz tasarrufunu, kurgusal düzeyde yeterince açık etmemiş ve bu anlamda anlatı geleneğinin yaygın bir işleyişini de ihlal etmiş görünüyor. Zira Varol’un anlatının başından itibaren baba ve oğul ilişkisinde bir muamma çemberi içine alıp okuyucuyu hikâye boyunca peşinden sürüklediği sorulara cevap vermeden romanını tamamladığını görüyoruz. Örneğin, babanın oğula söylediği “Annen beni niçin bıraktı biliyor musun, sorusundaki gizem; ardından aslında seni de terk etti, yargısında saklı soru; oğulun babaya yönelttiği, beni niçin bunca yıl aramadın, sormadın?..” gibi doğrudan sorulmuş soruların veya bir soruya, muammaya dönüşmüş bazı yargıların cevabı tam olarak belirmemiştir. Anlatısal dokudaki bu düğümlerin çözümünün bilinçli olarak hikâyenin sonuna saklandığı izleniminin verilip ardından bütün bu düğümlerin tam olarak çözülmeyip anlatının öylece sona ermesi, Varol’un, sorunlu baba-oğul ilişkisine yaklaşımını, bahsi geçen örnekten ayırdığı gibi bu ilişkide bazı mantıksal boşluklar bıraktığı da gözleniyor. Ancak bunların anlatının yapısıyla ilişkili olduğu düşünülebilir.
Kemal Varol’un Âşıklar Bayramı romanı üzerine ele alınan bu yorumsal analizin temel izleğini “baba-oğul ilişkisi”nin irdelenmesi oluştursa da anlatılanların yerli yerine oturtulabilmesi için en başta romanın olay örgüsünden kısaca bahsetmek gerekecektir. Her insanı bir yolcu, hayatını da yolculuk sayarsak iki farklı insanda temsil edilen ve iki farklı yönde gelişen yolculuğun romanıdır Âşıklar Bayram’ı: İlk yolculuk dışa ve ileriye doğru (Diyarbakır’dan Kars’a) yapılan yolculuktur ki bu yolculuk farklı coğrafyaların, insanların, ilişkilerin betimsel hikâyelerini içeren maceralarla, halk âşıklığı geleneğine dair ritüellerle dolu, heyecanlı ve yer yer masalsı bir yolculuktur; ikinci yolculuk ise geçmişe, geriye doğru yapılan içsel bir yolculuktur. Bu yolculuk muammalarla dolu, kronolojik olmayan, anaforik, kesintili, fantazmalarla tamamlanan içsel bir yolculuktur. Bu anlamda okurun dikkati, zıt yönlere doğru seyreden bilinmezlerle dolu iki yolculuğu da takip etmek üzere ikiye bölündüğü gibi, bu zıtlıkların ürettiği yoğun gerilimsel alana da maruz kalır. Varol’un bu gerilimi oldukça ustaca kullandığını, okurun bir an olsun gevşemesine, dikkatinin dağılmasına izin vermediğini de ekleyelim. Varol bu gerilim aracını da iki farklı kurulumla gerçekleştirmiş görünüyor. Güncel hayatın temsilcisi Avukat Yusuf’un varoluş bunalımlarının yanı sıra, eski ve yeni sevgilileriyle yaşadığı ilişkilerin yarattığı gerilim, günümüz post-modern bireyin anlam bunalımına, ilişkisel zeminin yitimine, duygu erozyonuna, yönsüzlük duygusuna denk gelirken; güncelliğini kaybetmiş ve yitmek üzere olan bir geleneğin temsilcisi olan baba Heves Ali üzerinden yaratılan gerilim ise daha çok kahramanın geçmişine ilişkin muammaların sebep olduğu bir zeminde üretilir. Bu farklı karakterdeki iki gerilim düzeneği, modernizm ve gelenek arasında sıkışmış bikarar okur profilinin kendisini tatmin edeceği farklı duygu atmosferlerini de yaratmış olur. İki farklı yönde ve karakterde gelişen bu gerilimsel baba-oğul ilişkisindeki birleştirici öğe ise Varol’un masalsı ve epik bir dille aralara serptiği, kendisi ve babasının aşklarına ait hikâyeler ve âşıklık geleneğinin arkaik ritüelleridir. Bu izleklerde dil ve üslup yumuşar, koyu bir romantizm tınısına bürünür ve yer yer yoğun duygu iklimleri yaratılır.
Olaya dönersek muhalif geçmişi nedeniyle hapse atılan, işkenceler gören ama geldiği yer itibarıyla sistemle barışık ve hali vakti yerinde kırk yaşındaki Avukat Yusuf’u, sıkıntı ve bunalımlarla atlatmaya çalıştığı bir gecenin yarısında, on beş yaşında ayrıldığı ve yirmi beş yıldır görmediği, tanınmış bir halk âşığı olan babası Heves Ali ziyaret eder. Romanın olay örgüsel gelişiminin zıt yönlere doğru gergin akışı da bu ziyaretten sonra başlar. Avukat Yusuf, eski püskü elbiseler içinde ve elinden hiç düşürmediği üç telli bağlamasıyla karşısına dikilen babasını görmekle derin hesaplaşmaların, kızgınlıkların, öfkenin, merakın ve itiraf edilmese de içsel bir bağlılığın ve sevginin harmanlandığı duygusal bir kaosa sürüklenmiştir, artık. Babası tarafından terk edildiği için ona çok kırgın ve kızgındır ama bir taraftan da çok hasta ve ölmek üzere olan bu halk âşığı babanın bunca yıl sonra neden onu ziyarete geldiğini de merak eder. Heves Ali, başta dillendirmese de son yolculuğu olduğunu düşündüğü Kars yolculuğundan önce oğlundan helallik almaya gelir ancak onu bu hasta haliyle otobüse bindiremeyeceğini düşünen Yusuf, bu şekilde gitmesine engel olmak ister. Kars’a Âşıklar Bayramı’na gideceğini söyleyen babasını vazgeçiremeyeceğini anlayınca da onu kendi arabasıyla götürmeyi ister ve bu şekilde, üç gün sürecek olan yolculuğun saati de çalışmaya başlar.
Hikâyede iki farklı zaman kullanmıştır Kemal Varol. Biri somut olayların gerçekleştiği somut zamanı temsil eden dış zamandır ki bu zaman, üç gün gibi kısa bir süreyi kapsar. Diğeri ise geriye doğru hatırlamalarla çağrılan, kesik kesik ve atlamalarla akan soyut içsel zamandır ki bu da Heves Ali ve Yusuf’un çocukluk ve gençliğine dek genişleyen bulanık bir aralıkta geçer. Roman bundan sonra bir yolculuk hikâyesi şeklinde gelişir. İstikamet Kars’tır ancak her iki kahraman, yol boyunca birçok köye, kasabaya, şehre uğrayarak Heves Ali’nin muammalı geçmişine dair izlere ulaşmaya çalışırlar ve okuru da bu izleri takip etmeye davet ederler. Karacaoğlan misali her güzele gönül vermiş olan Heves Ali, yol boyunca kalbini kırdığı, kederlere terk ettiği eski sevgililerine uğrayarak helallik ister. Yusuf ise bir taraftan babasının hiç bilmediği hikâyesini öğrenmeye, sırlarına şahit olmaya çalışır, bir taraftan onunla gerginlik içinde geçen yolculuğunun bir an önce bitmesini isteyen bir iç çatışma yaşar, bir diğer taraftan da düş kırıklıklarıyla, pişmanlıklarla dolu kendi sevdalarının iç muhasebesiyle boğuşur. Roman, Heves Ali’nin bin bir zahmetle, sıkıntıyla Kars’a Âşıklar Bayramı tören alanına yetiştirilip orada son nefesini vermesiyle tamamlanır. Hikâye boyunca Heves Ali’ye duyduğu öfke ve kırgınlıktan dolayı ona bir türlü “baba” diyemeyen Yusuf’un pişmanlıkla dolu kederini gören halk âşığı Kul Yakup’un onu teselli etmek amacıyla söylediği “Baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten.” (s. 226) cümlesi ise Varol’un romanında işlediği “baba-oğul” ilişkisi izleğinin üzerine inşa edildiği anlamsal zemini ifade eder. Gerçi Kul Yakup’un oldukça geleneksel, sıradan hayat algısı, yaşam tarzı ve usta-çırak ilişkisi ile elde ettiği âşıklık mahareti ile beliren karakteriyle, yukarıda tırnak içinde ifade edilen biçimiyle belli bir entelektüel derinlik isteyen cümleyi kurması arasında bir tezat olduğu gözden kaçmaz ama okur, bunu, Varol’un kendi kahramanlarına yüklediği deruni bilgelikle de ilişkili olarak düşünebilir.
Babalar, tarihin derinliklerinden gelir
Varol’un Âşıklar Bayramı’nda yapılandırdığı baba-oğul gerilimine ilişkin ilk önce şöyle bir belirlemede bulunabiliriz: Heves Ali, gerek giyimiyle gerek davranışlarıyla ve gerekse de yaşamıyla olsun bütünüyle geleneksel, folklorik ve arkaik, güncelliğini kaybetmiş Doğulu kültürün bir temsilcisidir. Dolayısıyla bu kültürel kodların ürettiği babanın duyarlılığı da yine bu kodlara göre yerleştirilmeliyken Varol, Heves Ali’yi, bir baba olarak oğula ilişkin “Batılı” bir suçluluk hissi motifi içine yerleştirmiş görünüyor. Aslında baba-oğul ilişkisinde hem geleneksel hem de modern gerginlik metaforları bir arada kullanılmış demek daha doğru olabilir. Heves Ali, bir taraftan başarısız bir baba olarak ailesinin dağılmasının müsebbibi olarak modern toplumlardaki sosyal gerçeklik zemininde bir sorgulamaya konu edilirken bir taraftan da modern öncesi geleneksel rolünün iyice pekiştirildiği bir zeminde betimlenir. Bu nedenle de baba, hem geleneksel sorumluluk hissi hem de Batılı suçluluk hissi motifinin aynı anda belirdiği bir kişilik içinde askıda kalmış gibi görünüyor. İnsan türünün dünyasal varoluşunun verili semantiğinde “baba” hep önce gelir, hem de sıkı dokunmuş, ağır ve eski bir geçmişin içinden çıkıp gelir. Kadın öyle değildir, kadının gelişine, en baştan baba izin verir. Gerek Âdem-Havva mitosunda, gerek Batı’nın Mesih metaforunda ve gerek Doğu’nun kadim kültüründe “baba” bin yılların “otorite”sini taşıyan ve bu yönüyle yaratılışında bahşedilmiş değişmez potestasın temsilcisidir. Modern babaların bu geleneksel potestası bir uğursuzluk sayıp reddetmeleri çok yeni ve çok az aydınlanmış “baba” tarafından gerçekleştirilir. Genellikle “baba”nın yerleştirildiği motif bu geleneksel otoritenin ve gücün temsilidir ve bu temsil günümüzün modern toplumlarında dahi kurulum koşullarını korur. Gerek Hristiyan gerek İslâmi toplumlarda babayı otorite kılan derin ve güçlü arzu, kaynağını binlerce yılın yerleşik algı ve deneyiminden alarak modernize olurken, “baba”yı maneviyattan zamansal olana giden bir omurga olarak sosyal ilişkilerin değişmez doğasına yerleştirir. Bu yönüyle “baba” insan tarihinin upuzun derinliklerinden çıkagelir. Günümüzde çok güçlü feminist hareketlerin, babanın bu keyfî ve sarsılmaz gibi görünen tarihsel otoritesini yerinden etmek için şaşırtıcı ve yaratıcı taktikler geliştirdiği bir dünyada dahi, henüz bu durumun değiştiğini söyleyemeyiz. Belki de bu nedenle babanın yokluğunun veya zorbaca varlığının özellikle oğulların kişiliğinin derin yapısı üzerinde ömür boyu sürecek fay hatları oluşturduğu söylenebilir.
Baba figürünün oğul ile ilişkisinin anlatı motifi olarak yerleştirildiği Âşıklar Bayramı romanında, yazarın yer yer romantik, bazen de realist ifade projelerine uygun olarak anlatısını gerçekleştirdiğini gözlemleyebiliyoruz. Varol’un metinsel dokuyu oluştururken iç odaklanmada pürüz-pürüzsüzlük, süreklilik ve kesinti, hız ve yavaşlama, parçalılık ve bütünsellik arasındaki dengeyi ustalıkla kullandığını ve kurguladığını, buna ilişkin ifade edişte son derece lirik, şiirsel, açık ve sağlam bir anlatı düzeyi yakaladığını söyleyebiliriz. Fakat bu anlatı düzeyine rağmen baba karakterinin inşasının malzemelerini ve modelitelerini incelediğimizde şunu görüyoruz: Varol’un baba figüründe, “baba” her zaman mesafeli, modelize edilmiş, “yamalanmış” olarak karşımıza çıkıyor. Bu yönüyle de ortaya çıkan baba modeli, geleneksel yaşantımızda rastladığımız türde hayatlarımızın tam içinde, ortasında belirleyici güçleriyle yer alan baba temsiline pek benzemeyen ulaşılmaz, uzak, soğuk, mesafeli ve dolaylı bir figür olarak beliriyor. Anlatı, oğul Yusuf’un çocukluk ve gençliğine denk düşen ve babaya dair anıların, tanımaların yer almadığı zamansal uzama doğru açıldığında ise baba, çok açık olmayan, dağınık, belli bir tanıklığa dayanmayan, anne figürünün belirli hiçbir rol almadığı, silik görüntülerle ortaya konulan bir figür olarak muammalı yerini koruyor görünüyor. Arada zayıf işaretlerle de olsa babanın belki direnişçi, şanlı, başarılı geçmişi çağrıştırılsa da yine de temel izlenim değişmiyor.
Varol, hikâyesini, kronolojik olarak şimdiden geleceğe doğru ilerletmediğinde ve daha çok geçmiş hatıralar üzerinden sürdürdüğü anlatı kesitlerinde daha akıcı, daha canlı ve duygusal dokusu açıkça hissedilen, hatıraları çoklu nominal işaretler olarak kullandığı, okuyucunun hayal kurmasına imkân veren anaforik bir zincir içinde oluşturuyor. Bu bölümlerde hatırlanan bir baba olarak Heves Ali de daha romantik bir çerçeveye yerleşse de aniden beliren öfke ve kızgınlık fırtınaları içinde yeniden muammalı alana taşınıyor. Buralarda gerçek baba ile olması istenen fantezi baba figürü arsındaki derin semantik gerilimi görüyoruz. Ancak bu gerilim her halükarda gelip bir çeşit “baba boşluğu”na çarpıp ertelenmiş ve ertelenen öfkeli bir suskunlukta son buluyor. Bu muammalı boşluklardan dolayı yazarın; öncesi kesikler, atlamalar ve eksikliklerle dolu olan baba figürünü, okurun şimdiki zamanına taşırken ve dolaysıyla yeniden oluştururken onu parça parça, boşlukları yavaş yavaş doldurarak ve sonunda bütün sorulara cevap bulunabilecek şekilde tümüyle tamamlamayı amaçladığı bir bulmacanın figürü olarak tasarladığını düşünürüz. Çünkü bu amaçlılık, bir yönüyle de biyografik ve otobiyografik özellikler gösteren hikâye içinde, babayı unutulmaktan kurtarmayı da içeriyor olmalıdır. Ancak bir babayla oğulun yakınlaşmasının romantik bir döngü içinde gerçekleşmesini beklediğimiz hikâye tam olarak böyle bitmez ve babaya ilişkin bazı muammalar babayla birlikte unutuluşun kuyusuna atılır. Anlatıda babasını çok uzun yıllar boyunca görmeyen anlatıcı kahramanın kırılmalarının giderilmesini boşuna bekler dururuz. Zamanla restore edilen ve donatılan duygular tam bir mimariye dönüşmeden olduğu haliyle terk edişe bırakılır. Aslında babanın hayatının sonunda az da olsa onarmaya niyetlendiği oğul ile ilişkisi, hızla yaklaşan ölüm ve ketum bir mizacın engeline takılmış görünür. Bu nedenle anlatıcı oğulun, hipotetik belirsizliklerle, çürümeye yüz tutmuş hatıralarla, zayıf işaretlerin izleri üzerinde akıl yormalarla portresini belirginleştirmeye çalıştığı baba figürü ancak şüphe, çelişki ve belirsizliklerle resmedilmeye çalışılan solgun bir tablo olarak kalır. Geride tövbeler, feragatler, pişmanlıklar, gözyaşları, affedilme yalvarışlarıyla birlikte yine de dolu dolu yaşandığı izlenimi veren bir ömrün izdüşümleri kalır. Bütün bunları kurgularken Varol’un da bu dolu dolu, masalsı ömrün hikâyesi ile babası tarafından terk edilmiş bir oğulun geç isyanı arasındaki gerginlikte en çok hangisini vereceği konusunda samimi bir karasızlık hali ve yaratıcı gerginliği yaşadığını da sezer gibiyiz. Ancak bu, tümüyle yanıltıcı bir his de olabilir.
Kemal Varol’un anlatısında, anlaşılacağı gibi genel olarak hikâyenin süreksize tabi olarak sık sık kesilen, mozaik parçalarla daha büyük desenlere ulaşılmaya çalışılan yapısında, baba figürünün de böyle parçalı bir metne dağılmış, bitmemiş, eksiltili bir karakter olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Bundan dolayı da ancak bir hayatın, bir baba figürünün boşluk ve belirsizliklerle ortaya çıkan taslağına rastlıyoruz ki bu durum da okurun baba figürünü kendi hayalinde inşa etmesine yol açabilecektir. Çünkü baba ancak belli bir mesafeden ve söylemsel prizmadan görülebilen, daha çok anlatıcı kahramanın dili tarafından üretilmiş, belirsiz bir varlıktır. Bir diğer açıdan da okuyucu, babaya atıfta bulunan yetersiz ipuçlarının ortaya çıkmasıyla da ona mesafeli durmaya zorlanır. Kesiklerden dolayı bağ kurmakta zorlanılan bir kronoloji, montajlı sekanslar, sık sık babanın nesnesi ya da öznesi olmadığı farklı anlatı konuşmaları ile de hikâye akışı ve baba figürü bölünür. Fakat Varol’un anlatı yapısına bağlı bu olguları bilinçli olarak kurduğunu bildiğimiz için, bununla neyi amaçladığını bulmamız gerekecektir. Varol, anlatıyı genellikle hatıralar, iç konuşmalar, önceden var olduğu düşünülen görüntüler ve fantazmalarla sürdürdüğü için okur açısından hikâyeye bağlanmak konusunda çift eklemlenme yolu açmayı tasarladığını düşünebiliriz. Birincisinde okurun, şimdiki zaman içinde Diyarbakır’dan Kars’a uzayan somut maceraya, ikincisinde de şimdiden geçmişe doğru uzayan içsel maceraya eklemlenme yoluyla hikâyeye bağlanacağı düşünülmüş. Ayrıca yazar bu bağlanmayı, ana hikâye ve araya eklemlenen ara hikâyeler arasında beliren duygusal akışkanlıkla da sağlamayı düşünmüş olabilir. Bu nedenle de romanın anlatısal yapısı, bir hikâye kendisini inşa etmek için diğer hikâyeye, bir sır çözülmek için bir başka sırra, bir cevap yeni bir soruya dönüşmek için bir başka soruya dayanmak biçimindeki materyallerden yararlanarak oluşur.
Sona doğru yaklaşırken anlatıda, geçmiş ve şimdinin zamansal uzamına belirsizce yerleştirilmiş baba karakterine söylemin, duygusal olarak yüklendiğini gözlemlediğimizi de belirtelim. Baba belli bir nesnellik ve sağduyu içinde dilde belirmez. Çünkü babanın ani ve kesin olarak ortadan kaybolması, duygusal birikmelere yol açmıştır ancak hakkında fazlaca bilgiye sahip olunmaması nedeniyle de anlatıcı tarafından zorunlu olarak duygu yüklü hipotezler, varyantlar, sözdizimsel bakış açıları, koşullu sözlü modlar, belki’ler gibi çeşitli ifadelerle tanıtılmasına sebep olur. Bu durum aynı zamanda oğulun babaya bağlanamamasının da sebebi olur ve ne hikmetse baba da bu duygusal açığı kapatacak hareketlerde bulunmaz. Anlaşılmaz biçimde, bu durumun sonsuza kadar öyle kalmasını istiyor gibidir. Bu nedenle de roman boyunca oğul Yusuf, kendisini babadan kopartacak yanıltıcı gerekçeler üretmekle, her şeyi unutup tümüyle ona bağlanma duygusu arasında bocalar durur. Yazarın edebî faaliyeti ise baba ile oğul arasındaki bu ayrılma, kaçma, bağımsızlık ve bağlılık girişimini ustalıkla dile getirmek olmuştur. Edebiyata şiirle başlayan Varol, bu romanı da upuzun bir şiir gibi tasarlamış gibidir. Akıcı, ahenkli, içli ve ustalıkla kurulmuş bir roman olan Âşıklar Bayramı, özgün ve güçlü anlatısıyla edebiyat tarihinde kalıcı bir yer edinecek gibi görünüyor.