Yeni Anayasa Tartışmaları: Araçsallaşma, Önlem ve Çoğunlukçuluk

İktidar bloku, Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerdeki “yeni anayasa” çıkışına çoğulcu bir arka plan hazırlamaya çalışıyor. Anayasa yazımının bir bilim kurulu eşliğinde yürütüleceğine ilişkin beyanlar, muhalefet partilerine ve sivil toplum kuruluşlarına yapılan gönülsüz çağrılar ve her zamanki referandum hikâyesi, bu sözde arka planın bileşenlerini oluşturuyor.

Neyseki iktidar blokunun anayasa metodolojisini öngörebilmek için uzun yıllar öncesine gitmek gerekmiyor. Zira OHAL’in devasa gölgesi altındaki 16 Nisan 2017 Referandumu ile getirilen ve kendisine “cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” ismi layık görülen mevcut rejimin iflas etmeye mahkûm olduğundan kuşku yoktu. Alelade bir “torba yasa” oylar gibi, birbirleriyle hiçbir hukuki bağı olmayan maddelerin tek bir oy pusulasına sığdırılması, bu rejimi usul yönünden kadük kılmıştı. Esas ise zaten teorik olarak çöküntüdeydi: Rejim, en başta iktidar blokunun kerameti kendinden menkul organik aydınları tarafından “başkanlık sistemi” ismiyle anılırken, bu ismin kuvvetlerin sert ayrılığını çağrıştırdığının anlaşılması ile bambaşka bir bağlama erişmişti. Parlamentonun yasama yetkilerinin Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ardında sönümlenmesi, atamalara ilişkin en ufak bir özerklik alanının bile bırakılmaması ve temel hak ve özgürlüklere -mahkemelerin tarafsızlığı ile ilgili lüzumsuz değişiklik dışında- neredeyse hiçbir katkı sunulmaması gibi hatalar da bu sorunların pratik boyutunu oluşturuyordu.

İktidar bloku, bunlarla da yetinmedi. Seçim sistemi, 16 Mart 2018 tarihinde yürürlüğe giren 7102 sayılı kanun ile köklü değişikliklere uğratıldı. Kanunda yer alan ittifak modeli, hem Türkiye’nin politik atmosferini iki kutba böldü hem de ittifaklara getirdiği baraj muafiyeti ile iktidarın küçük ortaklarının %10 sorununu ortadan kaldırdı. Böylece, seçmen yönelimi, bütünüyle taktik oylamaya indirgenmiş oldu ve çoğulculuğun seçme ve seçilme hakkından türeyen tüm bileşenleri lağvedildi.

16 Nisan 2017 Referandumu dördüncü yıldönümüne yaklaşırken varılan noktaya bakalım: BBC’den Onur Erem’in araştırmasına göre, 24 Haziran 2018’deki genel seçimlerden sonra geçen bir yılda çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin sayısı, aynı dönem çıkarılan kanun sayısından daha fazlaydı.[1] “Yeni rejimin çerçevesini çizme” gayesi ile açıklanan bu durum, zaman içerisinde çok daha vahim sonuçları da beraberinde getirdi. Bir taraftan hızlıca çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri başka Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile değiştirilirken, diğer yandan iktidar blokunda temel hak ve özgürlükleri idari işlem veya eylemler yoluyla kısıtlama refleksi oluştu. Pandemi tedbirleri anayasanın 13. maddesine aykırı bir şekilde ve oldukça spekülatif bir yöntem kullanılarak genelgeler ile uygulanırken Boğaziçi Üniversitesi’ndeki protestolar kaymakamlıklar tarafından yasaklandı.[2] Yargıda da bu hukuksuzluklar kısa süre içerisinde karşılık buldu: Anayasa Mahkemesi’nin kararları uygulanmadı ve mahkeme, yaratılan sosyal medya krizi ile bir vesayet öznesi olma ithamı ile karşılaştı.

Kuşkusuz, bunlar, ilk defa tartışılan meseleler değil. Bugüne kadar çok sayıda hukukçu, aydın ve aktivist, iktidar blokunun icat ettiği bu rejimin bilimsel veya pratik bir karşılığının olamayacağını dile getirmişti.[3] Anayasal hükümlerin gündelik politik tartışmalara feda edilmemesi, bir başka deyişle araçsallaştırılmaması gerektiği, sürekli olarak vurgulanmıştı. Bu uyarılar, yalnızca değişikliklerin özündeki çarpıklıkları değil, aynı zamanda onlardan türeyecek sorunlu kurumsallaşmayı da hedef alıyordu. Ne var ki iktidar bloku, özeleştirisini vermekten imtina etti ve tüm öngörüleri haklı çıkardı. Peki, eğer söyleneni tekrar söylemek anlamsız ise, farklı olan ne?

Farklı olan, Ernst Fraenkel’in eserinden ilham ile, artık iktidar blokunun “ikili devletinin” gayet deneyimsel bir şekilde çözülmüş olmasıdır.[4] Erdoğan, tıpkı 2017’deki değişikliği bir “yönetim reformu” olarak andığı gibi, şimdi de “herkesin katkı sunduğu bir anayasa” vaadi ile mevcut rejimdeki bozuklukları bir çoğulculuk illüzyonunun ardına gizlemeye çalışıyor. Bunun için, bir yandan henüz ikame edilememiş “normlarda” gömülü olan referandum ve parlamento gibi süjeleri bu illüzyonun kaynakları olarak ortaya atarken, diğer yandan da iktidar blokunun alelade bir refleks haline getirdiği “önlem” mekanizmalarını ve ürettiği hegemonik söylemleri devreye sokuyor. Böylece -tıpkı Boğaziçi Üniversitesi’nde olduğu gibi- temel hak ve özgürlükler, muhtelif aygıtların da katkısıyla soyutlaştırılıyor ve meşhur “devlet bekası” fenomeni, iktidar blokunun politik manevraları ile özdeşleşiyor.

Meselenin diğer boyutunun da iktidar blokunun kendi lehine dönüştürmek için büyük çaba harcadığı çoğunlukçu sisteme temas ettiği söylenebilir. Parlamentodaki koltukların mevcut dağılımı, anayasada değişiklik yapılması için referandumu mecbur kıldığı gibi, muhtemel seçimler için de umut vaat etmiyor. “Millî iradenin tecellisi” her ne kadar bir lütufmuş gibi sunulsa da aslında iktidar bloku için tek seçenekmiş gibi görünüyor. Bu nedenle genel seçimin riskleri ile yüzleşmektense sandığa referandumu getirmek, Erdoğan açısından çok daha cazip hale geliyor.[5] Zira böylece hem çoğulculuk illüzyonu güçlendiriliyor hem de anayasal normların, mümkün olan isabetli ve güvenli bir “anket nesnesi” olacak şekilde konumlanması sağlanıyor. 

Aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemenin hukuk metodolojisinde yeri yoktur. İktidar bloku, mevcut anayasadaki gerçek sorunları tespit etmek yerine, onun “yavaşlatıcı” ve “riskli” yönlerini törpülemeyi amaçlıyor ve tıpkı 2017’de yaptığı gibi, bu amacını politik bir çatışma alanı yaratarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Yukarıda yalnızca bir kısmını ortaya koyduğum güncel gelişmeler ise “yeni anayasa” tartışmalarının hiçbir zaman temel hak ve özgürlüklere, yargısal düzenlemelere ve kuvvetler ayrılığına temas etmeyeceğini gösteriyor. Daha ziyade, tüm bunların 2017’de de bir benzeri denenen çoğulculuk illüzyonuna eklemlenmesi ve iktidar blokunun politik geleceğini güvence altına alabilecek bir sistemin “millî iradenin” onayına sunulması daha olası gözüküyor.


[1] Onur Erem, “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi: 24 Haziran 2018’den bugüne kaç kanun çıktı, kaç kararname yayımlandı?”, BBC Türkçe,  https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-48788902  

[2] Kemal Gözler’in pandemi tedbirlerinin hukuka aykırılığına ilişkin tartışmaları için bkz. https://www.anayasa.gen.tr/korona.htm; https://www.anayasa.gen.tr/korona-2.htm   

[3] 2017’deki anayasa değişiklikleri, Birikim’in 336. sayısında da “Referanduma Doğru” başlıklı bir dosya ile ele alınmıştı.

[4] Ernst Fraenkel, İkili Devlet, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2020.

[5] Bu noktada Erdoğan’ın, mevcut görev süresi dolduğunda Anayasa’nın 101/2. maddesi uyarınca bir daha aday olamayacağını, bunun tek istisnasının ise 116/3. madde uyarınca parlamento tarafından erken seçim kararı alınması olduğunu belirtmekte yarar var.