Kaplanın Sırtında ya da Abdülhamid’in Savunması

Livaneli’nin Kaplanın Sırtında romanı çıktığı günden bu yana Abdülhamid merkezli çeşitli tartışmalara konu olmuş veya eski tartışmaları yeniden gündeme getirmiştir. Bu kısa yazıda, söz konusu tartışmalara atıf yaparak ve romanın kaynaklarına, zaman-mekân kurgusuna, karakterlerine uzanarak ilgiyle okunan bu eserin Abdülhamid savunmasına dönüştüğünü veya bu savunmayı yeniden ürettiğini tartışmaya çalıştım.

Tarih mi, Edebiyat mı?

Livaneli’nin yeni romanı Kaplanın Sırtında, övgülerle beraber yergilerle de karşılaşır. Tarihe ve Batılılaşmaya meraklı iki eski hariciyeci, romanı T24 sayfalarında hemen hemen tamamen tarihî yanlarıyla değerlendirir. Sanberk romanı övgüyle karşılar, ona göre “Livaneli’nin […] muhteşem eseri, biri çökerken diğeri yeni doğan iki ayrı uygarlığın aynı ömür içinde yaşayan iki kardeşin acı tatlı öykülerini” konu edinir. Livaneli, Abdülhamid’in karakteriyle beraber Osmanlı Batılılaşmasını da somut unsurlarıyla başarılı bir biçimde betimler ve değerlendirir.[1]  Cengizer ise romanı sert bir biçimde yermiş, Livaneli’yi özellikle Jön Türkler konusunda tarih bilgisinden yoksun olmakla suçlamış, Abdülhamid’in birtakım iyi işler yapmakla beraber dış politikada yetersiz bir padişah olduğunu ifade etmiş, Jön Türklerinse Türk tarihinin en önemli kişilerinden olduğunu ileri sürmüş, Jön Türk hareketinin devamla Cumhuriyet’i kuran kadrolar olduğunu vurgulamıştır. Yazara göre Livaneli, Abdülhamid’i öne çıkarmış, Jön Türkleri beceriksizlikle itham etmiş, dolayısıyla yanlış bir sonuca varmıştır. Cengizer şöyle demiş: “Fakat niçin Jön Türkleri beceriksiz, yabancıların oyuncağı olarak tanımlıyorsunuz? Niçin, hangi akla, hangi nedenlerle ve hangi bilgilerinize istinaden bu derece yanlı, baştan aşağı tahrifata dayalı bir kitap yazdığınız suali hep ortada duracaktır.”[2]

Görüldüğü gibi Abdülhamid’in tarihî kişiliği ve döneminin tartışıldığı roman, edebî unsurlarıyla beraber ve belki bu örneklerde görüldüğü gibi, daha çok tarih tartışmalarıyla dikkat çeker. Roman, tarihçilerin François Georgeon’un 2003’te yayımladığı, Türkçeye 2006’da çevrilen eseri Sultan Abdülahmid[3] ile büyük oranda unuttuğu veya aşıldığını düşündüğü Ulu Hakan ile Kızıl Sultan arasındaki uçlara salınan tartışmalara sebebiyet verir. Hiç kuşkusuz bir tarihî romanın bir tarafında tarih ve tarihî araştırmalar-tartışmalar, diğer tarafında edebî görüş-tartışmalar vardır ve Kaplanın Sırtında bu iki uç arasındaki salınımda yer alır. Kuşkusuz romanın, tarihî şahsiyetlerin ve dönemlerin tarih araştırmalarından ziyade televizyon dizilerinden seyredildiği ülkede, tarih tartışmalarına yol açması yadırganmamalı, ama bu eserin bir edebî eser olduğu da unutulmamalıdır. Bununla beraber romanı edebî sınırlar içinde değerlendiren Barış Özkul da özellikle Abdülhamid portresi üzerinde durur ve tarihi tartışmaya kaçınılmaz bir biçimde dahil olur. Özkul’a göre romanda fazla tarih bilgisi aktarmaktan dolayı birtakım sakıncalar görülmekle beraber, roman kendisini okutmayı başarır. Bunun temel nedeni, Livaneli’nin Abdülhamid’i farklı bir biçimde, “utangaç Batıcı” bir portre halinde sunmasıdır. Abdülhamid romanda, bir taraftan yayılmacı devletlere karşı bir cephe oluşturmak ve içeride Müslümanların birliğini sağlamak maksadıyla İslâmcılığı seçmiş, diğer taraftan III. Selim’den itibaren başlamış Batılılaşma hareketlerini sürdüren bir padişah biçiminde resmedilmiştir. Bu resmin tarihçiler arasında daha doğru bir biçimde tartışılacağını belirten Özkul, şöyle devam eder:

Abdülhamid’in idare tarzının Türkiye modernleşmesini sekteye uğratan belli başlı yönlerinin göz ardı edildiği ya da fazla önemsenmediği kanısındayım. […] Bu bakımdan Livaneli’nin romanında sunulan ‘Batıcı’ Abdülhamid portresi Necip Fazıl’ın ‘Ulu Hakan Abdülhamid Han’ miti kadar sorunlu ve tartışmalı görünüyor. […] [Livaneli] sonuçta Abdülhamid’e kendisinde olmayan bazı özellikleri atfederek onda hiçbir zaman köklü bir zihniyet ya da düşünce tarzı haline gelmemiş olan Batılı hayat tarzını kendi başına bir politik erdem olarak sunmuş.”[4]

Kısaca söylemek gerekirse Cengizer ve Özkul, Livaneli’yi yanlış, dengesiz veya abartılı Batılılaşmış veya utangaç Batıcı bir Abdülhamid portresi çizmekle eleştirirler.

Kaplanın Sırtında kuşkusuz zevkle okunan, tempolu ve sürükleyici bir hikâyedir. Ama romanın tarihî yaklaşımı, yukarıda ifade edilen görüşlerden de anlaşılacağı gibi, oldukça sorunludur. Livaneli, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın başından itibaren gerçekleşen reformların Abdülhamid döneminde de otoriter bir biçimde kesintisiz sürdüğünü ifade eder. Reformları tek bir hat üzerinde kurar. Halbuki 19. yüzyılda III. Selim, II. Mahmud, Tanzimat ve Abdülhamid dönemleri birbirinden ayrılır. Abdülhamid, kişisel hakimiyetini kurmak, tahta sıkı sıkıya bağlanmak amacıyla Tanzimat Dönemi’nde görülen kurumsallaşmayı bir tarafa bırakır, kişisel otoritesini devlet otoritesiyle birleştirir. Tanzimat Dönemi’nde başlayan laiklik hareketleri Abdülhamid iktidarında terk edilir, yeniden tarikat ve cemaatlere dayanan bir dinî otorite kurulur. Özellikle çocuk ve eğitim politikalarında padişaha ve dolayısıyla devlete bağlı kuşaklar pederşahi bir sadakatle yetiştirilmek istenir, Tanzimat Dönemi’nde tüm unsurları kapsamak isteyen Osmanlıcılık terk edilir. Cemaat ve misyoner okullarına karşı İslâmcı siyaset öne çıkarılır. Kısaca Livaneli, Abdülhamid’in Batılı yaşamından fazlasıyla etkilenmiş, siyaseti üzerinde yeterince odaklanmamış, dönemsel farklılıkları gözden kaçırmıştır. Bu tavrı romanın kurgusuna, zaman-mekân anlayışına da yansımıştır.

Roman, Mekân ve Zaman           

Kaplanın Sırtında iki bölüme ayrılır. İlk bölümde Abdülhamid, 1909’da sürgün yerinde kendisinden sorumlu kişilere, kendisini ve siyasetini anlatır. İkinci bölümdeyse sultanın tahta çıkmadan önce şehzadelik döneminde Sultan Abdülaziz ile gerçekleştirdiği Avrupa seyahati konu edilir. Romanın tamamında Livaneli, daha çok iç mekânları tercih eder. İlk bölümde Alatini Köşkü’ne hapsedilmiş Abdülhamid, hatıralarını burada aktarır. 1909-1912 yılları arasında genel itibarıyla Osmanlı İmparatorluğu, özellikle Balkanlar ve Selanik bir hayli gerginse de köşkte bu durum pek hissedilmez, köşkün pencereleri ve perdeleri sıkı sıkıya dışarıya kapalıdır. Büyük oranda bir monolog gibi konuşan Abdülhamid ise, iç dünyasına dönük, hatıralarıyla baş başadır ve bir savunma halindedir. İkinci bölümde de mekânlar daha çok kabuller, konserler, yemekler dolayısıyla iç mekânlardır. Livaneli roman boyunca iç mekânları kullanmış, dışarıyla, olaylarla pek ilgilenmemiş, bu durumda iç mekânda yer alan kişiler, özellikle anlatıcı Abdülhamid, iç mekânın tek sesi haline dönüşmüştür. Tarihî şahsiyetler hele ki bir roman söz konusu olduğunda elbette iç mekânlarda anlatılabilir, ama tarihî bir romanın bu kadar iç mekâna sıkışması, daha da içe dönmesine sebep olmuş, tek bir karakterin de içine dönmesine ve hatıralar vasıtasıyla savunmasını anlatmasına, belki daha doğru bir ifadeyle yazdırmasına neden olmuştur.    

Romanın zamanı 1909-1912 yılları arasında görünse de roman, bir taraftan Abdülhamid’in şehzadeliğinde gerçekleştirdiği Avrupa seyahatine, diğer taraftan Abdülhamid’in tüm saltanat yıllarına yayılır. Bu yıllarda özellikle Midhat Paşa’nın sürgün ve infazı, Abdülhamid’e düzenlenen suikast girişimleri, Ermeni meselesi dikkat çeken tarihî olaylardır. Bununla birlikte Abdülhamid’in hatıraları Midhat Paşa dışında tek tek somut olaylara yönelmez, daha çok siyasetinin nedenleri üzerinde durur. Sabık sultan, bu tarihî olaylarda tek anlatıcı konumundadır, yer yer tarihî olayları başka kişilerden duysak da bu kişiler ve anlattıkları çok zayıf kalır. Dolayısıyla Abdülhamid’in sesi çınlar durur. Roman bir taraftan da Abdülaziz’den V. Murat’a, ondan Abdülhamid’e Batılılaşmanın şöyle ya da böyle devam ettiği seçilmiş bir zamana odaklanır. Tanzimat Dönemi ile Abdülhamid rejimi arasındaki kopukluktan ziyade süreklilik vurgulanır. Sanki Abdülhamid, İslâmcı politikasını Batılı bir zemine dayandırır. Kısaca Livaneli’nin betimlediği zaman Batılı bir saatle çalışır. Abdülhamid’in Batılı yöntem ve tekniklerle inşa ettiği İslâmcı siyaseti ancak açıklanabilir, hatta anlaşılabilir bir siyaset biçiminde kavrar. 

Karakterler ve Abdülhamid’in Savunması

Romanda başkahraman Abdülhamid, neredeyse romanın tek kişisine dönüşür, romanın tek konusu da Abdülhamid’in savunması gibidir. Devrik sultan dışında romanda yer alan karakterlerden Ali Fethi Okyar veya Atıf Hüseyin Bey sabık sultanın hatıralarını kaleme alan birer sekreter gibidir. Abdülhamid dışında ete kemiğe bürünen ikinci bir karakterden söz etmek güçtür. Devrinde mutlak bir hükümdarlık kuran Abdülhamid, romanda da bir tek adam rejimi kurmuş gibidir. Livaneli’nin çizdiği portreye göre, romanın başkahramanı Abdülhamid, baskıcı yanlarına karşı inşa ettiği siyasetle imparatorluğu ayakta tutmuş, devleti yaşatmak için büyük devletleri birbirine düşürmüş, Almanya ile ittifak kurmuş ve denge siyaseti izlemiş, İslâmcı politikayla Müslümanların birliğini sağlamış, modern sağlık ve eğitim düzenini yerleştirmiş ve müstakbel Türk devletinin temellerini atmıştır.

Sabık sultan, bu tezini hatıralarını anlattığı Okyar’a ifade etmiştir. Okyar, Selanik’te yaklaşık dört ay Abdülhamid’i korumakla görevli ekibin başındadır. Sabık sultana son derece kibar davranır, “şevketmeap” diye hitap eder, üç kere buyurmadan yanında oturmaz. Abdülhamid’in ilk günlerde duyduğu öldürülme vehmini giderir. Serveti talep edilen Abdülhamid, “milletime feda olsun” diyerek teslim eder.[5] Okyar, Abdülhamid’i şöyle betimler: “Çok haysiyetli, vâkur ve azametli idi. Bu vasıfları asla sun’i değildi.”[6] Devrik sultan, Midhat Paşa cinayetinden malumatı olmadığını ve buna izin vermediğini ifade eder. Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ayrılıkçı olduğunu ileri sürer, Müslümanlara gelince şöyle der: “Ben, hiç olmazsa Müslümanlar’ı bir gaye ve maksat etrafında toplamak için elimden gelen gayreti sarf ettim.”[7] Hatıralarını dolaylı bir biçimde yazdıran Abdülhamid, kendi hikâyesini yazmak isteyen vakanüvislere şöyle dediğini ileri sürer: “Vakanüvisliği bitaraf tarih yazmak zihniyetiyle kabil-i telif bulmadım. Devletin resmi memuru tarih yazar mı? Bu kaside, methiyye veya iktidarda olanın zihniyetine, takdirine uymayan ahval ve vakaların zemmi [kötüleme] olur. Hakiki tarihi yazabilmek çok güçtür ve herkesin harcı değildir.”[8] Abdülhamid bu sözleriyle muhtemelen Okyar nezdinde daha da güven kazanır ve inandırıcılığını arttırır. Okyar, dolaylı bir biçimde Abdülhamid’in hatıralarını, Atıf Hüseyin Bey gibi aktarır ve savunmasını yazar, bir bakıma kendi vakanüvisliğini kendisi yapar. Olumsuz görülen politikalarınıysa Babıali’nin etkisiyle yaptığını ifade eder, Atıf Hüseyin Bey bu yorumu şöyle aktarır: “Her ne yapıldıysa Babıali yapmış.. Kendisi kafeste bir kuş.. Ne yapabilirmiş gibi görünüyor.”[9]   

Romanda, Osmanlı Devleti’nin büyük toprak kayıpları yaşadığı 93 Harbi’ne dair Abdülhamid şöyle der: “Harbe ne lüzum vardı? Keşke girmeseydik. Beni ordumuzun çok iyi durumda olduğuna inandırdılar ama değilmiş işte. Keşke Çar’la görüşseydim, harbe girmeseydik, siyasetle her şey çözülür.”[10] İmparatorluğu ayakta tutma çabasını ise şöyle anlatır:

Ben içeride sükunu sağlamaya, dışarıda da büyük devletleri birbirine düşürüp devleti ayakta tutmaya çalıştım. Rus Çarı, Britanya, Fransa İmparatorları, İtalya Kralı bizi av hayvanı gibi parçalayıp en lezzetli parçaları almaya çalışıyorlardı. Ben ne yaptım? Hiç farkında değilmişim gibi onların iştahlarını kabarttım, birbirine düşürdüm. Ayrıca Alman İmparatoru’nu da kendi safına çektim. O sizin Yeni Osmanlılar dediğiniz insanlar bunun farkında değiller; hürriyet diyorlar başka bir şey demiyorlar. Oysa ben bu kelimenin mülkümüzü perişan edeceğini, devletimizi parçalayacağını biliyorum.[11]

Sonuç

Bu keyifle okunan romanında Livaneli, tüm Osmanlı 19. yüzyılını Abdülhamid’in şahsında kesintisiz bir bütün haline getirir. Abdülhamid’i, Tanzimatçı reform anlayışını sürdüren bir padişah biçiminde resmeder. Abdülhamid’in kişisel egemenliği, devletin giderek kişisel bir aygıta dönüşmesi, din-devlet-padişah kutsallığının kurulması, Abdülhamid’in tiyatro ve müzik sevgisi, Batılı alışkanlıkları gölgesinde kaybolur. Romanın kurgusu, kapalı birkaç mekân ve Batılı bir zaman tercihi, Abdülhamid’in anlatıcı sıfatıyla romanın tek kahramanı haline dönüşmesi, romanın belki edebî olmasa da tarihî sorunlarını açığa çıkarır. Sonuç itibarıyla, Livaneli bu romanının kaynakları arasında saydığı ve en çok yararlandığı anlaşılan yukarıda atıflar yaptığım Ali Fethi Okyar ve Doktor Atıf Hüseyin Bey’in tesiriyle Abdülhamid odaklı bir roman kalem almış, roman bir Abdülhamid savunmasına dönüşmüş veya bu savunmayı neredeyse yüzyıl sonra yeniden üretmiştir.


[1] T, Özdem Sanberk, “Kaplanın Sırtında”, T24, 27 Temmuz 2022, https://t24.com.tr/yazarlar/ozdem-sanberk/kaplanin-sirtinda,36092

[2] Atalay Cengizer, “Zülfü Livaneli’ye Açık Mektup”, T24, 30 Temmuz 2022,  https://t24.com.tr/yazarlar/altay-cengizer/zulfu-livaneli-ye-acik-mektup,36135

[3] Frnaçois Georgeon, Sultan Abdülhamid, çev. Ali Berkay, İstanbul: Homer Kitabevi, 2006. 

[4] Barış Özkul, “Kaplanın Sırtında: Bir Utangaç Batıcı Olarak Abdülhamid”, Birikim Haftalık, 11 Temmuz 2022, https://birikimdergisi.com/haftalik/11073/kaplanin-sirtinda-bir-utangac-batici-olarak-abdulhamid

[5] Ali Fethi Okyar, Sultan Abdülhamid Han’la 113 Gün, haz. Eyyup Bostancı, İstanbul: Akıl Fikir Yayınları, 2017, s. 97. 

[6] Okyar, Sultan Abdülhamid Han’la 113 Gün, s. 115. 

[7] Okyar, Sultan Abdülhamid Han’la 113 Gün, s. 125, 127.     

[8] Okyar, Sultan Abdülhamid Han’la 113 Gün, s. 150.

[9] M. Metin Hülagü, Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri (1908-1918), Atıf Hüseyin Bey’in Hatıratı, 2. Baskı, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2007, s. 59.  

[10] Zülfü Livaneli, Kaplanın Sırtında, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 2022, s. 19.  

[11] Livaneli, Kaplanın Sırtında, s. 89.